14 Mayıs 2011 Cumartesi

Kör Amine ve Bülent Arınç eşit mi?

Doğrusu gerçekten; ‘sen bana yaptın, ben de sana yapacağım ve işte şimdi eşitiz’ demek midir?
İçimiz bir tek böyle mi rahatlıyor?
Yani senden aldığım nefreti hazmedemedim ve şimdi sana iade ediyorum. Eşit olmamız için aramızda 'hınç'ın durması şart mı?
Sırayla mı yaşanacak acı?
Bir sen, bir ben.. Sonra yine aynı..
Acı ve zevk arasında bir müthiş bir örgü var. ‘Sen bana yaparken çok acımıştı, şimdi sana yaşatmak çok zevkli’.. Kimilerine oyunu en tatlı kılan ilişki; zalim ve mazlum.. Hiçbir zaman ortayı bulmayanlar ve bulamayacak olanlar..
İki örneğim var.
İlki İran’dan. 31 yaşındaki Amine Behrami, 2004 yılında evlenme teklifini kabul etmediği için Macid Muvahedi tarafından kezzap atılarak, kör edilmişti. Seneler süren dava sürecinde yaşadıklarını ‘Göze göz’ isimli kitapta anlatan Amine; bu günlerde ise kendisini kör eden Macid’i de aynı karanlığa götürecek.
Yani mahkeme kararıyla ve doktorların gözetiminde- Amine, Macid’in gözlerine yirmişer damla kezzap sıkacak. Kararın ardından konuşan Amine Behrami’nin açıklamaları ürkütücü ve dikkat çekiciydi. ‘‘Çok mutluyum. Sonunda 6 yıl sonra hakkımı alacağım. Ona sen kazanmadın ikimiz de şimdi eşitiz diyeceğim.’’
Ama Amine’nin dürüst olduğu ve farkında olduğu bir taraf var. Evet ikisi de kaybetti. Ve Amine bunu çok iyi biliyor.

İkinci örnek ise yine zalim ve mazlum tarafından ama açıklamaların sahibi vicdanlı bir politikacı olmasına rağmen farkındalığının yüksek olmayışı dikkat çekici.
Bülent Arınç öyle bir isim ki; kamuoyu vicdanına ters düşen çoğu meselede partisinden aykırı bir ses olmaktan hiç çekinmedi.
Bu sefer de ‘yeşil elbiselilere’- 'ayar verilince, nasıl da izaya girdiler' demek istedi. Hem 27 Nisan e-muhtırasını, hem de Cumhurbaşkanı’nın eşi Hayrinüsa Gül’ün elininin sıkılmadığı günleri hatırlatarak artık çoğu şeyin değiştiğini, Türkiye'nin de normalleştiğini vurguladı.

Aslında yaptığı yorumlarda Türkiye’nin normalleşmesi adına verdiği güzel örnekler de varken- Çankaya’nın geçen sene verdiği 29 Ekim tek resepsiyona eşlik etmeyenleri de unutmuş olmalı ki- hatırlatalım.
Dolayısıyla bu ‘normalleşmenin’ bahsedildiği şekilde normal olmadığı, sadece normalleşmiş havası verdiği izlenimi doğuyor.
Mesela, Arınç; ordu için ‘artık topuk selamı veriyorlar’ diyor.
Haliyle merak ediyorum. Bunun neresi normal?
Ellerinde güç olsa yine aynısını yapmayacaklar mı?
Daha fazlasını yapacaklar.
O zaman Türkiye gerçekten normalleşti mi, yoksa güç damarları yer mi değiştirdi?
Ordunun bazı mensupları zaten olması gerektiği gibi demokrasiye saygı gösteriyoruz mu dedi, yoksa boyun eğmek zorunda mı kaldı?
Sayın Arınç bu açıklamanız sizden aykırı sesi her daim çıkaran vicdanınıza gölge düşürüyor. Ordunun gücünün azaltılmasını doğru bulurken; kızgınlıkların- intikama dönüşmesi Türkiye’yi nasıl bir zemine götürür sizce?
Türkiye bu dönüşümde bunu görmezden gelemez. Dönüşümünü yavaş tamamlayan bir ülke artık zalim-mazlum çekişmelerini kesip atmadıkça herkes bir şeyleri korumak adına sırasını bekleyecek ve kör ebe oynayanlar hiç bitmeyecek.

12 Mayıs 2011 Perşembe

KESİŞME...

Kabul edelim, bir şeyler muhakkak bir yerlerde birleşiyor. Ya da biz hep bir yerlerde kesişiyoruz. Hatta nadiren- hem kesişiyoruz, hem de hikayenin en başına hakimiz. Ara ara o hikayenin bir içine çekilip haberdar oluyoruz ama sonra yine yokuz.
Aradan belli bir zaman geçiyor, bir şeyler oluyor. Araya başka hikayeler de giriyor. Ama yeni bir şeylerden önce biz mutlaka ve ısrarla yine karşılaşıyoruz.
Sadece bugüne kadar, hiç böyle karşılaşmamıştık…
Tramvaya biner binmez- adım attığım kapıdan kafamı kaldırdığım an oradaydı. Çok zayıflamış, tanımakta zorlandım. Ama bakışlar ve gülüş hiç değişmez ya! Onun da çocuk gibi parlayan göz bebekleri, sıcak gülüşü hiç değişmemiş. Başka her şey değişmiş. Onunla karşılaşmalarımız her seferinde hayatlarımıza başka bölümler açtı... Ama O, bu kez sınırı öyle bir yere çizmiş ki; acaba bir daha onunla kesişebilir miyim?

***
Arkeoloji Müzesi’ne yeni gelen eserleri ve yenilenen bölümü görmek için koşturarak, Topkapı Sarayı’na çıkan Osman Hamdi bey Yokuşu’na yetiştim. 19.yüzyılın Osman Hamdi bey’i ile kaderi değişen müze binası, en az içindeki eserler kadar eşsiz. Bahçeden girdiğim kapı, daha o dakika- nefes nefese kaldığımı bile unutturdu.
Müzenin içine girince; Zeus üst katta heybetiyle uzun bir koridorun sonunda bekliyordu. Kafamı Zeus’tan sola doğru çevirdiğimde; çocuk Eros’lar bin yılların neşeli ruhunu yitirmemiş. Hala oyun oynar gibiydiler.
Müze; Troya, Likya, Eski Roma, Bizans, sadece doğanın gücünü kabul etmiş medeniyetler, tanrının heykelini yapmış, tanrıya kurbanlar vermiş inançlar, bildiğimiz- bilmediğimiz hangi medeniyetl varsa çoğu burada dondurulmuş. Aynı zamanda sanki birileri bir düğmeğe dokunsa, anında canlanacaklar hissiyle ordalar üstelik…
En dramatik olan; müzenin içindeki eserlerin ve eserlere konu olanların da aynı çatı altında olması. Binlerce yıl önce birbirlerine karşı verdikleri amansız savaşa rağmen- kesiştikleri yerde beraberler. Üstelik bu kez başka müzelere gidebilmek için dünyayı da beraber dolaşıyorlar.
Ölümsüz bir kesişme var burada.
Onlar kanıyla- canıyla yok ama onlara ait olanlar burada kesişiyor. Kısmen yenilenen müze ve yeni eserler şerefine verilen kokteyl boyunca aklımda tek kelime vardı.
‘Kesişme’...

***
O'nu ilk tanıdığımda; öğlenleri odama aniden girip ‘hey napıyorsun bakalım’ derdi.
Çalıştığım televizyonda direk genel müdüre bağlı, dizilerin prodüksiyonlarından ve izlenen bir çok projeden sorumluydu. O bir şeylere ‘olsun’ diyorsa mutlaka olurdu.
Hırslı, çalışkan ve tanıdığım en iyi yaratıcı beyinlerden biriydi.
Her şey istediğinden de hızlı gitti kariyer basamaklarında..
2007 Temmuz’una kadar..
Sonra öyle bir şey oldu ki; bir daha hiç bir şey eskisi gibi olmadı ona.

2007 Temmuz’uydu tatile gidiyordum, yoldan konuştuk ‘dönünce şu gün buraya muhakkak gidilecek’ diye sözleştik.
Döndüğüm gün hava alanından eve gelirken aradım. Ablası çıktı telefona ve yoğun bakımda olduğunu söyledi. Amerikan Hastanesi’ndeymiş, apar topar gittim. Valizleri bile Amerikan hastanesi resepsiyonuna bıraktım. Tabii göremedim onu, yoğun bakımdaydı. Ama ablasıyla, doktorlarıyla konuştum. Öyle umutsuz bakıyorlardı ki- yüzüme sanki her an her şey olabilir gibiydi.
Binde bir olan omurilik iltihabına yakalanmıştı.
Daha 1 hafta önce gülerek konuştuğum kişiyle konuşamamak tarif edilecek bir şey değil, çok çaresiz hissetmiştik.
Birkaç hafta sonra iyi işaretler gelmeye başladı, herkesin duaları kabul oldu ki; O da iyileşti. Gözlerini açtı, hayata yeniden döndü.

Ama bildiğimiz, alıştığımız hayatına dönmedi, çok düşündü ama eskiye dönmek istemedi. Aslında hastaneden önceki hayatını suçladı olanlardan. Çalıştığı kanala gitmedi. Bir daha çalışmak istemediğini söyledi.
Ara sıra sahilde yürürdük; derin bir sorgulama damarı açmıştı kendine. Uzun saatler, günler, aylar sadece düşündü.
1 yıl önce evine gitmiştim. Yine çok eğlendik ama bu sefer başka bir yöne doğru gittiği belliydi. Eskiye dair bir şey bırakmayacağını anladım. Ama ne yapacağını bilmiyordum. Bundan önce geçen yıl Kuledibi’nde karşılaşmıştık, ayak üstü konuştuk uzun zamandır görmüyordum ki; Sultanahmet durağında bindiğim tramvayın içinde oturuyordu. Çok şaşırdım. Nasıl bir tesadüf beni o kapıdan, o an içeriye sokarken aynı anda onu da oraya oturtabilir ki?
Öğrendiklerime daha da fazla şaşırdım. Meğer artık çantası sırtında turist gibi dünyayı geziyormuş. İstanbul’a yeni gelmiş ve ertesi gün yeniden başka bir yere gidecekmiş. Çok mutluymuş. ’’hiç plan yapmıyorum, öylece geziyorum.’’ dedi. Modern derviş tadında konuşuyordu. İlla dua bilen, ilmihalle gezeninden değil de- kendine, kendi felsefesini edinmiş post-modern bir derviş olmuş…

Bahsettiğim kişi medyanın çok önemli projelerine imzasını atmış, belli bir kesimin iyi tanıdığı ve bir kaç yıl önce kaybettiğimiz ünlü bir ismin de yeğeni..
Onun geçirdiği dönüşümü müzeleştiremem, duvara da asamam belki ama bunlara şahit olduğum için ‘kesişmeyi’ burada tarihe not düşebilirim.

Bizim için hayat kesişmelerden fazlası değil çünkü..









(Martı’nın Günlüğü)

5 Mayıs 2011 Perşembe

SEVİŞME KARNESİ

Öpüşmek: 0
Dokunmak: 0
Fantezi:-100
Bir izleseydim: Zaten yok!
Sevişmek: Yorgan altına döndü!
Sonuç: En iyisi ’’çay demlemek’’ su ziyan olmasın…

***
Paris’in sevişen tiyatrolarından bahseden bir giriş ne havalı olurdu değil mi? Aynı zamanda Fransızlar kadar ‘sevişgen’ bir toplumun milliyetçiliğinin nerden-nasıl beslendiği konusunda değişik bir sentez de attırılabilirdi buraya. Mesela siyasete olduğu gibi; sevişmelere de milliyetçi bir yerden mi bakıyorlar bu aralar, yoksa ‘bütünleşilen’ anlarda artık ‘vatan-millet-Sakarya’ mı?

Fantezi mi yapıyorum?
Sanmıyorum. Ama BTK’nın ilginç fantezileri olduğunu biliyorum.
Bir filtreleme sistemi ortaya çıktı. Yani en açık tabiriyle ‘fişte bir el, ister çeker-ister çekmez.’ Keyfine kalmış.. Ya da her yeni gelenin ahlaki örgüsüne göre farklı uygulamalarla karşılaşacağız.
Örnekleri nerde var diye sorunca; Çin, Rusya ve İran gibi ülkelerde uygulanan değişik saçmalıklar aklıma geliyor. Hani şu zamanında tek mikrofonla AB’ye alternatif adres gösterilen seri kupon!

Biraz daha araştırınca; 22 Ağustos’tan sonra ‘hangi internet paketini istersiniz’ diye soracaklarını öğreniyorum.
Aile-Çocuk-Türkiye-Standart gibi seçenekler mevcutmuş. Ki ben- ‘dünya standardı var mı?’ diye sormak isteyenlerdenim...

‘Standart’ seçildiğinde bugün internette nereye giriyorsak aynen devam gibi; fakat BTK’nın belirlediği bir paketten internete ulaşacaksınız. Dolayısıyla her an bazı siteler gidebilir de- gelebilir de!. Artık ‘fişçi başının’ insafına kalmış!
Bu arada ’’devletimiz’’ bizi hiç uğraştırmadan porno ve erotik arasındaki farkı da net olarak belirlemiş.
Artık ulaşamadığım siteye DNS’lerim diyorsanız, ‘ikileyin’ cevabını alabilirsiniz. Çünkü artık DNS’ler de değiştirilemiyor.
Kontrol ve yetki tamamen BTK’nın insiyatifinde.

Uygulama haliyle, BTK’ya muazzam yetkiler verirken; aynı zamanda yeni bir rant kapısı da yaratıyor.
Yasağın yarattığı fırsatları değerlendiren yasakçılar ve rantın kapısından girenlerin, internet kapılarını tuttuğu yeni bir dönem başlıyor.
Yani devlet yine, vatandaşına değil- devlete hizmet etmeye devam ediyor. Böylece; devletin kendine hizmet eden damarının, kim gelirse gelsin kesilmeyeceği gözümüze bir kez daha sokuluyor.

Peki interneti sınırlayan kafayla- Özal’dan önce el telsizini yasaklayan kafa arasında fark var mı?
Yok çünkü; Türkiye’yi tartışmalar treninden indirmeyen bu kafa, ‘açmak’ değil, her zaman ‘kapatmak’ peşinde..
Vatandaşından korkan devlet, Özal’dan önce el telsizlerini yasaklamıştı. Özal yasağı kaldırarak bu korkuyu yıktı.
Şimdi ise AKP hükümetini de çeşitli bürokratik manevralarla uyutan bu kafa; ‘açmayalım’, ‘yapmayalım’, ‘yaptırmayalım’ ideolojisiyle yoluna devam ediyor ve internetin gücünü çok iyi bildiği için çeşmenin başına koltuk atıyor.
Ve belli ki; ‘devlet geleneği hiç sevişmiyor’…

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Kendi Vatandaşından Korkandan Kabile Bile Olmaz!

İki sene öncesinin 1 Mayıs’ında, Cihangir’de kendi evimde otururken biber gazından zehirlendiğim günü, devletin aklı selimliği bir yana zehirlediği bile konusunda artık şüphem yoktu. Hem meydana gidemedim, hem işe gidemedim arbededen, ama evimde zehirlendim. Böyle bir çözüm olabilir miydi sizce? Giden kadar mağdur, gitmeyen kadar esir eden çözümler mi bizi kurtaracaktı?
Kurtarmadı. Ve devlet hiçbir işe yaramayan korkularını birer birer bırakmaya başladı.
1 Mayıs’la en azından meydanların özgürleşmesi hesaplaşmasında önemli bir sınav veren ‘devlet’, pazar günü ilk kez vatandaşına hizmet etti. Kendi vatandaşından korkan sistemin ayakta kalamayacağı gerçeği hatırlandı.
Kendi milletinden korkan bir devletten ne köy, ne de kasaba olacağı anlaşıldığı süreçte yasaklarıyla yüzleşen devlet, kanun devletinden hukuk devletine doğru bir ses verdi.
Yasakların çok olduğu ülkelerin sonunu hepimiz biliyoruz. Sonsuza kadar ayakta kalanı tarihte henüz görülmedi.
Peki ya başka korkularımız? Mesela ‘baş örtüsü korkusu’ bitti mi? Konuşulmaması çözümün işareti mi? Şimdilik öyle değil.

Benim için kavramların dehası.. Bir çok kişiye de ‘hah tam da bunu diyecektim’ dedirten isim..
Nilüfer Göle.
Bazılarını ayırarak malum aydınların ‘olması gereken’ hal diye kalıplaştırdığı, iki adım ileri gitmeyen kavramlarından çok uzaklara gidiyor. Uzlaştırıyor, ruh katıp yumuşak geçiş için damar açıyor.
Göle’nin son kitabı söyleşi türünde. Ayşe Çavdar soruyor, O cevaplıyor.
Ayşe Çavdar’ın önsözü kitaba çarpıcı bir giriş yaptırıyor. Çünkü Göle’nin önceki çalışmalarından biri olan ‘Modern Mahrem’i ikinci okuyuşunda artık baş örtülü olmadığından bahsediyor Çavdar.
Kısacası sistem dışına itildiğini ama kendisini ait bulduğu başka sorularla, başka platformda var ettiğini anlatıyor.
Ayşe Çavdar’ın tercihi kendi perspektifinden doğru olabilir. Ama kabul görmemesi onu daha da radikal bir noktaya ulaştırabilme ihtimalini beslerken, O kendi çabasıyla bilgiyle farklı bir yol seçiyor.
Ama burada önemli olan Ayşe Çavdar’ın yolu değil, sistem dışına iten irade. Haliyle Göle de ekliyor. ‘Farklılık uzaklık değil. Farklılık ve yakınlık bir arada olabiliyor’. Baş örtüsünü daha dişi bulan Göle ve Çavdar; ruj sürmekle- baş örtüsünü iğneyle tutturmak arasında fark görmüyor. Çünkü ikisi de kadını artık daha görünür yapıyor.

Bugün bir kadın dekoltesiyle, mini eteğiyle ne kadar kadın olduğunu vurguluyorsa, baş örtüsü takan kadın da, diğer uçta- o kadar kadın olduğunun altını çiziyor. Kulvarlar farklı gelebilir ama değil. Aynı sistemdeler. Biri diğerinin öteki ucu görünse de- aslında sadece öteki yüzü.
Aydınlara sorarsanız; belli söylemlerin dışına çıkan yok. Ama merak ediyorum Göle’yi ve bazı aydınları dışında tutarak, geçmişin aydınları çıkıp zamanında bu tartışmaları kilitlememiş miydi?
Çıkıp New York Times, Wall Street Journal ve Washington Post gibi gazetelere ‘Türkiye’yi karanlık günler bekliyor’ dememişler miydi?
Peki şimdi ne oldu da aydınlar söylem değiştirdi?
Dünya değişti, bakış açısı değişti, dinamikler değişti mi diyeceksiniz?
Bu devirde artık kalmadı o fikirler mi diye düşünüyorsunuz?
Hiç biri değil. Bugün Türkiye aydınlarının yarısının hala kafasının arkasında bir şey değişmedi.
Değişen tek şey şekil değişikliği. Aslında baş örtüsünü aydınlar başlarına taktı. Tutarsız cesaretten uzak yaklaşımlarıyla, korkularıyla yaptılar, üstelik de korkutarak.

Bir taraftan bakınca kendi düşüncelerini savunmakta gösterdikleri üstün kaliteye saygı duyuyorum. Tıpkı Orta Doğudaki reformlara karşı çıkanlara duyduğum saygı kadar. Ama onlarsız bir Türkiye düşünemiyorum. Çünkü onların işaret ettikleri siyahın aslında gri ya da beyaza yakın olduğunu biliyorum.