26 Temmuz 2010 Pazartesi

LEONARDO da RASİM..


''Bazen, tüm çabalarınıza rağmen hayat size sadece limon verir. Böyle durumlarda; iki tercihiniz vardır. Ya yüzünüzü ekşitirsiniz ya da limonata yaparsınız’’…

Cümleler ‘Love Happens’ (Aşk Olur) filminden.. Etkili bir ses bu cümleleri söylerken aktörde limonları kesiyor..
Başrollerde Jennifer Aniston ve Aaron Eckhart var.. Yakışıklılığı ve kemikli yüzüyle seksiyim diye bağırıyor Eckhart..
Sonra hep beraber hem hayatlarını hem de geçmişlerini sorguluyorlar.
Film, tam anlamıyla kişisel gelişim kitabının ekranlara sıkıcı ama başarıyla uyarlanmış hali..

Limon sahnesinin daha henüz başlarındayken telefonum çaldı. Üniversite yıllarından beri görüşemediğim arkadaşım Rasim telefonumu bulmuş, İstanbul’a gelmiş..
‘Yarın sabah lütfen kahvaltı edelim, çok yoğunum ama seni görmem lazım’ diyerek telaşla kapadı telefonu..
Telefondan sonra, Rasim’in ilginçliklerini tek tek hatırlamaya başladım.. Eskişehir’de okuduk ikimizde.
Aramızda evi olan bir Rasim, bir de ben vardım..
O yıllarda ya Rasim’in ya da benim evimde toplanılırdı. Hatta bazen her ikimizin evinde ayrı ayrı partiler olurdu.. Büyük rekabet vardı aramızda..

Rasim aramak için neden özellikle bu filme denk gelmiş olabilir acaba diye düşünürken içimden gülmeye başladım..
Filmle ilgisi olan en komik ayrıntı; Eckhart, Aniston’la tanışmak istiyor ama Aniston sağır ve dilsiz taklidi yapıyor Eckhart’ı başından def ediyor..

Rasim’le okulun ilk günü karşılaştığımda karşımda esmer, kısa boylu çok hızlı konuşan ve sürekli konuşan haliyle itici biri vardı bana göre. Sağır ve dilsiz taklidi yapmıştım. Ama aynı sınıfa düşünce kötü oldu tabii. Rasim çok kızmıştı. Günlerce benimle konuşmadı, sonunda da çok iyi dost hatta sırdaş olduk birbirimize..

İkinci sınıfa geçtiğimizde arkadaş grubumuz daha da kalabalıklaştı ve çok daha eğlenceli günler geldi..
O yıl Eskişehir’in yazının erken geldiği Haziran ayıydı. Hepimiz artık son kalan sınavlarla mücadele ediyorduk.. Yaz tamamen gelecek herkes ayrı bir yerlere tatile gidecekti.. Hepimiz nerelere gideceğimizi konuşuyorduk..

O hafta bir gün okul çıkışı Rasim yanıma geldi ve mutlaka onun evine gitmemiz gerektiğini, bana göstermesi gereken önemli bir şey olduğundan bahsetti.
O kadar sevgi dolu, komiktir ki Rasim, aklımın ucundan en ufak bir hinlik geçmesine bile izin vermez..
Okul çıkışı beraber Rasim’in evine gittik. Kapıyı açtı ve anahtarlarını elinde sallayarak Fatmaaa diye seslenmeye başladı.
Önce anlam veremedim, yeni kız arkadaşı olabilirdi veya tanımadığım başka biri…
‘Evde biri mi var’ diye sorduğumda ‘evet var’ cevabını aldım. Ama Rasim’in yüzünde nasıl söyleyeceğini bilememenin garipliği daha da ilgimi çekiyordu..

Anlamsızca Rasim’e bakarken ‘hah işte geliyor’ dedi.. O an bayılacağımı sandım ve çığlık atmaya başladım.. Kocaman simsiyah bir kara böcek bize doğru koşa koşa geliyordu. Hani şu ‘karafatma’ olarak bilinen tür, ama epey irisi..

‘Rasim böcek var’ diye bağırmaya devam ederken; Rasim, ‘o benim Fatmam’ deyiverdi.. ‘iki haftadır her akşam beni kapıda karşılıyor ve bence normal bildiğimiz böceklerden olamaz bu Bahar’ dedikten sonra buz kesildim.
Rasim ‘Fatmasını’ yani böceği eline aldı ve bir süre elinde dolaştırdıktan sonra yere bıraktı.
Gözlerime inanamadığım anlardan sonra, ben salona geçmeden evi terk ettim. 10 dakika sonra eve döndüğümde Rasim’i arayıp, normal olmadığını bu kez gerçekten aklını kaçırdığından bahsetmeye başladım..
Rasim hep ilginçti çünkü. Okulda da, ya bir gün bütün kediler köpekler onu çok severdi ya da ertesi gün hepsi Rasim’i ısırmaya kalkardı...

Bir süre kızlardan hiç kimse Rasim’in evine gitmedi. Hatta erkek arkadaşlarımız bile bir süre uğramadılar o apartmana. Sadece Rasim bize geliyordu ya da dışarıda görüşüyorduk onunla..

Aradan geçen birkaç ayın ardından, bir gün Rasim’in arkadaşlarından biri evin anahtarını istiyor. Rasim anahtarı ‘Fatma’yı tembihleyerek Celal’e veriyor. Ama Celal uğraması gereken bir yer olduğu için anahtarı kız arkadaşına bırakıyor. Eve giren Ece ise durumdan habersiz görür görmez kıyıyor ‘Fatma’nın hayatına… Celal eve gelince panik içinde Rasim’e haber veriyor ve Rasim hiçbir cevap veremiyor, ‘peki’ demekten başka..

O dönem hikaye böyle yarım kaldı, tuhaf oldu hepimiz için ‘Fatma’nın ölümü.. Rasim’den bir daha konuyla ilgili hiç bir şey duyamadık.. bizde hiçbir şey olamamış gibi davrandık.. Çünkü bu konuyu hiç sevemedik ve hiç anlayamadık..

Dolayısıyla böyle dahilik ve delilik arasında savaşan zaman zaman her iki uca da kayabilen Rasim’in benimle mutlaka görüşmek istemesi beni daha da meraklandırdı..

Sabah kahvaltıda buluştuğumuzda artık dayanamadım ve merak ettim bunca sene sonra bir anda bu ne sürprizdi.. Neler oluyor dedim?
Benimle ekonomiden mezun olan Rasim bununla yetinmeyip tıp fakültesine kaydolmuş meğer ve sonrasında da Amerika…

Bunları anlatırken cebinden bir kağıt çıkardı ve bana uzattı.. böcekler üzerine Amerika’da yazdığı tez sayesinde master, çalışma izni ve devamında da orada yaşama hakkı kazanmış.. Ve hayatımın aşkı dediği eşini de bu araştırmalarda bulmuş.. ‘Tek yaptığım o böceğin neden beni seçtiğini anlamak oldu’ diyerek düğün davetiyesini de bana uzattı.. Gelinin adı Fatma bu arada..
Şaka gibi ama hiç değil..

Filmi hatırlıyor musunuz?
Hayatın bazen bize limon verdiği kısmını..
‘Fatmasız’ Rasim belki bugün ‘tıp için yaratılmışım ruhum bu diyemeyecekti’..

11 Temmuz 2010 Pazar

SILENT MELEKLERİ / SILENT PRENSİBİ


İki kişi düşünün aynı yaşlarda.. Aynı dönemlerde yolları bir çok konuda kesişmiş.. İkisi de Harvard mezunu, ikisi de profesyonellikten patronluğa geçiş yapmış.. Banka sahibi, hatta bir dönemin medya patronları..
Türkiye’de bir çok dengenin değişmesinde etkili, zaman zamanda o etkinin ta kendisi olmuşlar..

Sonra silent..
Kısa bir sessizlik…

Kısa bir sessizlik diyorum çünkü bir süre sonra bu çok başarılı iki kişinin hayatı birbirlerinden tamamen ayrı yönlere gidiyor…
İkisi de tökezliyor ama sadece biri fırtınadan çıkmayı başarıyor.. Krize yenilmeyen, şanslı olan alıp yürüyor. Başarısına başarı, gücüne güç katmaya devam ediyor..
Diğeri ise hala mücadele günlerinde..

Peki sizce hangi kararlar ya da hangi kırılma noktaları ya da silent (sessizlikler) iki Harvard’lıyı farklı yollara soktu? Ve bu farklı yollar bir daha yakın olmayan bu iki arkadaşı nasıl aynı yola sokamayacak kadar keskin olabildi?

Yine bir silent..
Kısa bir sessizlik..

‘Silent’le ilk kez bir süre önce uçaktan indikten sonra tanıştım.. Çok yakın bir kız arkadaşım uçuşun nasıl geçti diye sorduğunda birden ‘silent’ dökülüverdi dilimden.. Henüz silent’in tatil mitim olacağından ve önce sadece benim inandığım bir şeyleri doğuracağından habersiz havaalanından ayrıldık.

Yol boyunca aklımdan geçen tek kelime silent .. silent.. silent..

Ses artık Brad Pitt’in meşhur filmi ‘meet joe black’in giriş sahnesindeki ‘yess’ yesss’ seslerine benzemeye başladı.. Ama reel olarak sesli değillerdi. Sadece içimde duyduğum bir yankı.. Joe Black’in ürküttüğü başlangıç gibi değil, daha çok ‘moon river’ı dinler gibi kalbime dokunan yumuşak bir his..

İçimden bir şeyleri alıp götüren sonra başka hisler, duygular, başka bir vizyon getiren bir silent.. Kalbimin açık, kafamın net olduğu ama beni nereye götüreceğini bilmediğim sadece güvenmeyi seçtiğim bir sessizlik.. Belki de hayat kurtaran başka bir bakış açısını görebilmemi sağlayan, bana; doğru soruları getiren bir melek..

İçimdeki ‘moon river’ hissi değişmeden sorular belirmeye başladı önümde..

En zor anlarda Silent melekleri mi belirir yanımızda? Ya da bizim dile getiremediğimiz ‘sessiz’ anlara mı gizlenir aslında her şey? Hani konuşamadığımız anlar vardır, aslında her şey ortadadır ama ağzımızdan çıkamaz bir türlü o kelimeler ve her şey o sessizliğin içinde belirir.

Tercihlerin, kırılma noktalarının efendisi olabilecek kadar güçlü olduklarına inanıyorum bütün ‘Silent Melekleri’nin.. (ve sessizliğin..)
Akışı yönlendirecek kadar güçlü ama bunu bağırmayacak kadar da nazikler..

Gelelim iki profilimize..
İşleri daha kötüye giden ve bankası elinden alınan kişiyle bir gün resim sergisinde karşılaştım ve bir kahve içme şansımız oldu..
Sonunda dayanamayıp merak ettiğim o soruyu yönelttim..
Diyaloğumuzu aynen aktarıyorum..;

Neden aynı yolda giden iki kişinin hayatı sonra tamamen birbirinin zıttına dönüşür? Siz belki birbirinizi hiç sevmediniz ama yollarınız, okullarınız, yaptığınız işler hep kesişti.. Sizin yollarınızı ayıran ne?
‘‘Ben ne yaparsam yapardı, o yüzden girdiği işlere hiç şaşırmazdım. Ama şöyle örnek vereyim; Hakkımda bazı gazetelerde çıkan olumsuz haberler sonrası, o gazetenin patronuyla karşılaştığımız yerlerde konuşmaz ve selam vermezdim. Sonra bir gün O patron bana; ‘’O, kendisiyle ilgili gazetede her kötü bir haber çıktığında bize bir kutu çikolatayla geliyor, beni ziyaret ediyor, nedenini soruyor, bize hiç küsmüyor ama sen küsüyorsun’’ demiştir..
O her devrin adamı oldu. Şimdi bile odasına gitsen kimlerin resimleri vardır görürsün. Her dönem güç kimse onun yanında olur. Ben daha direkt ve doğru bildiğimi söyleyen ve yapan bir karakterim, bundanda ödün vermedim.
Bedeli ne olursa olsun.”..

Şimdi bunun ‘Silent Prensibiyle’ ne alakası var diyebilirsiniz.. Ama bunlardan hangisinin silent meleklerini dinlediğini bilemeyiz.. Doğru bildiğini yaptığına inanan ve bu yolda her şeyini feda edebilecek noktaya gelen mi, yoksa her şeyini korumak üzere hareket eden mi?..

Silent Melekleri’nin işte burada devreye girdiğini hissediyorum. Onlar, kırılma noktası oluşmadan önce içimize bir sessizlik yayıyor.. Başka hiçbir sesin ve düşüncenin giremediği yerde verilen kararın bizi götürdüğü yerden sorumlu olmadan bizim için bir süre dünyayı durduruyorlar.

Seçimin ardından ise düğmeye basan biziz.. Tıpkı iki Harvard'lı arkadaş gibi..