6 Ağustos 2012 Pazartesi

'Kafaların İçindeki İktidarsız Penis'



Ne ‘büyük penisi’ varmış kimi kafaların..
Halletmekle bitiremedi yıllardır, birbirini. Herşeyi böyle çözeceğine inanmışlar meğer.. Ama herşeyi..
Okurken gazete elimden düşecekti..
Muğla- Fethiye’de, nişanlısından ayrılmak isteyen bir genç kız- hem öz ailesi, hem de nişanlısının ailesi tarafından tuzağa düşürülüyor.
Öyle böyle bir tuzak değil bu..
Düşman olsa çekinir, düşünür, yapamaz.
Ama kafasıyla değil, başka yeriyle düşünenler yapabiliyor işte.
Kızın iradesi falan zaten onlar için mühim değil. Çünkü aldığı karara saygı duyulmadan- o hoca senin, bu hoca benim dolaştırıyorlar, önce garibi..
Sonunda istedikleri olmayınca; erkeğin- genç kıza tecavüzünü uygun bulup kapatıyorlar bir odaya..
Hem de öz ailesi alıyor, bu kararı..
Yeter ki; ‘sen bu işi hallet’.. deniyor damat adayına..
Yeter ki ayrılmasınlar ve o evlilik olsun..
Neye rağmen olduğu önemini çoktan yitirmiş..
Olsun işte.. Yeter ki olsun..
Plan için düğmeye basılıyor.
Ancak ‘uygulamada’ sonuç- beklendiği gibi olmuyor..
Genç kız, üç saat mücadele ettiği ‘tecavüz odasından’ yakayı kurtarmayı başarıp jandarmaya sığınıyor.
Sonrası tam bir rezalet..
Tüm aile- rezil rüsva tutuklanıyor.
Herkes merak ediyor, böyle bir aile büyük ceza alır mı?
Sanmam. Ama umarım..
Ama asıl soru..
Peki o kızın geleceği ne olacak?
Önce, Allah yardımcısı olsun. Öyle bir kırılma ki; keşke tüm geçmişini silip uzaklaşabilse oralardan.. İçindeki öfkeyi bırakabilse.. Ama bir daha oralarda olmasa.. Hiç dönmese doğduğu yerlere..
Keşke.. keşke.. keşke.. demeden once buradan Fatma Şahin’e sesleniyorum. Aylardır oradasınız, biliyorum göründüğünüzden daha duyarlısınız, hatta kimi zaman ağlamaklı oluyorsunuz, kadını koruyan yasaları uygulamayanlara bozulduğunuzu dile getiriyorsunuz.
Sizin kendinizi anlatabileceğiniz en güzel örnek.
Aile eliyle tecavüzü istenen, iradesinin üzerinden silindirle geçilen ve buna utanmadan zemin hazırlanan genç kızın geleceği, vebali bir gün yakanıza yapışmadan, siz bu kıza sahip çıkın..
‘Penisinden düşünenlerin’ eline bırakmayın..

*******

BABA VE KIZ

Bence bitmeyen hikaye...
Girişi, gelişmesi belli ama hiç sonu olmayan. Her kız evladın; ister babasıyla- ister ondan ayrı büyüsün aldığı koca bir şok vardır. Beklenmeyen.

En masum baba bile, ölümüyle şok eder..

Bir de hayatla kavgası hiç bitmeyen babalar vardır, hesabı da bitmez.. İçine kızını çeker.
Çember büyüdükçe; kız ya kendini garip bir hesabın, durumun içinde bulur- ya da hızla oradan kendisini çeker alır. Ama kız çocuğu bu; babasız büyüyenin- hep bir yanı mahsun kalır.
Ahu Yağtu ‘yu, Elif Şafak’ı en iyi anlayardanım o yüzden.. Anneannesiyle ve mücadeleci annesiyle büyüyenlerdenim..

Konu aynı ama kişiler başka bu kez.

Ahu ve Cem Yılmaz’ın bebekleri oldu.. Sevindiler, mutlu oldular derken; bir baba çıktı sahneye, susmayan.. Konuştukça konuşan..
İnci taneleri döktürür gibi ortaya saldı kendini, bütün ham düşüncelerini..
Arkasından babasıyla görüşmeyen bir kız çocuğunun hikayesi ortaya çıktı.. 9 yaşındaki Ahu Yağtu ‘babalık etmedin’ deyiverdi.
Ahu çok küçükken meğer evi terk etmiş, adam..
Şaşırıyorum elbet..
“Bir baba, kızının en mutlu gününü mahveder mi?” diye soruyorum anneanneme. Cevabı daha ilginç; “eder” diyor.
Sonra devamını getirerek; “böyle babaysa eder” diye..
Bana göre daha farklı; kız çocuğunun en mutlu ve en mutsuz anlarını yaratan tek adamdır baba..
En sevdiği adamdan daha üzer, daha sevindirir baba..



1 Haziran 2012 Cuma

BAŞKANLIK ARALARI..


Üzerinde aslında çok konuştuk ama asıl işaret edilen cümlelerin satır aralarını açamadık.
Geçtiğimiz günlerde Cüneyd Zapsu’nun sözleri önemliydi. Tam söyleyemedi ama söylediğinin diğer anlamını muhtemelen kendisi de çok iyi hesapladı.
‘başkanlık zaten var, sistemi de kurulsun’.. demek istemişti..
Alıntı yapıp açıklamalara yer veren haberler ise ‘başkanlık sistemi zaten var ama adının konulması lazım’ şeklinde algılandı.
Doğrular elbet baktığınız yere göre değişebilir ama satır aralarını göremezseniz ‘doğruyu’ en azından masanın üzerine bile çıkaramazsınız.
O yüzden başbakanı bile şaşırtabilecek anlamıyla, Zapsu’nun bilinen şekliyle dediklerinden ziyade demek istediğine yüzde yüz katılıyorum.
Yani başkan zaten var ama sorumlu, hesap veren başkan yok!
Neden mi?
Kafanızdaki tüm yargıları bıraktıktan sonra yan odaya geçelim, detaylarıyla anlatacağım. Biliyorsunuz bu odada hiçbir şartlanmışlık, hiçbir önyargı yok. ‘Free-zone’..
Vakit kaybetmeyelim ve buyurun başlayalım ve soralım.

1-Şuanda başkanlık ötesi bir ‘tek adam’ durumu fazlasıyla yok mu?
2-Diktatörden daha fazla, muktedir olmasına izin verilen bir yapıyı yönetmiyor mu?
3-Oy verirken hala parti başkanına göre değil de, hesap sorabileceğimiz dolayısıyla adımıza hesap sormasını istediğimiz milletvekillerini biz mi seçiyoruz?
4-En ufak bir kupa meselesinde bile kendisini arayıp, ‘bak seni başbakana bir şikayet ederim’ zaten çoğunun diline pelesenk değil mi?
5-Kendisinden habersiz, ne bakanlıklarda, ne de herhangi bir meselede uçan kuş var mı?
Cevapları hepimiz biliyoruz.
Dolayısıyla var olan ‘başkanlığa’- bir sistem kurulması, Türkiye’de dengeleri oturtmaktan başka bir zarar getirmez.
Atananların değil, seçtiklerimizin hesap sorabildiği bir başkanlık sistemi Türkiye’de başkanın hesap vermesini- yetki ve sorumluluklarından sorumlu olmasını sağlar.
Yani tartışma ‘başkanlık sistemi zaten var adını koyalım noktasından, başkan zaten var sistemi dengeli kuralım’ noktasına gelmediği sürece, Türkiye’de her şey sadece yapanın yanına kar kalır.

*****

Suskunluk!

Fazıl Say hakkında twitter mesajları nedeniyle “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama” suçlamasıyla 1.5 yıla kadar hapis cezası istemiyle hazırlanan iddianame mahkemece kabul edildi.
Haberi gördüğümde gerçekten çok üzüldüm. Fazıl Say’ı tanıyor olmamdan çok böyle bir konunun dava konusu olması hakikaten garip döngüyü işaret ediyor.
Fazıl Say iyidir, kötüdür. Söyledikleri yanlıştır, doğrudur. Ayrıca ister inanır, ister inanmaz. Severiz ya da hiç sevmeyiz. Bunlar hissiyattır, bağlayıcı özelliği olmayan duygular yani. Kızgınlık yaratsa da ceza doğurmaz. En azından tanımlanan ‘demokrasi’ anlam bakımından öyle diyor.
Tanımlanmayan kısmınsa ise; Fazıl Say’ı “bizim” gibi olmaya zorlamaktan başka bir algı yok, bu davayla.
Tersine, söyledikleri için yargı önüne çıkarıp ‘madem öyle, al sana ceza’ demekten başka bir şey ifade etmiyor.
Toplumda haliyle muhalif fikirlerini dillendirmekten sakınanların tek söylemi;
‘Madem suçlanacağım, neden boş yere uğraşayım’?
olacaktır.






27 Mayıs 2012 Pazar

Uludere'li Devlet Ana!..

Herkese bir vicdan portmantosu şart!
Şaka değil.
Yeri tam kalbe yakın, beyni gören ve vicdan girişinin hemen önünde olmalı.
Ne var- ne yok hatırlatması lazım..
Kiminde yok çünkü.. Keşke sonradan geliştirilebilen bir kas olsaydı, büyüyüverseydi böylece
belki dile de sözü geçerdi. Aklına ilk geleni söyletmezdi.
O yüzden bize bir vicdan portmantosu lazım. Yeri, tam Uludere'nin ortasında duran.. Annenin
kucağında bebek de olur şekli. O anne önceden değil ama sonradan ağladı çünkü.

Tahmin edeceğiniz gibi tartışma konusu Başbakan'ın sözleri.
Kurduğu mantıktan yola çıkarak, başka hesaplar yapmaya çalışıyorum ama aklım yine almıyor.
Mesela; “Her kürtaj bir Uludere” ise kürtajı 'azmettiren' her kadına da 'devlet ana' mı diyeceğiz bu durumda?
Uludere'de ölenlere anneleri kıyamamıştı üstelik.. Annelerinin kıyamadığına devlet mi kıydı diyeceğiz? Diyen dedi gerçi.. Sonuç aynı.. Ses seda yok..
Doğrudur ortalık her türlü cinayetten geçilmiyor. Bunlara fikir cinayetleri de dahil. Şuanda olduğu gibi. Hem de insani yanından kaçarak.

Herşeyden önce; kadın 'kürtaj' olma kararı alırken; önce kendi içindeki kendinin bir parçasını öldürmeye razı oluyor. Yapsa belki daha iyi olacaktı.. Yapmadığı -ömür boyu yük oluyor. Acabalar ara ara vicdanın portmantosuna takılıyor. Kendini de bir nevi öldürüyor kadın.
Ölene kadar vicdanının bir yerinde taşıyor bunu.. Kadın erdemi deyin ya da demeyin ama kabullenmediği bebeğin sonunu kabulleniyor, sahip çıkıyor. Acısını yaşamayı biliyor, sorumluluğu yükleniyor.
Peki yan tarafa geçelim.
Dönelim Uludere'ye; sorumlular nerde?
Hepsi mahallenin camını- çerçevesini indiren çocuklar gibi çoktan toz olmuş bile.. Ama ortada tuz buz olmuş camlar yok ki; tam 34 ölü var.
Sayıdan vuramayacak kadar sorumlulularına, gözlerini diken bir dava var. Sorumluları gözlerini kaçırsa bile var oğlu var.
Doğrudur.
Her kürtaj belki bir Uludere'dir.
Ama kürtaj olan hangi kadına sorsanız, elini kalbine koyar ve göz yaşlarıyla sorumluluğunu kabul eder.
Ama asıl soru;
Uludere için elini kalbine koyabilecek sizde kaç 'devlet ana' var?

*****

MENDERES'SİZ..

Hayatımın en çarpıcı günüymüş meğer bilmiyordum.
Geçen yıl Adnan Menderes'in Yassıada yargılamalarının ses kayıtlarını dinlerken iliklerime kadar irkilirken böyle hissetmiştim.
Adına yargılama diyemeyeceğimiz adiliğin, çiğ süt emmişliğin ses kayıtlarını duymak ne acıklıydı.. Demokrasinin köklerinin nasıl beslendiğinin, o köklere nasıl su verildiğinin en büyük örneğidir Menderes'in yaşadıkları.
'Padişahın şımarık torunlarının' oyunudur sanki.. Millete parmak sallamayı- el sallamakla karıştıranların torunları..
Ayhan Aydan ise dönemin tek yürekli sesiydi. Sevdiği adamı savunabilen, mahkemede 'metres' denmesini dahi önemsemeden; 'çok sevdim' diyebilmişti.
2009'da Ayhan Aydan hayatını kaybettikten sonra, yaşadıklarını yazan ve defalarca bir araya geldiği Can Dündar'ı yayına bağlamıştım.
Kendisine yeni bir hayat kurduğunu söylemişti. Ama kurduğu hayatın baş ucundan Adnan Menderes'in resmi hiç gitmemişti. O'na bakmadan başladığı gün olmamış.
Bugün 27 Mayıs'ın acı dolu yıl dönümüyle- böyle kocaman bir kadının yüreğine gömdü Türkiye, demokrasiyi o zamanlar. Şimdi ise hala yerini arıyor.

29 Mart 2012 Perşembe

Fişlenen Facebook mu?

Haberi görmemle, epeydir girdiğim kitap yazma tünelinden kafamı kaldırmam bir oldu.
“Başbakan’ın Facebook’taki hakaretleri şikayet ettiği” yazılmış.
Habertürk gazetesi haberi, iç sayfa 16’dan duyurmuş.
İçeriği dikkatlice okuyorum. Facebook hakaretlerine şikayeti, geçen sene Erdoğan’ın avukatları yapmış.
Konuyu mesele olarak ele alan ikinci irade ise: Üsküdar Cumhuriyet Savcılığı. Harekete geçen, polis. Yakalananlar; 3 bin profil hesabı.
Gelinen noktada; bu kişiler hakkında içerikli bir hakaret suçlamasıyla soruşturma açılıyor. Kiminin profil hesabı kapanırken, kimi de uyarı alıyor.
Daha ilginci, uzun süre devam edecek soruşturma- dava konusu olduğu takdirde, mahpuslu günler öncelikli bir alternatif olacak.
Yani kocaman bir parmak uzanıyor ‘muhalif Facebookçulara’.. ‘Oraya gelirsem varya topunuz bitersiniz oğlum’ yasal kılıflarla söyleniyor.


Bunun psikolojide bir yeri olmalı diye düşünürken buluyorum. Yorganı açık kalanların, doğu rüzgarına maruz kaldığı, 'muhalif sendromu' bu.
Ve bu rüzgarın tahammül barometresini bozduğu apaçık. Hem de epey önce.
Çünkü; böyle bir uygulamayı nereye koyarsanız aslen yatırıp olgunlaştırılacak bir zemini yok. Sadece ‘fişleme’ zemini bulunur.
Önemli ve basit bir soru var.
Bu ülkenin; hakareti- köşesine, berisine çekinmeden koyan ve ismi zaman zaman değişen Akit’i- Vakit’i varsa; Facebook'un Muhalif Çocukları niye olamıyor?


HÜLYAAAAA

Bayılıyorum O’na. Her zaman bir yenilik, her daim bir zeka parıltısı var. Güzellik ikonu bile oldu.
Tenis maçında selülitli haberlerden usanıp, bacaklarına alacağı reklamı konuşturma atağı için yılın parlak fikri ödülü, Kristal Elma’dan, Hülya'ya gelmeli.
Ama olayın talep görmesi beni daha da heyecanlandırdı. Önümüzdeki günlerde caddelerde kollarına, yüzüne reklam alan ünlülere şaşırmayacağım!


SEÇMELİ-SİN-DİN

Nereden bakarsanız bakın, başlığın lastiği çekildiği yere kadar uzuyor. Tıpkı meclisin acayip diyalogları gibi.
4+4+4 teklifi tartışmalarının kabak tadı vermesi ayrı bir hal almışken, tartışmalarda sarfedilen garip konuşmaların yanı sıra; 'akıl- mantık var' diye başlayan konuşmalar hayretle dikkatimi çekti.
Aklın- mantığın olduğu yerde zaten gündeme gelmesi vakit ve enerji kaybı olacak meselelerden, çıkan kavgalara, dini açıdan bakınca; tekamül etmemişe, inşallah dedirtiyor, bu kavgalar.

14 Mart 2012 Çarşamba

Kamelya Gölgesi..

Altın rengi saçlarıyla, bu bahçede yürüyen bir Camelya vardı..
Ahh Camelya..
Ne uzun seneler oldu, haber alamadım. Yeşil gözleri, beyaz teni, kırmızı dudaklarıyla güneşin altın kızıydı..
Tüm kasaba öyle alışmıştık ki- ona, görmediğiz günlerde içimizi bir sıkıntı kaplar, bu kasabadan gittiğini düşünüp korkardık.
Ahh Camelya!!
Ne ufakcıktın buralara geldiğinde…
Annenin elinden tutup bize geldiğin gün, sanki dündü.
O küçük kız, gözümün önünde büyüdü..
Ahh Camelya!!
Keşke hiç gelmeseydin buralara- hiç tanımasaydık seni.. Her öğlen buluştuğumuz yazları hiç bilmeseydik..
10 koca sene oldu!!
O lanet gün, tam 10 sene önceydi..
24 Ağustos 1572…
Ne kötü bir sabahtı…
Daha gecesinde kuruyan yapraklarımın damar damar olmuş halinden ürktüm, korkudan dallarımı aşağı doğru eğdim.
Gövdemin çökeceğini sanmıştım ki; bir süre sonra gelen gürültü kökümü temelinden sarstı.
Sabaha karşı, yanımdan geçen haçlı giysililerden duydum önce. Katoliklermiş, evlerinde uyuyan bütün Protestanlara saldıracaklarmış.
Köklerimden sıyrılıp hepsinin önüne düşmek hatta ağır bedenimi önlerine devirmek istedim.
Ormanın ağaç kesen delisini ilk kez o gün aradı, yaşlı kabuklarım çaresizce..
Ama her gün ağaçları kovalayan deli bile yoktu.
Yürüyen kalabalığın arasında kalan iki haçlı gölgeme oturdu, gövdeme yaslandı. Duyduklarıma inanmak istemiyordum.
Katolik olduklarını söylüyorlardı, Protestanları öldürme emri almışlar. Ama diğerleri gibi hevesli değillerdi. Ayakları kasabaya doğru değil, geldikleri yere doğru dönmek ister gibiydi..
Daha irice olanın, karısı razı gelmemiş kocasını katliama göndermeye, “ya onlar da sen oradayken buraya gelseler” sorusu dünyasını karartmış gibi bakıyordu. Arkadaşına anlatırken içindeki endişe tüm yüzünde dolaşıyordu. Kısa bir süre sessiz kalıp, o donuk dakikalardan sonra gölgemde dua edip birbirlerine sarıldılar. Birazdan yapacakları için af dileyerek yola koyulacaklardı ki; kısa olan, olduğu yere çivilenmiş gibi tüm enerjisini ağzından çıkanlara döküyordu. “tek şartım var, kadınlara ve çocuklara dokunamam” dediğinde irice olan konuşmadan başıyla onayladı arkadaşını.
Başını öne eğip, gözündeki yaşları sildi. İkisi de sessizce ayrıldılar, yanımdan.
‘Yapmayın’ diyebilmeyi çok istedim.
Ama beni duymazlardı..
Camelya’nın evde uyuduğunu biliyordum. Yatağında gördüğü rüyalar, tanrıyla arasındaki en derin yolculuğu kesilecekti.
Tek düşündüğüm Camelya’ydı…
Kimsenin öldürülmesini istemiyordum. Ama Camelya!
Altın saçlı Camelya böyle ölemezdi!..
Ben tanrıya isyan edemem. Nasıl edeyim ki; ben ağacım.
Kamelya Ağıcıyım.
Ama tanrı bugün uyuyakalmış.. Rüzgarı bile yok.

Bir süre sonra çığlıklarla irkildim. Dallarım titredi. Çiçeklerim geceden solmuştu.. Son kalanları da seslerle düştü. Gürültüler daha da şiddetleniyordu. İmdat çığlıkları, yerini iniltilere bıraktığında bütün çiçeklerim gövdemin etrafındaki toprağa dökülmüştü.
Ölenler kadar kuruydum. Dallarım sopa gibi sertti. Ölenlerin parçaları oldu her yaprağım, onlarla birlikte hayattan döküldüm.
Her şeyin bittiğini düşünürken yeniden başka çığlıklar yükselmeye başladı. Sonra çığlıklar, başka iniltilere bıraktı yerini.
Öyle uzun zamandır buradayım ki; her iniltiden kimin öldüğünü anlıyordum. Belki de o iniltiler arasında Camelya’yı duymaya çalışıyordum. Ama en acısı, ölenlerin kokusu başka geliyordu. Mezarlığa gömülmeye giden bir ölü gibi tamamlanmış bir koku değil, yarım kalmışlığın kokusu acı oluyor. Acı acı gövdemi yakıyordu yarım kalmışlık kokusu.
Hayatı tanımanın başka başka yolları olduğunu arkamdaki çınar öğretmişti. ‘yerinden kıpırdayamayan ağaçlara, sesler ve kokular düşmüş’.. Ama ben kokudan tanıyorum hayatı..

İkinci günün akşam üstüne doğru evlerinden kaçmayı başaranlar başka ülkelere gideceğini söyleyip, etrafımızda koşuyorlardı. Evlerini terk etmişlerdi.
Camelya’yı öyle merak diyordum ki…
Onbinlerce kişinin kanının, sokaklara bulandığını gördüğümde- hiçbir yağmurun yarım kalmışlığın kokusunu- temizleyemeyeceğini biliyordum.
Günler böyle de geçiyordu.
Artık umudu kesmişken Camelya çıkageldi. Saçları hala sarıydı ama altın sarısı değildi. O Camelya’ydı ama güneşin kızı değildi artık. Katliamın üzerinden geçtiği yorgun-bezmiş, ümidini yitirmiş kız çocuğuydu. Elindeki bohçasıyla önümde durdu. Sanki O’nu merak ettiğimi hissetmiş gibi gövdeme yaslandı. “vedamı burada yapacağım” döküldü kırmızılığını yitirmiş, soluk dudaklarından. Dizlerinin üzerinde çöktü.
Meğer o gün, gelenlerden biri yardım etmiş, kaçmasına.
Ailesinden kimse kurtulamamış. Sevdiği kim varsa boğazını kesilirken görmüş. Gövdemin yanı başında ‘artık insanlardan nefret ettiğini’ söyledi.
Çocukluğundan beri evleneceğini sandığı esmer genci de öldürmüşler.
Bir daha hiçbir insanla konuşmayacağına yemin etti, gölgemde.
‘Yarım kalmışlığın kokusu boğazımı yakıyor’ dediğinde gövdem köklerinden bir kez daha sarsıldı. Bir tek ben değilmişim diye kıpırdanacak oldum. Önümde duran Camelya’nın bu haliyle gövdem daha da sertleşti.
‘Artık inancının olmadığını, inandığı ne varsa kasabada katliamın içinde bıraktığını’ söylüyordu.
Ayağa kalkmadan önce, ellerini- son kez yukarıya uzatıyormuş gibi ağar ağar kaldırdı. Gökyüzüyle yaptığı anlaşmayı bozmuşcasına kollarını toprağa doğru indirerek- gövdesine yapıştırdı. Bir daha yukarı kalkmalarını istemiyordu. Kolları kabullenmişcesine gövdesine uyum sağladı.
Kasabanın epey uzağındaki yıkıntı bir binaya kapanacağını söyleyerek, uzaklaştı.

O günden sonra- her yıl, tek bir çiçek açıyorum. Tek Kamelya!
10 yıldır, her yıl bir tek kamelya! Camelya’nın hayatı için…
Bir gün gelip, o çiçeği bulup hayata dönmesi için.. Tanrı uyuyakalsa da- ben Camelya’ya içimdeki anlaşmayı bozmadığım için.

****

Not:
İnsanların hayatlarını, inandıklarını dayatma uğruna 1572 Ağustos’unda bazı Katoliklerce, on binlerce protestana yalpan bu katliam, Paris’de başlayıp ülke geneline yayıldı.
(Saint Barthelemy Katliamı)

7 Şubat 2012 Salı

KARA (daki) KİMLİK

Bir kadın ve bir adam: koca bir dünya!
Bazen de iki yarımın tam etmediği kadarlar.
Birşey daha var.
Bir adam ve bir adam!
Delicesine aşıklar. Biri özgür- diğeri ailesinden köşe bucak kaçmış! Aile cahil. Sonunda çocuk ölüyor.
Zenne filminden bahsediyorum.
Farklı versiyonları da var. Etrafımda.
Başka ülkenin insanları, Türk değiller ama Akdeniz'den..
Su- aynı duyguları, vurduğu farklı karalara da aynen taşıyor.
Aile ülkenin en önde gelenlerinden, oğulları ise başarılı ve tanınan bir işadamı. Sözde kız arkadaşları var, hatta kızlar onu kazanova bile sanıyor.
Oysa onun gönlünde yıllardır sevdiği bir erkek var.
Benim dışımda iki arkadaşımız daha biliyor, hepsi bu. Bazen tatillerde onların sırlarını bilenler grubu, buluşup ortak bir yerlere gidiyoruz. Genelde de tekneyle uzaklaşmış oluyoruz.
Onlar karadaki kimliklerinden sıyrılıyorlar. İçlerindeki en doğal oluveriyorlar.
Sordum- her şeye rağmen açıklayıp kurtulsanız özgürce 'buyum' demek zor mu?
Dışarıdan göründüğü gibi değil işte. Bedeller, ederler, hayat; başka başka kimlikler yapıştıracak, korkusu sarıyor.
'Sen mutluysan böyle kalsın' diyorum.
Sonra koyduğumuz isimlerin bizleri ne kadar sınırladığını düşünüyorum. Küçüklüğümden beri sevmediğim etiketleri hatırlatıyor.
İsimlerin bizim gerçeğimiz olmadığına eminim. Hiçbiri bizi yeterince anlatmıyor.
Düşünsenize!
Benim adımın Bahar olması, önüne kaç kışı aldığıma kimi şahit çıkarır?
Bir ben. Ama anlatmıyor işte.
Elle, kürekle, çabalamakla olmuyor.
Olduğu kadarıyla sadece zevkle yaşanıyor.
'Kara kimlik'lerden, karadan uzakta...
Hepsi bu.

***

2004'ten ÖTEYE YOL YOK!

Telefonuma önce 09:06'da “Pamukova'da 41 kişinin yaşamını yitirdiği hızlı tren kazasının davası görülecek.” diye mesaj geldi. Aradan geçen bir kaç saatin ardından ise; “Sakarya Pamukova'da 41 kişinin yaşamını yitirdiği hızlı tren faciasıyla ilgili dava, 7.5 yılın ardından zaman aşımı gerekçesiyle düştü.” mesajı eklendi.
Kararın böyle çıkması derdim değil. Bağımsızlığını, kamu vicdanını vs bunları tartışmayacağım. Başka birşey var, hafızamda.
Kağıt üzerinde 'zamanaşımı'na uğrayan meselenin, yaşandığı günün benim hafızamda zamanaşımına uğramadığı gibi.
Hiç unutmuyorum.
Kaza haberi geldiğinde; evdeydim son dakikayı izliyordum. O günlere damgasını vuran tartışma; hatlarda hiçbir yatırıma gidilmeden sadece başına eklenen 'hızlı' kelimesiyle yola devamın facia yaratacağıydı. Karşılıklı tartışmalar bir süre devam etmiş kaza günü ise zirveye ulaşmıştı.
Tüm bunları belki hatırlıyorsunuzdur ama benim bu hayatta özellikle dikkat edip- hatırladığım başka birşey daha var.
Yüz ifadeleri!
Hiç beceremez saklanmayı. Olduğu gibi oraya olayı yerleştirir.
Ben de yüz ifadesi avcısı gibi; onları hikayelerime alırım ya da haberlerim de özellikle altını çizerim. İnsani bakışın onlarca devlet politikasından önemli olduğuna inandığım için.
İşte tam o gün- Başbakan Erdoğan Rusya'da ve canlı yayında Putin'le basın toplantısı düzenliyordu. Yardımcılarından biri tren kazasının yazılı notunu başbakana verdi.
Bir süre elindeki kağıda gözlerini açarak bakan Erdoğan'ın yüzünün şekli tamamen değişmişti.
O anda basın toplantısı ızdıraplı saniyeleri, dakikaları sürdürmekten başka birşey ifade etmiyordu, onun için. Daha fazla bilgi ihtiyacı duyduğuna emindim. Toplantı birşekilde kısa sürede, apar topar tamamlandı.
Daha sonraki saatlerde Erdoğan'ın yaptığı açıklamalar bildiğimiz ifadelerdeydi.

Kapalı kapılar ardında başbakan sürekli bu tür tepkiler veriyor olabilir; ama milyonların izlediği bir canlı yayında duygularını ilk kez o an- en açık haliye ortaya bırakmıştı. Sonraki yıllarda aynı ifadeye hiç rastlamadım.
Anlamlıydı.
Şimdi çıkan bu son kararı da başbakanın önüne konan bir nottan son dakika okumasını ve canlı yayında izlemeyi çok isterdim.
8 senenin ardından, tartıştığımız tüm konuların fotoğrafı olurdu.
Hepimiz için.
Çünkü; tren kazasında insanların öldüğü bir dava, zamanaşımına uğruyorsa- bırakın herşey olduğu gibi kalsın, 2004'den öteye yol yokmuş meğer.

6 Ocak 2012 Cuma

TURKISH VAKVAK!

Vaka-i Vakvakiye; nam-ı diğer Çınar olayı. Osmanlı döneminde geçen acıklı bir hikaye. Alakasını aşağıda anlatacağım ama önce 17. yüzyıldan aldığım bu ismi günümüze getirelim. Ve bizim vakvaklara bir bakalım.

Vaka 1- Bülent Ersoy: Deniz Gezmiş, bana gazoz ısmarladı kendisine şarkı söyledim.
Tepki: Tanışmaları mümkün değil aralarında 5 yaş vardı!!! Gazoz şişesi bulunsun!
Vaka 2- Ali Şan, sevgilisinin bütün eskilerini ortaya döküp erkekliğin kitabını yeniden baskıya sürdü!
Tepki: Demet Akalın gecikmedi. Arkadaşıma yamuk yaptı, kovdum diyerek kadın dayanışmasına ayrı bir sayfa açtı!
Vaka 3: Yiğit Bulut, Habertürk’le yollarını ayırdı.
Tepki: Yükselişi haset yaratanın, inişi de zevk yaratırmış sözü- kendini bir kez daha gösterdikten sonra, sosyal medyada kıyım başladı!
Vaka 4 :İşadamının oğlu S.Ç.'nın- sevgilisinin evine kimin girip çıktığını detayıyla öğrenmek için yerleştirdiği gizli kameralar ortaya döküldü!
Tepki: Özgüveni olmayan bir erkeğe en büyük cevabı, doğuştan kendisi vermiş olmalı!

Tüm bunların alt metinlerine bakınca; hani meşhur şarkı gibi.. “Ben gönlümü eğlerim gerisi Allah kerim, bir başkadır benim memleketim…”
Aşağı yukarı böyle oluyor.
Çünkü; yukarıya dizdiğim vakalara ister aşağıdan yukarı, ister yukarıdan aşağı bakın. Hepsinde aynı şey var. Hepsi vakvak durumu.!
Gelin önce her zamanki gibi kapıyı kapatıp, yan odaya geçelim ve ben size saklanan net fotoğrafı çekmeceden çıkarayım.

Bülent Ersoy’dan başlayalım.
Literatürümüzde sıradan ‘gazoz’ bile; Nuri Alço sayesinde seksin önemli bir sembolü sayıldığı için haliyle Deniz Gezmiş’in yakınları canhıraş türlü açıklamalar yaptı. Bir tek ‘Deniz gazoz içmezdi’ demedikleri kalmıştı ki; birileri bunu da söyledi sanırım.
Ali Şan, kız arkadaşıyla verdiği performansta karakterinin altını öyle derin çizdi ki; bundan sonra ayağa kalkabilmesi zor.
Yiğit Bulut’a sevinenler için; hayat o kadar enteresan ki- nerden bakarsan bak. ‘Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner’ dememek içten değil.
Ve son olarak; iş adamının oğlunun gizli kamera aşkıyla yaşadığı garip olaylar…
Aklınız alıyor mu?
Almaz!

Yukarıda bahsetmiştim Çınar Olayı’ndan. Osmanlı Devleti’nde 17. yy’da çıkan askeri bir ayaklanma.
Ayaklanmanın sonunda, isyancılar tarafından ölüme mahkum edilen kişiler At Meydanı’nda bulunan büyük çınar ağacının dallarına asıldığı için- bu ayaklanmaya Çınar Vakası denmiş.
Korkunç manzara!.
Üzerine cesetler asılmış bu ağacın verdiği görüntü ise, Cehennem’de bulunan ve meyveleri insan kafası olan Vakvak ağacına benzetilmiş, o dönem.
Bu sebeple hadisenin adı 'Vaka-i Vakvakiye' olarak kalmış.
Günümüzdeki tablolar fiziken bu kadar ızdıraplı ve acımasız değil ama duygusal karşılığı çok daha fazla yaralayıcı.
17. yy’dan beri oralarda kaldığını sanmadığım ‘vakvak ağacı’ ise gündeme bakınca- artık içimizde yaşıyor olmalı.

Hepimizin vakvakları kendine yeter!

2 Ocak 2012 Pazartesi

Al Tv’yi koy çuvala, salla salla vur duvara!

Modası geçmiş sıkıcı anlatım ve girizgahlarının, 2011’de arkamızda kalması dileğiyle- kabak tadı veren- ne varsa listeledim.

-bu zihniyet..
-bir kısım medya..
-tsk’nın her yaptığı…
-Tanklar yürüyor..
-Ertuğrul Özkök nereye kadar?
-Darbeler iyi/kötü
-Darbe bina edilir…
-bütün dökümanlar suç..
-bunlar olmasaydı, 28 Şubat olmazdı
-Medya siyaset üçgeni
-Sivil kamuoyu..
-Silahlı Kuvvetler
-Genelkurmay bülteni..
-Sivil Hükümet
-Ankara’daki hava gerginleşti..
-Türban..
-Ortam ısıtma..
-Ortam dinleme..
-Ortam hazırlandı..
-10 yılda- 10 milyon
-Sincan’ın tankları..
-Sözde Ermeni soykırımı…
-Demokrat..
-Kürt açılımı..
-Bedelli Askerlik,
-Atanamayan öğretmenler,
-Candaş/yandaş medya
-…..

Taze 2012’de kendimize yeni kelimeler seçelim, yerine koyabileceklerimizi tartışalım ama aynı ses tonuyla tartışmayalım daha fazla.
Aynı ezberleri tekrarlayanları izlemeyelim. Bırakın tek başlarına konuşsunlar. Gündemin ilk sırası siz olun. Mesela ilk sorumuz; en çok neyi yapmak hoşuma gidiyor? olabilir. Sonra hangi film daha güzel? Dışarıda hava güzel, hadi hareket edelim! Sürüsüyle var bunlardan, hepsi de sizi ilgilendiriyor. Kapatın televizyonu gitsin. Sizin televizyonunuzda ne oynuyor, oraya doğru bakın… Sonra anlatın, paylaşın ben dinlemeye- okumaya hazırım.
Çok iyi bir yıl olsun..

***

‘Hayy bir konuk olaydın!’

İyi konuk olmanın yolları, nerden geçer?
‘Böyle soru mu olur canım? Konuğun iyisi- konusuna hakim olandır’.
Yok öyle değil!.
Artık konuğun iyisi mumla aranıyor. Ve iyi konuk olmak- Türkiye standartlarında haliyle bir nevi mesleğe dönüştü.
Yıllardır yazmak istemiştim ama televizyonda her gün programla yan yana gelmesini istemediğim bir yazı konusu olabileceğinden, ertelemiştim. İkinci Kısmet 2012'yeymiş.
**
Çok zor iştir konuk ağırlamak. Her yönden. Evinde ağırlasan, hatta tüm yemekleri bile sen yapsan daha iyi. İş televizyona gelince, insanlar garip bir şekilde değişebiliyor. Dışarıda gördüğün adam 3-2-1- yayın deyince, aaa o adamın içinden yürüdü!.
Başka biri kalıyor, geriye stüdyoda. Kalan adama/kadına haliyle, hem iyi soru soracaksın, hem konuşturacaksın, hem gönlünü alacaksın.. Bu arada yayın temposunu ayarlayacaksın! Yapacaksın da yapacaksın..
O yüzden ehliyetli konuk olmak- eğer seçeceğiniz bir dal ise, buyurun kapıyı kapatıp, yan tarafa geçelim, anlatacaklarım var.
Televizyon programları için her durumda aranan ve istenen olmayı istemek?
Yetmez!.
Size bir de reytingi lazım. Sonra programlardan, program beğenin.
Aşağıdaki liste konuk olduğunuzda yapmanız ve yapmamanız gerekenler. Gerisi size kalmış.
Son not olarak; eğer benim konuğum olacaksanız lavanta kolonyasını daha çok severim, haberiniz olsun.


*Yapmayın
-Yayın öncesi sunucuyu ilgiye muhtaç çocuk gibi oyalamayın. Sonuçta niye çağırıldığını biliyorsunuz. Bilmiyorsanız zaten orada ne işiniz var?
-Yayın öncesi ‘ben onunla çıkmam’ kaprislerinden olabildiğince kaçının çünkü; sunucunun gözünde imajınız başlamadan bitiyor. Ters teper.
-Yayında alçak sesle ve yavaş konuşmayın çünkü; aynı zamanda yayının gidişatından sorumlu olan sunucuya bir de sizin üzerinizdeki ölü toprağını silkeleme işini yüklemeyin.
-Sunucunun sorduğu sorulara tepki vermeyin, istiyorsanız zekice geçiştirin.
-Sunucuya odaklanmayın konu daha önemli!
-Uzun uzun sıkıcı anlatımlara düşmeyin. Net ortadan dalın gitsin.
-Sunucuya yayında ‘hanım efendi, bayan’ demeyin. Adı var!
-Klasik kalıpları kullanmayın.. ‘Efendim şimdi mesele öyle değil’ gibi..
-Nefes almadan taramalı tüfeğe bağlamayın
-Rasim Ozan’la arkadaşlık etmeyin. Bağırıp, adamın asabını bozmayın!
-Yayın öncesi muhabbet olsun diye; ‘ne olacak bu medyanın hali’ geyiğine bağlamayın. Sunucunun her gelen konuğa aynı şeyleri anlatmaktan sıkılmış olabileceğini hatırlayın.
-Sunucu diğer konukla konuşurken havaya veya saatinize bakmayın. Bu davranışlarla hiç konuşamayabilirsiniz.
-İçinizdeki bütün cümleleri dışarıya bırakmaya gelmiş gibi davranmayın. Medeni olarak sırasıyla yarısını çıkartın, diğer yarısı süzgecinizde yani sizde kalsın.
-Sunucuyu etkilemeye çalışmayın, sizden önce bu konuyu kaç kez tartıştığını tahmin bile edemezsiniz. Samimi olun yeter, bundan doğal olarak etkilenir.

*Yapın
-Konuya göre spontan ve neşeli olun. Gerektiğinde kafanızdaki metinleri atın gitsin.
-Kısa konuşun. Dinamik ve tempolu olun, isabetli kelimeler/cümleler seçin.
-Gülümseyin.
-sunucuya ismiyle hitap edin.
-Yayına gitmeden önce yayına çıkacağınız sunucuyu tanıyın. Program öncesi yaptığı işlerle ilgili bir şeyler söyleyin. Konuyla ilgili sizi hatırlamasını sağlarsınız.
-Neşeli olun.
-Sunucuya güven verin. Sizi gördüğünde- yayına doğru kişiyi çağırdığından emin olmalı.
-Nazik olun. Yayına çıkmaktan hevesli değil, keyif aldığınızı hissettirin. Aynı zamanda yoğun olduğunuzun da altını çizin.

Anlaşıldığı üzere; aranan konuk olmak- ince bir ipin ucunda yürümekten geçiyor. İleride daha fazlasını yayınlayacağıma emin olun. Bunları zaten yaptığını düşünenler için ise; lütfen kendinizi bir de siz izleyin.