30 Haziran 2011 Perşembe

Bir Hülya Avşar Fotoğrafı...

Herkesin hayata bakışına son derece saygı duymakla beraber anlam çözülümü yapmakta bir sakınca olduğunu düşünmüyorum. Geçen gün Hülya Avşar'ın hayatı puzzle benzettiği yazısını okudum. Okurken 'herşeyi doğal kabul ettiğini' savunduğunu yıllarca söyleyen kadının içindeki başka bir kadın, bu kez kabak gibi ortaya çıkmış..

Demiş ki;

“Hani şu bildiğimiz renkli küp puzzle’lar vardır ya; işte hayat onun ta kendisidir.
... Kiminin hayat puzzle’ı az az karışır, kiminin çok; ve bizler farkında olmadan hayatın renklerini düzene sokmaya çalışır, renkleri kendi aralarında düzenlemek için uğraşırız. İşte hayat bu noktada başlar ve hep dediğim gibi ilk hamle hayatınızı ya kolaylaştırır, ya da yokuşa sürer. Sonra yavaş yavaş hayatı tanımaya başlarız. Önce hangi renkten başladıysak, tam küpün bir yüzünü düzene koyacakken araya başka bir rengin girdiğini görürüz. Bu sefer düzeni bozan rengi aradan çıkarmaya çalışırken küpün diğer tarafındaki renkler karman çorman olur.”

Buradan anlaşılan mükemmelliyetçiliğin kendisine zarardan başka birşey vermediği ama ısrarla o dala tutunmaya devam ettiği. Hülya Avşar 'kendi milli' sınırları içinde kalmış bir partiden farksız.
Ruhu ve kimyası yepyeni bir anayasaya ihtiyaç duyuyor. Ülkede ne kadar kaos varsa Avşar'ın içinde de o kaoslardan var. Meclise yemine gitmeyenlerden onun içinde de var. Ve o görmediklerine, içinde bastırdıklarına direniyor. Bugünlerde dilinden dökülen her cümlesi içinde kalmış tutulmamış sözlerden, karşı çıkan seslerden izler veriyor.

Sonra devam ediyor; “Ne kadar zamanımız var ki? Telaşa kapılıp ne yapacağınızı bilemezsiniz, boş verip bir kenara fırlatmak istersiniz; ama olmaz kendinize yediremezsiniz.”

diyor ki;

aslında çizdiğim imajı yıkmayı kendime yediremem. Bu da büyük ölçüde yaşadıklarını kabullenmediği, onu hala rahatsız ettiğini farkettiriyor.
Yazısının tümüne bakınca ise hayatla kavga eden bir kadın gözüküyor. Kendine yeni bir anayasa yapmakla-yapamamak arasındaki mesafede sıkışan bir kadın.
Bir Hülya Avşar...

28 Haziran 2011 Salı

Pamuk Hoca

Yaşı: 103.. 1909 Bebek doğumlu...
Adı: Ali
Soyadı: Yıldırım..
Nam-ı diğer; Pamuk Hoca..

Süleymaniye Medresesi'nin son mezunlarından. 42 sene Yahya Efendi Camii'nin imamlığını yaptı. Atatürk'ü son günlerinde gören tek canlı şahit. Atatürk'ü ölümünden önce, son ramazanında Hırka-i Şerif Camii'nde görmüş.
3 padişah, 11 cumhurbaşkanı değişimine tanık Pamuk Hoca. Evliliğini de 55 yaşında yapmış. Eşi kendisinden tam 31 yaş küçük.
Pamuk Hoca'nın hafızası etrafındaki herkesten daha kuvvetli. Dili retorik değil, dini terminolijiden uzak. Bu özellikleri O'nu güncellikten uzaklaştırmamış. İstediğiniz herşeyi konuşabilirsiniz, her espriyi de yapabilirsiniz. Herkesin dilinden konuşuyor.
Biz tv8'de “İstanbul Hikayeleri”ne sığdırdık O'nun öyküsünü.
Süleymaniye Camii'nin bahçesinde buluştuk. Karşımda dimdik bir adam görünce şaşırdım. Gözlerinin içi hayat dolu, ferinden en ufak bir eksilme yok. Bakışları ise söylediklerinin altını çiziyor.
Karısından bahsederken gözlerinin içi gülüyor.

Sadettin Kaynak'dan ezan dersleri alan Ali Yıldırım, Latin harflerle Cumhuriyet kurulduğunda tanışmış. Türkçe ezan okunduğu dönemi iyi hatırlayor ancak Türkçe ezan hiç okumamış.

1940'larda İsmet İnönü'nün; 'açım' diyen bir çocuğa; “aç bıraksam da babasız bırakmadım” cümlesine şahitlik eden dönemi Pamuk Hoca;
“İşte o zaman zaten kıtlık başladı. Aynı komünist gibi bütün malları yiyecek, içecek hepsini devlete veriyorduk. Devlet alıyordu. Mesela buğday ekmişsin 10 dönüm- 20 dönüm, sen bir tane alamazsın. Çıkarırsın edersin hemen jandarma gelir başına buğdayı olduğu gibi devlete verirlerdi. Mesela kaç hayvan varsa aynı vaziyette yazarlar, hayvanları da devlete verirdin. 10 tane tavuğun var, 10 tane yumurta isterler senden. Yumurtlamadı ne yapalım? Komşudan alırdık yumurtayı devlete verirdik. Aynı komünist işiydi bildiğin devlet. Atatürk ölünceye kadar bu Türkiye biraz iyiydi. Atatürk öldükten sonra nasıl İnönü geçti Türkiye çökmeye başladı.” diye anlatıyor.
Adnan Menderes'in dönemine kadar İnönü yönetiminin sertliğinden yakınıyordu.

Türkiye'den daha eski, Türkiye'nin hikayesinden daha uzun bir ömrü var Pamuk Hoca'nın.. 'Ne Mutlu hayat' diyene anlatıyor..

16 Haziran 2011 Perşembe

O EL HAREKETİ !

Herkesin hayatında bir “o gecesi” vardır. Kiminin ki yıkıcı olur büyük sansasyona dönüşür. Kiminin de kendi dünyasını karartır.
Ama bir “o geceyi” yaşamayan yoktur.
‘O gecelerin’ yakmadığı yürek, bazen de çizmediği ‘karizma’ kalmaz.
Kırılma noktası olur.
Üstüne dayandığımız, oturduğumuz zemin yıkılır. Ayaklarımız yerden çekilir. Tutunacak dal aratır. Ayağımızın altındaki yol kaybolur. Yetmez allar- pullar ne koyduksak toz duman olur.

Tarkan’dan bahsediyorum...

Geçen yıl tatsız bir olay yaşadı. Üstü kapandı mı, unutuldu mu belli değilken, ortaya çıktığı her anına başka olayları da eklemeye başladı.
Neredeyse ‘allarını pullarını’ suskunluğuna bağlayacağım Tarkan, meğer konuşamıyormuş. Söyleyecek sözü yokmuş.. Tarkan sadece bir imajmış.. İyi sesi olan, iyi şarkılar seçen ama alt yapısız, kelime seçemeyen bir ‘Star’mış..
Bunların altını çizen olaylar zinciri Tarkan her kamera önüne çıktığında bizim de gözümüze giriyor.
Hatırlayacaksınız; önce kral tv ödüllerinde Hülya Avşar patladı.. ‘Kim ki o’ dan başladı, ‘ne yapmış’dan çıktı..
Tarkan sessiz…
Ardından Kelebek ödüllerinde Tuğba Ekinci sahneye fırladı. Anlamsız, saçmasapan bir soru sordu, sonunu da bağlayamadı anlattıklarının. Ama cesaret buldu ve yaptı!.
Kiminle konuşsam herkes Ekinci’yi suçluyor. ‘Böyle rezalet olur muydu, nasıl bir kadın’ vs vs..
Tuğba Ekinci’nin kendini mahalleye atar gibi sahneye atmasına elbet övgü düzmeyeceğim ama Tarkan’ın; ‘bunları konuşmaya mı geldik’ gibi abuk çıkışını da yorumsuz bırakmayacağım.
Okul yaptırıp, yaptırmadığıyla hiç ilgilenmediğim Tarkan’a; senin seçtiğin hangi konu oldu da konuşmadık Tarkan? diye sormak istiyorum.
Sahneden apar topar kaçma nedenini merak ediyorum.
En vahimi de; sahneden uzaklaşırken, amiyane tabiriyle ‘geyvari’ bir el hareketini konuşmak ister misin?
Yine suskun…
‘O el hareketi’ ve tutukluğu nasıl bir anti-karizmaya imza attı varın siz söyleyin.
Bana göre; Tarkan, o el hareketiyle küçük gördüğü Tuğba Ekinci’den daha fazla saygın değil.
Aklının tutulma yaşadığı o gecede, efsaneliğine de noktayı koydu.
Yine de herşey bitmiş değil. Ben artık Tarkansız bir müzik düşünemiyorum.
Tıpkı Erol Büyükburç'u olmayan bir pop gibi.. Ama Erol Büyükburç uzun süredir yalnız kaldığı yerde Tarkan’ı da yanında görmekten epey mutlu olacaktır.



http://www.vidivodo.com/590985/altin-kelebek-_-tarkan-ve-tugba-ekinci-gerilimi

7 Haziran 2011 Salı

'EVVEL-LİK'...

Aklı evvel der ya eskiler; bu sefer ki öyle değil.. Bu kez aklı beyninden ziyade olanlar, ham ruhlar değil başka türlü ‘evvel’lerin hikayesi var.
Hani biri söz verir, öteki caydırır, diğeri de hiçbir şey olmamış gibi çıkar ya işin içinden! Bir türlü tamamlamaz hep lakırdıyla uğraşırlar.
Hiç bir şeyi halledememek, alaturka usullerle arkadan dolanmak, yüzüne başka söyleyip arkadan başka söylemek olur çoğuna evvellik.
Arka yolların yolcusu evveller, ana yollar kadar net olmazlar. Buldukları her boşluk onlara ‘işte şimdi geçirdik’ demek için fırsat olur.
**
Kendi senaryonuz içinde öylece bir yerlerde dolaşıverirken- bir anda rolüne hazırlanmadan- baş role terfi eden ‘evvel erkeklerin’ hikayesi bu…
Onların kadınları yok aslında. Onlar hayal kurdukları kadın için yanından geçen kadın duraklarına uğruyorlar…

Ya da bizim buna inanmamız daha kolay!.

Delikanlının İsmi Murat.. Kızın ismi de Merve…
Uzun yıllardır arkadaşlardı, aynı zamanda beraber ortak projelendirdikleri işlerde de bir araya geliyorlardı. İkisi de- uzun yıllardır hayatlarına girenler hakkında bilgi sahibiydi, hatta uzun uzun tartışırlardı. Kız; ‘sence neden böyle yaptı’ diye sorduğunda Murat akıllar verirdi.
Birbirini epeydir göremeyen arkadaşlar; iki yıl aranın ardından yeniden bir araya gelince Merve daha güzelleşmiş, Murat ise bakışlarını kızın üzerinden çekememişti.
Murat’ın 37’sine henüz bastığı ve ailesinin senelerdir ‘evlen sesleri’ beyninde Merve’yi görünce kısılmıştı, sanki.. Murat’ın bakışlarını fark eden Merve ise ‘neden olmasın’ dedi önce. Sonra kafasında nereye koyacağını bilemedi, bocaladı ama o sırada ilişkileri hızlı başladı.
Her gün beraber olup çiftlerin yapması gereken her şeyi yaptılar. Seksi bunun dışında tutmalarının nedeni ise Murat’ın; ‘ya yapamazsam kıza ayıp eder miyim’ düşüncesinden kaynaklanıyordu, atamıyordu beyninden.
Bir gün her şeyin çok fazla konuşulduğu bir gecede kendilerini ilişkiye bıraktılar. Oturmaya başlıyordu bir şeyler ama; aradan geçen haftalarda Merve bir şeylerin tamamlanmadığını anlatıyordu arkadaşlarına.
‘evet her şey çok iyi ama bir şey var tamam değil, tam değil işte’ cümlesiyle kendini ifade edemediği için de- açıklayamadıkları daha çok rahatsız ediyordu.
Bir süre sonra delikanlının tutarsız konuşmalarını fark etmeye başladı. Bazı gecelerde telefonlarını duymuyordu Murat, veya dediği saatten çok daha sonra ortaya çıkıyordu. ‘Biri olmalı’ diye düşündü Merve. Sonra sabırla sessiz kalmayı sürdürdü. İlişkinin başında böyle şeyler olabilirdi ve sabırla beklemek lazımdı. Hem arkadaşları da öyle dememiş miydi!
‘Sabretmek lazımdı’..
Sabırlı bekleyişler Merve’nin gülen yüzünü düşürmeye başladı. Konuyu Murat’a açtı. O da ortadan kaybolmaları için özür diledi.. Ama aynıları defalarca birbirine eklendi..
Merve çareyi ayrılmakta buldu ama keşfettiği başka bir gerçeği de kucağına alarak uzaklaştı. ‘Murat’ın psikiyatrik sorunları olduğunu öğrendi’.. Murat aslında ortadan kaybolmuyordu; Merve’nin varlığını unutabiliyordu. Bazen ilaçlarını almayı da unutursa, o zaman bir telefonu olduğunu bile hatırlamıyordu. Murat’ın yakın arkadaşını sıkıştırdığında aldığı cevap Merve’yi beklediğinden daha evvellikle yakaladı.
Evvel, ham ruh diye suçladığı adam hasta ama kendisi bunu neden daha evvel öğrenememişti..
Murat'ın hiçbir art niyeti yoktu. Yıllardır yanında olsa da ne evvel oldu onlar, ne de evvellik girdi aralarına. Evvelden bilinmeyen bir hastalık sadece..




Martının Günlüğü, BF