24 Kasım 2011 Perşembe

Bir Metiner Hikayesi…

Kısa ve öz aslında- tanıtım tadında biraz… Çekilemeyen filmin her gün dönen aynı fragmanı gibi Mehmet Metiner’in hikayesi.
Senaryo istediği gibi gelmiyor bir türlü… Beklediğiyle- bulduğu arasındaki karanlık koridordan tüm hızla çıkmalı Mehmet abi…
***
Önce PKK komplosunda adının geçtiğini öğrendik. Üzüldük. Ama medyanın büyük kısmı Mehmet abinin beklediği gibi ayağa kalkmadı. Metiner; ‘Neden kimse bana geçmiş olsun demiyor’ diye epey dertlendi.
Yine istediği olmadı.
Sonra siyasete girdi. Tam işler istediği noktaya gelecekken bu sefer- bir ses kaseti çıkıverdi. Tam 10 yıl önceki konuşmasında- kendisinin de milletvekili olduğu partinin, genel başkanı hakkında konuşuyordu. Çok pozitif bir konuşma diyemedik. Ama geçmiş zaman dedik.
Sonra apar topar Metiner’i başbakanın olduğu yerlere götürdüler, gönül alınması için epey çabalandı.
Ama yine olmadı, bir şeyler eksik kaldı.
Son olarak; Dersim tartışmaları ortalığı karıştırdı. Metiner; Kılıçdaroğlu ailesi hakkında epey bilgi aktardı, Erdoğan’a. Bu sefer de twitter konuyu başka anladı.
Yine olmadı.
Bir restorana gitti. Birileri O’nu- ‘viski içiyor’ diye yazmış twittera. Bu kez O, sosyal medyayı bombaladı. Hak, hukuk- özgürlüklerden dem vurdu. İçmiyorum dedi.
Yine olmadı… Nedense her açıklaması- ya başka bir kapıyı araladı, ya da eksik bir parça bıraktı içimizde.
Mehmet Metiner’in kendini anlatmaktan öteye sosyal ve her türlü medya mesajlarından sonra aklıma şu soru düştü.
Niye bu kadar çabalamaya çalışıyor Mehmet abi, Bilen var mı?

***

Dersim’iz’ CHP

Aslında hepimiz Dersim’liyiz. Çoğu da ders almayan taraftan.
Başbakan çok önemli bir adım attı ve devlet adına bir özür diledi.
Yaraları sarmaz muhakkak ama içten bir özür dileyebilmek bizim tarihimizde karşılaşılmış bir şey değil.
Özürle hapşıran Ak Parti vesilesiyle bu kez CHP enfeksiyon kaptı.
Ama tartışmaların içinde önemli bir eksik var. Tarihi olayların, yine etrafına örülen tarihi gerekçelerle değerlendirilmesinden yanayım.
Kimse 10 yıl önceki hali gibi değil; yüzleşip kendini duygulardan özgürleştirmek yerine, daha büyük bir duygu düğümü atmak işimize yaramaz. Ülkeler de böyle. Yüzleşip, o günün dinamiklerini önüne koyup bunlardan özgürleşmek lazım. Tüm bu geçmişi kavga vesilesi olarak açmak bizim yaramızı daha da derinleştirir, iyileştirmez.
Tüm gerçekleri (Genelkurmay arşivleri dahil) önümüze koyalım ve gerçekten önce birbirimizi suçlamadan bakalım. Sonra gerekirse hep beraber özür dileyelim ama birbirimizin üstüne yıkmayalım.
Bunlar eminim her mantıklı insanın beyninden geçiyordur. Siyaset ne kadarına izin verir, bilmiyorum ama rağmenlere rağmen CHP’nin tarihi açıdan kendisini tekrar ettiğini açıklamalarıyla bir kez daha gördüm.
Ve bu resim bana; Kemal Kılıçdaroğlu döneminin öncelikle manen de olsa- dün bittiğini gösterdi.

20 Kasım 2011 Pazar

Aşk gecesi…

Yaz gecesi yayınlarından alışkanlık kaldı. Yayın yapmadığım günler, uzun tatillere de gidemediğim için- İstanbul’un konser haritasını çıkarmıştım. Konserlerin altını üstüne getirdim. Ne opera kaldı, ne caz…
Çoğuna da tek başına gittim. Klasik müzik ve cazda rahat oluyorsunuz yani tek başınıza büyük hareketler gerekmiyor. Böyle analizler yapıp, tam bu iş tamamdır, kıvırdım derken; Paul Simon konseri bende önemli kırılma yaratmıştı.. Herkesin eğlenmeye başladığı, tek başına gittiğim konserde önce omuzlarım hareketlenmişti, sonra yavaş yavaş ayaklarım, derken yarım saat sonra ayakta tek başına dans ediyordum… Sonraki konserler daha da neşeli geçti.
Hatta hatırı sayılır bir konser çevrem de oldu. Değişik arkadaşlar ediniyorsunuz, konserlerde izlediğiniz insanların halleri ise sanki gündüzün stresinden çıkmış değil de, gerçekten sahneden zevk almaya gelmiş oluyorlar.
Paul’lerden gidiyorum herhalde ki; Paul Simon’da başlayan ilk kırılma, bu kez Paul Anka konserinde başka bir kapı açtı.
Taksiyle, Sütlüce’ye ulaştıktan sonra holde epey arkadaşımla karşılaştım. Kimisi de yoldan arıyordu.
Tam- bir arkadaşımın telefonda bana; ‘kapıdan giriyoruz, ne taraftasın’ sorusunun ardından kafamı çevirmemle- O’nu gördüm…
Yıllardır uzun aralıklarla karşılaştığım dünyanın en içten gülüşüne sahip gizemli adam... Hakkında hiçbir şey bilmediğim ama ne zaman görsem durup kaldığım adam, gözlerimi çevirdiğim yerdeydi..
Telefonla konuşmaya devam ederken; gözlerimi alamadım. Bu kez aramızda iki metreden az vardı. O kadar dikkatli bakmışım ki; gözlerimin içine doğru dik dik baktı. Heyecandan telefonu düşüreceğimi sandım. Normalde herkesle çekinmeden tanışan ben, iki adım atıp tanışamadım. Gözlerimin önünden konser salonuna doğru geçti.
Bu sefer, içeride yerime oturduğumda gözlerim O’nu ararken; başka bir şey oldu ve bir hisle nerde oturduğunu bir saniye içinde elimle koymuş gibi buldum. Kalbimin çarpışı, gizli gizli bakma çabalarım en az konser kadar heyecan vericiydi…
‘You are my destiny’ çaldığında gözlerimi ayırmadım. Göremiyordum, karanlıktı ama hissediyordum…
En çok da Paul Anka konseri için tek başına gelmesine bayıldım. Tek başına konsere gelebilmeyi bilen biri benim için çok şey ifade ediyor…
Konseri ayrı ayrı izlesek de; ben O’nunla izledim. Benden haberi var mı, hiçbir fikrim yok. Ama O, benim ‘destinyim’.. Benim bundan haberim var…

Paul Anka Gecesi
İçime, şarkılarıyla yeniden aşk tohumlarını eken muhteşem adam; seni canlı dinlemek yapılması gerekenler listesinin- ilk beşi içinde…
Konsere gelmeden önce, kışın verdiği düşük elektrikten eser kalmadı. Konserden sonra her yere gidecek kadar enerji, korktuğum her şeyi göğüsleyebilecek kadar yüreğim vardı…
Ayrıca senin konserinde Hıncal Uluç bile gelmeden önce hafif rahatsız olduğunu söylemişti; konserin son yarım saati hepimiz ayakta dans ediyorduk.
Bu muhteşem anlar, şarkılarınla ve büyülü sesinle ruhuma işlendi… İyi ki geldin aşkın sesi…

13 Kasım 2011 Pazar

Fikriye 11.11.11. Atatürk..

Bekleyen askerler, Büyükada iskelesine yaklaşan motora doğru koşmaya başladı. Meraklı gözlerin beklediği misafir siyah elbisesiyle, birkaç askerin yardımıyla indi, motordan. Etrafına etten bir duvar örülmüştü. Uzaktan seçmeye çalışmak bile mümkün değildi.. Saçlarını kısmen kapatan kadın, gözlerini de yola doğru eğmiş kendisinden sonra gelecek başka biri için denize doğru baktı, gelip- gelmeyeceğinden endişeliymiş gibi yanındakilere bir şeyler söyleyip faytona atladı. O anda seçebildim yüzünü, umutla geldiği yerden, son anda ‘gelemeyecek’ haberini almaktan aklı çıkan kadın; Fikriye idi..
Hasretle beklediği adam ise; Mustafa Kemal Atatürk…
Paşa’nın evlilik haberiyle tedavi gördüğü Münih’deki sanatoryumdan apar topar kaçan Fikriye, Mustafa Kemal’in evliliği için saatli bomba gibiydi.
Durdurmak mümkün değildi, Fikriye’yi..
Ardı ardına haberler gönderiyordu Ankara’ya. Tek amacı Paşasının- yani büyük aşkının yanında, yakınında olabilmekti. Latife cephesinde mümkün olmayan bu durumu, önceden fark eden Paşa, Fikriye ile son kez baş başa kalacak ve O’na her şeyi anlatacaktı. Hayatına devam etmesini istiyordu.
Bir yanı bu gizli buluşmaya gitmek istemese de; kendisi için idam kararı çıktığı günlerde- gözünü kırpmadan tehlikeleri göğüsleyip Anadolu’ya kadar gelen yürekli kadın, ez azından bu kadarını hak ediyordu. Hatta vicdanı daha fazlasına da göz yumabilirdi ama Fikriye’ye bir açıklama yapmalıydı…
Fikriye’nin Büyükada, Çankaya sokaktaki soldan üçüncü konağa geçmesinden bir saat sonra aşağıdaki iskelede yine bir hareketlilik görüldü. Normalde Atatürk’ün adaya geldiği duyulsa iskelenin etrafı sarılırdı ama Paşa gizli gelişini pekiştirmek istercesine etrafında güvendiği birkaç kişiyle birlikte tekneden indi. Şapkası ve yağan yağmurdan korunmak için yüzüne doğru sarındığı şalı vardı. İskelede belirmesinin ardından iyice hızlanan yağmur bile- bu gizli ziyarete yardım eder gibi şiddetlendi. Yanında bir kişiyle apar topar faytona binip Çankaya sokaktaki aynı adresin yolunu tuttu. Dışı beyaz köşke geldiğinde bahçenin içinden geçmeden dışarıdan binanın heybetine baktı. Balkonlarıyla, ahşap oymalarıyla göz kamaştırıyordu köşk..
Paşa’nın yanında gelen adam dışarıda beklemeye başladı. Faytonu ise biraz ileride başka bir evin önüne doğru yanaştı.
Yanındakilere bir saatten fazla kalmayacağını söylemişti. Birkaç sat sonra ise konaktan bir uşak çıktı ve ‘Paşa geceyi burada geçirecek’ dedi.
Ailesine haber verilmesini istedi. Elbet eve gidecek haber münasip bir lisanla işinin çıktığı yönünde olacaktı…
Mustafa Kemal’in niyeti Fikriye ile vedalaşmaktı. Ama evliliğinde aradığını bulamayan- gönlü kırık adam, içindeki boşlukla niyetinden daha başka bir gece yaşadı… Fikriye hiç yanından ayrılmamalıydı… Latife iyi bir fikirdi ama iyi bir evlilik olamamıştı.
O gece Fikriye’ye önemli bir sırrını anlattı.
Ertesi sabah erkenden kalktılar, beraber kahvaltı yaptıktan sonra Paşa, Fikriye’nin alnından öperek ayrıldı konaktan..
Mustafa Kemal’in hediye ettiği kehribar kolyesini boynundan hiç çıkarmayan Fikriye ise; sevdiği adamı boynundaki kolyesini tutarak uğurladı. Kolyesinden güç alır gibi ayakta duruyordu..
Öğleden sonra Fikriye İstanbul’a döndü. Artık daha da durdurulamazdı. Ankara’ya girmesi yasaklanmıştı ama kaldığı evde çalışanlardan birinin kimliğini çalıp gidecek kadar gözlerini karartmıştı. Büyükada'nın Çankaya Sokağında söyleyemediklerini, Ankara'nın Çankaya'sında söyleyecekti. Sonucu ne olursa olsun kapıyı çaldı.
Ancak İstanbul'un Çankaya sokağında açılan umut kapısı Ankara'da kapandı.
Faytona bindiğinde ne geri dönebilirdi ne de kalabilirdi. Tesirinde kaldığı konuşmadan sonra, olanları değiştiremeyeceğini anlayan Fikriye kendini yok etti.
Hayata veda ettiği silah ise Mustafa Kemal’e hediye olarak aldığı, küçük sedef kabzalı tabancaydı.
Kalbinden vurdu kendini… Sırrını ölene dek saklayacağına söz vererek. Aslında razı olduğunu söylemeye gelmişti, çocukları olmasa da sevgisinden hiçbir şey azalmayacaktı.

***

10 Kasım için hiçbir planım yokken; kız kardeşimi ve Fikriye’yi alıp (kitabını), ani bir kararla Büyükada’ya gittik. Fikir daha çok Fikriye’den geldi.. Kitabın kapağını açar açmaz ‘hadi Büyükada’ya gidiyoruz’ dedim.
Yol boyunca motorda, oturduğumuz yerde, kilisede, manzaralı cafede hatta akşam bir parça da olsa- balıkçıda kitabı okumaya devam ettik. Öyle etkisinde kaldım ki; yukarıda yazdığım satırları gece rüyamda Fikriye anlattı. Büyükada, Çankaya sokaktaki beyaz köşkten bozma bir hoteldi. Rüyamda, odanın terasına geldi Fikriye. Karşılıklı bir sigara yaktık. Aşktan konuşmaya başladık önce… ‘Hikayemi bilmiyorlar, sandıkları gibi değilim. Sebeplerim var.’ dedikten sonra Büyükada buluşmasını anlattı… ‘Çocuk hiçbir zaman olmayacaktı. Latife bilmiyordu, kimsenin haberi yoktu.’ dedi.
Sabah uyandığımda detaylı olarak yüzünü hatırladım. Gözlerinde hüzün vardı ama zerre kadar pişmanlık yoktu. Ruhunun paşa ile geçirdiği en güzel günde dolaştığını anladım uyanmadan… Sırrı ise en büyük ağırlığı olmuş.

9 Kasım 2011 Çarşamba

Gülben’in ‘ağzı kokuyor’!

Hemen başlıktaki gibi düşünmeyin, meselenin başka bir taraf var!.
Kavga, şiddet, özellikle kendini olduğundan daha başka gösterme çabaları.. Mesela; ona- buna çakılan geyikler için, ‘ergen’ ruh hali denir, siz de biliyorsunuz. Gayet normal bir dönemdir. Anlayış, sabır gösterilir. Çünkü geçici olduğu bilinir. vs. v.s...
Ama ergenliğin öyle ilginç örnekleri var ki; kör olsanız, gözünüzden kaçmaz. Aslında bunu yaşatan niceleri var ki; yerinde durmaz.
Eskiler ise böyle durumlar için pek acımasız davranmışlar. Örneğin; yaşı kemale eren biri- hala ergen işler peşindeyse- Osmanlının büyükleri; ‘ağzı kokuyor’ dermiş.. Kötü konuştuğu için, kendini hala ergence ifade edebildiği için…
Ham diye bellediklerini; kahvehanelerde aralarına almaz, evlerine davet etmezlermiş. Sözüne, özüne itibar edilmeyenler için; ‘ağzı kokanlardan’ diye isim takılmış, halk arasında… Tam bunu bir kitapta okuduktan sonra; gazete okuduğum bir haber dikkatimi çekti.
Durum, nerdeyse bütün gazetelerin magazin ekindeydi.
Gülben ‘Ergen’; “uçakta en öndeydim, arkaya bakmam, kalın gönderme” vs… demiş..
!!!
Haberin içeriğini dikkatle okudum acaba başka bir benzetmeye istinaden falan mı diye. Yok hayır. Gayet söylendiği gibi.
Yani espri anlayışı bile yok, olayın. Öyle bir zeka parıltısı da yok haberde. Gerçekten öne oturmuş ve uçakta arkada oturan Sibel Can için arkaya bakmam vs. demiş.
Umarım canı sıkkın olduğu bir gündür, yoksa kendisi için;
Gülben’ gerçekten ‘Ergen’… demekten başka bir şey gelmiyor aklıma..

***

İstanbul ya da Sistembul!…

Bayram manzaraları diye başlamak enteresan olurdu, aslında daha medeni yapardı bizi. Hani normal günler trafik sorunu ve arabasını tarlasına park ettiğini zannedenler, etrafı leşe çevirenler, bu leşleri de ayrıyetten toplamayanlar… Liste o kadar uzuyor ki…
Keşke bayram günlerinde olsaydı bir tek!!!.. İş günlerinde her şey öyle tıkırında ki; canım bayramda da, bir salalım artık diyebilseydik..
Ne mümkün!
Trafikten başlayalım derim. Fatih Altaylı trafikte saklambaç oynayan trafik polisleri için; ‘aa bak polis’ göndermesini yaptı. Hani türü, nesli tükenmişlerden diye...
Hıncal Uluç, daha ağır bir yazıyla İstanbul trafiğinin rezilliğini, İstanbul’un sahipsiz oluşuna bağladı..
Benim gözlemlerim ise daha acıklı.
İstanbul’a hizmet edenlerde, İstanbulluluk ruhu olmadığına şüphem kalmadı!.
Hizmet onların kütüphanesinde; başka anlamlarla donanmış.
Mesela; yeni toplu taşıma almak, veya metro yapmak hizmet demek onlara..
İstanbul’u koruyabilmek, tarihi yapıların yerine- eğri büğrü garip binaların işgaline izin vermemek, otoparksız yapışık binalara müsaade etmemek, trafiğin akışı için abuk subuk parklara izin vermemek, sahil şeridi boyunca demirlemiş tekne atıkları için- teknelere ceza kesebilmek.. Eline her oltayı alana balık tutturmamak v.s… bunlardan bir sürü yazabiliriz ama özetle bunlar hizmet kapsamına değil, şehirde yaşayanın keyfine kalıyor.
Bir de meşrebine…
Sistemi olmayan yerde, herkes kendi kendine bir yol bulmuş zaten, aynen devam ediyor.
Bayramda sahil yolunu tarla sanıp park edenlerin saygısızlığı, sahilde yürüyüş yapayım derken oltaların gazabına uğramak, hayatında balık tutmamışların yavru balık katliamları, Arnavutköy, Bebek ve emin olun koca sahil şeridi boyunca kokuşan tekne atıkları.. Prezervatifinden, aklınıza ne gelirse var, kıyılarda…
Hıncal Uluç’un virgülüne ilaveten, sahi kimin İstanbul’u bu, bilen var mı?

****