18 Ağustos 2011 Perşembe

SESSİZ BA’ŞŞŞ’KAN..

Fikir benden değil, Beynelmilel filminden. Çok sevdiğim dostum Sırrı Süreyya Önder kaleme almıştı. Yöresel müzik düşmanı, 'medeniyet mimarları' sivil olmayan yönetimin enternasyonel müziği- zorla, vatandaşın kafasına vura vura çaldırma girişimlerini, mizahı kuvvetli bir senaryoyla anlatmıştı.
Filmi seyrederken olanlara acı acı gülmüştük.
Bir sahnede ise ‘hele loy loy...’un davulla çalınması isteniyordu. Davulcu ‘yasak’ diyor, karşı çıkıyordu ama en sonunda araya girenlerin ısrarıyla davula havlu sarılarak sessizce çalınıp söyleniyordu ki; haliyle 'yetkililerin' tepkisini çekti. Hiyenin sonunda ise enternasyonal müzik macerası ele-yüze bulaştırılmıştı.

Beyoğlu Belediye Başkanı, Misbah Demircan’ın son icraatleri- bana bu filmi hatırlattı. Çünkü artık Beyoğlu sokak müzisyenleri de enstürümanlarını havluya saracak hale geldiler.
***
İki sene önceydi.. Misbah Demircan yayınıma gelmişti ve daha o gün e-mail yoluyla gelen eleştirilerle yüzü düşmüştü programda. Yayından sonra nerdeyse kaçarak gitti stüdyodan. Kuledibi’nin düzensizliğini eleştiriyordu gelen sorular, Cihangir’in sorunları soruluyordu. Okulun yanında gürültülü içki satan yerlere dikkat çekiyordu izleyicilerimiz.
Hiç birini kabul etmemişti. Ki Cihangir’de oturan ben, bildiğim için bizzat yayında karşı çıkmıştım...

Aylar geçti malum sergide çıkan olaylarda ses tellerinden herhangi bir tını duyamadığımız Misbah Demircan, yasaklarını birbirine ekledi.
Önce, Asmalımescit’te sandalyeler kayboldu sonra sıra sokak müzisyenlerine geldi. Ben bu yazıyı yazarken sıradakini bilmiyorum. Ama, bu uygulamalarda siyah ya da beyaz yaklaşımıyla hareket edilmesini şaşkınlıkla izliyorum.
Evet Asmalımescit’te masalara biz düzenleme getirelim ama bütün hepsini kaldırıp- pireye kızıp yorgan yakmayalım!
Ara bir formül bulalım.
Sokak müzisyenlerinden belki birisi bir şey yaptı diye- (ki ne yapmış olabilir onu hiç anlamış değilim.) müzik mahrumiyeti yaşatmak ne derece akılsal hala çözemiyorum?

Müzikle değil gürültüyle mücadele ettiklerini söyleyen Demircan’ın inandırıcılığı için başka önlemler çok önem kazanıyor tam burada.
Mesela; Cihangir ve civarında gecenin bir yarısı- sokak arasından arabasının teybini sonuna kadar açıp- geçen arabaların müzikleri ne olacak?
Gecenin bir yarısı- o araba müziğiyle uyanmaktansa kapıda konser olmasını tercih edenlerdenim.
Örneğin; okul yanı ve evlerin, yaşamın olduğu mahalle aralarında içki satan bazı bakkalların yirmi dört saat açık olması ne olacak?
Karşı değilim ama gece yarısı şişe gürültülerinden tutun da, içki almaya gelen gürültülü insanların yeri Taksim-Beyoğlu merkez yerler olmalı, ara sokaklar değil.
Son olarak gece yarısı ve sabahın köründe mahalle aralarında korna çalınması konusunda ne yapmayı düşünüyor?
Adam bir anda basıveriyor kornayı yolda, yataktan sıçratıyor.

Gürültünün paşası- eğlence yerlerinde, merkezde değil. Evlerin olduğu ara sokaklarda, mahallelerde!!!





Pili, prezentabı bitmiş gazetecilik!

Hatırlayan çok olur, iş ilanlarında ‘prezentabl eleman aranıyor vs’ yazardı. Altına da istenilen özellikler dizilirdi.
Hala o iş ilanları ciddiyetle var.
Şunu bilecek… şu mezunu olacak, 10 parmak yazacak v.s..
Dalına göre, işine göre özellikleriniz, olmazsa olmazlarınız şart!
Örneğin muhasebeci olmak için hesap bilmek lazım, pilot olmak için ciddi bir eğitim ve aynı zamanda sağlıklı, dirençli bir fizik gerekiyor.
Bir de eğitimli değil ama alaylı olmak var.
Mesela boyacı, usta-çırak ilişkisinden doğuyor, alttan yetişiyor. Yani bir gün öylesine eline fırçayı alıp duvar boyamaya başlamıyor.
Moda tasarımcılığı deseniz hem eğitim, hem yetenek.
Terzilik zaten ustasız mümkün değil..
Aklınıza hangi meslek gelirse gelsin muhakkak bir okulu-eğitimi ehliyeti ya da ustası var.
Bırakın şirketleri, lağım temizlemeyi bile kafanıza göre yapamazsınız. Onun da bir prosesi var. Belediyeye başvuracaksınız, size öğretecekler v.s vs. Bir günde çöpçü de olunmuyor.
Hayatın şartları böyle..
Buraya kadar her şey normal. Hayat zaten böyle bir şey.
Benim itirazım kendi mesleğimin kritersizliğine!
Çünkü bir günde ‘olunan’ tek meslek!
Şaka falan değil.
Biri isterse bir günde gazeteci oluverirsiniz.
Bir düşünün.
Hangi okuldan mezun olmak gerekiyor, kim eğitiyor ve ya kim ne diyor?
Hadi ondan vazgeçtim. Yetenek vardır, ve çalışarak gerçekten karşılığını almaya başlarsınız.
Ama o da bir günde değil!!!

Bizde ise patron veya müdür yoldan birini çevirse ‘gel kardeşim sen bugün işe başla’ dediği andan itibaren, artık gazeteci!

Peki THY, Pegasus veya Air France herhangi bir adamı ‘gel kardeşim sen artık pilotsun’ diye oturtsa ne olur düşünebiliyor musunuz?
Aynen!
Gazeteciliğe de olanlar budur!

İzzet Çapa’yi çok severim, istediğini yapmasının hiçbir sakıncası yok. Ama onu ciddiye alıp ‘gazeteci’ sınıfına sokanlara itirazım var.
Lerzan Mutlu’nun ciddi ciddi röportajcı olduğunu zannedenlerin artık üşüttüğünü düşünüyorum.

Pili, prezantablı bitmiş başka bir gazetecilik varsa ben blogcuyum, yazarım, televizyoncuyum, Baharım ama gazeteci değilim..






17 Ağustos 2011 Çarşamba

“BARIŞI SATMAK, YAVRUM, ZORDUR”..



‘Şimdi, hemen başlayacağım ve sana bu hayalleri neden gördüğümü ve savaşı durdurmanın neden bu kadar zor olduğunu söyleyeceğim. Bu daha çok madeni paranın paslı yüzü, caymanın sundurması, ve iyi iş görmez, hiçbir zaman görmedi, çünkü barış için heyecan duymak zordur.
Ya da iman etmek, ya da seksüel yaklaşmak, ya da bayrağın ucuna bağlayıp sallamak, ya da her neyse…
Sözcükleri sen döşe; ben yorgunum. Yani, padre, barış Pazar çanı kadar yatıştırıcıdır.
Barış için ulusal marşlar yazılmaz, kızlar önünde barış için soyunmaz, hiçbir zaman görmeyeceğin kentler ve sular ve tepeler ve günbatımları ve fahişeler görmezsin, yabancı bir kentte bilmediğin bir dilde sarhoş olmazsın ve valinin karısını çimdiklemezsin kaybedecek hiçbir şeyin olmadığı için.
Savaş sanat bile yaratır…
Savaş olmasaydı Hemingway şişman ve osuruklu bir matadorun pembe gözlü şarapçı picadoru olurdu. Savaş ona batı yarıkürenin şaşı yarasalarına bir peri masalı uydurması için altın kapıyı açtı. Barışı pazarlamak, yavrum, zor.
Neden, neden, neden, kahretsin, neden?
Kalafatını ayarla, anlatacağım...
İnsanlar barışın ne olduğunu bilmiyorlar çünkü insanlar(çoğunluk) sözde barış zamanında bile barışa hiç sahip olmadılar….’


O, bu satıları seneler evvel sokaklarda gördü ve anlattı..
Charles Bukowski’den bahsediyorum.

Son zamanlarda ateş arasında kalanlar, ateşin düştüğü yerler ve uzaktan izleyenler… her kimseniz en etkili soruyu yıllar evvel satır arasına sığdıran adam şöyle diyor.


“Barış diye bir şey hiç olmadı”…







Kitap: Charles Bukowski (Kahraman’ın Yokluğu)




8 Ağustos 2011 Pazartesi

LA FURTUNA 5

"Kaçabilen canını kurtarır"

20’li yaşlarında iki genç kızdı gelen. İkisi de gelir gelmez salondaki divana bıraktılar kendilerini. Yüreklerindeki yüklerin ağırlığından ezilmiş gibi iki büklüm oturdular divana. İçlerinden daha toplu olan; “Sizin falınızın bahsini çok duyduk. Sesler geliyormuş, duyulmayanı duyarmışsınız.’’ dedi. Kelimeleri ağzında zor tutmuş gibi oturduğu yere çöker çökmez- dilinde ne varsa bıraktı.
Kızlardan biri daha zayıf ve çelimsizdi. Melek’in ağzından çıkacaklara göre orada yığılıp kalacak kadar bitkindi. Anjel önce zayıf olana bakmak istedi. Kağıtları kızın önüne açtığında; daha bir şey söylemeden kızın gözünden yaşlar süzülmeye başladı.
Kızın yüzüne baktı-tekrar kağıtlara döndü ve; “çabuk pes etmişsin ama kaçmayı da düşünüyorsun. Korkuyorsun çok.’’ Hem kartları sıralıyordu hem de birbiriyle bağlantısı olmayan cümlelerle olayı çözmeye çalışıyordu sanki.
Sonra durdu; ‘Bu adam Müslüman değil dimi?’ kız tedirgin oldu, gözünden sessiz yaşlar boşaldı. Sessiz ağlıyordu.
Anjel içinden ‘hayatımda gördüğüm en sessiz ağlayan insan’ diyordu. O kadar kadını görmüştü ağlarken; komşuları, annesi, halası, kız kardeşi, kendisi, Fatma nine dahil hiçbir kadının ağlamasına benzemiyordu. Sessiz olduğu için daha da içine işliyordu Melek’in.
Kız eliyle yüzünü kapatmaya çalıştı. Konuşmak istedi ama boğazında düğümlenen bir şey mani olmuş gibi yutkundu. Diğer topluca olan arkadaşı onun yerine konuşmaya başladı; “evet Müslüman değil. Geçen ay babasından istemeye geldi ama babası kapçıklı dedi, gavur dedi evden kovdu adamı. Buraya gelen askerlerden biri, ülkesine dönmek zorunda. Arkadaşımı da götürmek istiyor ama o hem kendi ailesinden korkuyor, hem de ya dinimi bıraktırırlarsa diye dertleniyor. Yarın gece yarısına kadar sevgilisi bekleyecek. Arkadaşım karar vermek zorunda ama…” cümlesini tamamlamadan zayıf olan kendi adına konuşmak istedi, gözyaşlarını sildi. Sırtını dikleştirdi, toparlanabilmiş gözüküyordu. “babam beni arkadaşının oğlu ile apar topar sözledi. Çocukluğumdan beri tanıyorum sözlümü ve hiçbir şey hissetmiyorum. Kendimi onun karısı olacak gibi de hissetmiyorum. Kalbimin üstünde ağrı hissediyorum sadece. Yarın gece hangi kararı vereceğimi bilmiyorum.”
Fatma Nine duyduklarına şaşırmış dizlerini dövüyordu. Vah vah diyordu sonra kulak kabartıp biraz daha dinliyor tekrar sızlanmalarına devam ediyordu. Melek kartların yanından kalktı. Kıza daha da yaklaştı, kaşlarını çattı ve “niye geldin buraya” diye sordu.
Nine şaşırmıştı. Ne demek niye? ‘anlattı ya evladım’ diyecek oldu ama sustu. Karışmıyordu Melek’in işine, sonradan yanılan kendisi oluyordu çünkü. Melek yeniden sordu “neden geldin buraya?”. Kız şaşkın, kafasını kaldırdı. “Az önce anlattım. Ben ne yapacağımı şaşırdım ama..” Melek ses tonunu yükseltti kıza; Anjel diye seslenseler bu kadar kendinden emin bağıramazdı, biliyordu. Anjel’i birkaç kişi biliyordu orada. Onlar da hatırlamıyordu belki. Anjel’i daha dışarıya, insanlara tanıştırmamış gibi hissediyordu. Melek oradaki kimliğiydi Anjel içindeki hayallerini bilen sırdaşı gibi. Kızın cevap veremediği saniyelerde Anjel halini düşündü sonra tekrar Melek olduğunu hatırlayarak kıza bağırmaya başladı. “sen ne yapacağını şaşırmamışsın! Sen bas bayağı evlisin kocanı terk ediyorsun!. Senin burada bir çocuğun da gözüküyor. Evet burada istemediğin bir adam var ama sen onunla zaten evlisin. Sen bana diğer adamla kaçmanın kolay olup olmayacağını soruyorsun”.. Kız şaşkındı! Bu kadarını tahmin etmiyordu. Ağzını açmak istedi ama neye yarardı ki.. Melek birkaç karta daha baktıktan sonra göğsünü kabartarak “beklediğin cevabı vereceğim” dedi. Tekrar kartlara döndü. Birkaç kez baktığını kontrol edercesine başka şekillerden de baktı. Fatma Nine eline aldığı bir kağıt parçasını kendine doğru sallamaya başladı. Cevap geciktikçe onu da ateş basıyordu. Ortaya 3 kart açtı. İlk kart sinek 3’tü. İkincisi maça papazı. Üçüncüsü ise karo 3’dü..
Melek’in yüzünde bir tebessüm belirdi. “bu gece git yarını bekleme. Yarını beklersen olmaz. Gider gitmez evleneceksiniz. Selanik’e götürüyor seni, mutlu olacaksın. Bir çocuğun olacak bu adamdan. Senin hayatının sevdası bu adam. Sana sevdalı, sen de ona”...
Kız duyduklarına inanamıyordu. Daha iyisi ne olabilirdi ki diyordu kalbi. Apar topar çantasına elini attı- tam parasına ulaşacakken Melek mani oldu. “Daha bitirmedim.”!..
O cümlenin gerisinin iyi gelmeyeceğini odadaki herkes biliyordu. Duymak istemiyordu. Kaçarak uzaklaşmak istiyordu oradan ama yapamazdı. Vücudunu yeniden divana bıraktı. Gözleri ağırlaştı. Fatma Nine de duyduğu habere sevinemeden gözlerini açtı. O da Melek’in gözlerine ‘her şeyi söylemek zorunda mısın be kızanım’ dercesine baktı.
Melek iki kart daha açtı; “buradaki her şeyini bırakman gerekiyor. Dediklerimi anlamaz gibi yapma. Bunu konuşmuşsunuz zaten. Adam sana tek şartın bu olduğunu da söylemiş. Üstelik gittiğinde orada adını da değiştireceksin, dinini de! Etraftan dolayı mecbur kalacaksınız. Çocuğunu götürmeyi aklından bile geçirme! Götüremezsin! Çocuğunu alırsan, buradaki kocan peşini bırakmaz ve seni er geç bulur, öldürür. Bunu sen de biliyorsun.” Kız iyice divana çöktü. Yanındaki tombul arkadaşının hali ise şaşkınlıktan dili tutulmuş gibiydi. Kendisine fal baktırmaktan bile vazgeçti.
Melek genelde gelenlere soru sormaz, gördüğünün dışında yorum yapmazdı fallarında ama bu kadar ağır bir durumla da hiç karşılaşmamıştı. Kıza döndü; “Yapabilecek misin?” diye sordu. Ağlamaktan cevap veremedi. Tekrar sordu. Sessiz ağlamalar bu kez hıçkırmalara dönüştü. Kızdan bir cevap alamayacağını anlayan Melek net ve sert bir sesle; “Kendine ve buradaki hayatına ihanet etmekten başka çaren yok. Eğer gideceksen sana ihanet edeceksin. Seni bitirip burada bırakacaksın. Aileni unutma pahasına, buralara dönmeme pahasına atmak zorundasın adımını. Buradan götürdüğün her parça seni orada mutsuz eder. Çocuğun dahil her şeyi unutacaksın. Seçimini yap ve ya bu gece ya git, ya da kal!” diyerek cümlesini tamamladı. “Benim söyleyeceklerim bu kadar.” dediğinde, Fatma Nine misafirleri uğurlamak için kapıyı gösterdi. Odaya döndüğünde Melek’e baktı. “gitmesi şart mı kızım.” Melek kartlarını çekmeceye koyarken; Yanındaki arkadaşı kocasıyla yatıyor. her şeyi kocasına da anlatıyor. O yüzden fal baktırmaktan vazgeçti, kaçar adımlarla çıktı kapıdan. Ama bakışlarımdan o kadar korktu ki; bu gece kaçacağını kimseye söylemeyecek. Aslında bu onun da işine yarayacak arkadaşının kocasıyla evlenecek. Eğer yarın akşam kaçmaya kalkarsalar pusu kuracak ailesi, ikisini de öldürecekler. Ama bu gece, aniden kaçarlarsa kendilerine yeni bir hayat kurabilirler.” Fatma Nine şaşkındı. Hangisine dua etse bilemedi. Onların kavuşması mı önemli, yoksa geride anasız kalacak öksüz bebek mi? Ama bebek her halükarda öksüz kalıyorsa, bari kadın mutlu olsun diye geçirdi içinden. Evli barklı kadın ‘tövbe tövbe’ dese de vicdanı kadının kaçmasından yana oldu. Melek, ninenin hala olayın etkisinde olduğunu fark etti, kapıdan çıkmadan Nineye döndü; “Nine 15’imden beri fal bakıyorum ve anladığım bir şey var. Sessiz olduklarını sanıyorlar. Ama aslında o kadar sesli ve bağıra bağıra yapıyorlar ki dinlemiyorlar, duymuyorlar. Zihinlerinin sesinden mahrumlar. Etrafında ki seslerden yoksunlar. Fatma Nine tesbihine sarıldı; sanki duyması gereken neyse işitmeye çalışır gibi; Es Semi… Es Semi.. Es Semi… eski ritüeli biliyordu. Babasının Eyüp’den hatırlı dostları geldiğinde öğrenmişti.





*** devam edecek***

7 Ağustos 2011 Pazar

LA FURTUNA 4

"Kaçabilen canını kurtarır"

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Ses vardır her yere gelir, sen varsan her şey ses verir. Dokunduğunu duyar, gördüğünü işittirir. Ses sana yol gösterir. Etrafından gelen seslere bak, onlar sana yol verir.

‘‘Ne huzurumuz kaldı burada ne de biz. Bölündük. Parçalara ayırdılar bizi. Annemler bir yana dağıldı, amcamlar ayrı bir yana. Parça parçayız. Her gece rüyamda ayrı bir yanımı kesiyorlar korkusuyla uyanıyorum. Bacaklarımın üstünde koca koca yaralar çıktı. Korkumun haritasına dönüştü yaralarım. Hangi gün bir olay çıksa, bir kavga sesi duysam vücuduma bir yara daha ekleniyor. Yine bizi almaya gelecekler sanıyorum.
Halamla biz kaldık koca evde. Halam vazgeçmiyor inadından. ‘Malımızı, mülkümüzü, emeğimizi Müslümanlara hediye ettirmem. Satmadan gitmeyeceğim. Ölsem de burada öleceğim’ diyor, başka da bir şey demiyor.’’
Furtuna*(Trakya Olayları) dün kadar tazeydi Behar ailesi için.
Olaylardan bir müddet sonra ise kasaba sakinleri, Melek diye anar olmuştu Anjel’i.. Bir keresinde isminin anlamını soran birine Melek olduğunu söyleyince 'Uzunköprülülerin Melek'i ol’ diyordu yaşlı Fatma nine.
***
Melek (Anjel) çocukken annesinden öğrendiği iskambil falından hiç vazgeçmedi. Halası söylense de, O İstanbul’a gidebilmek için baktığı fallardan gizlice para biriktiriyordu.
Anjel’in okuduğu kartlar, içine baktığı sudan çıkanlar- hayretlere düşürürdü gelenleri. Köylü, kasabalı kim varsa peşine düşerdi. Trakya Olayları’nda da Uzunköprü’lü kadınlar sayesinde canlarını kurtarmışlardı. Yan komşu Fatma nine duvarın üstünden soluk soluğa bağırdığında- Melek ailesiyle birkaç gün oraya sığınmıştı.
Anjel’in falından nasiplenen mahallenin kadınları sahiplendi onları. ‘Erkekleri bir galiyana gelip dışarıda Yahudi avına çıkmıştı’. Kim gelse böyle anlatıyordu Fatma Nine.. Yaşına hürmeten sesini çıkaran olmazdı. Edirne’nin Melek Efendi’sinin torunlarındandı Fatma Nine. Hatırı büyüktü. O günler derin iz bırakmıştı hepsinde. ‘Fatma Nine olmasa olaylar durmazdı’ esnafın birbirine söylediği cümleydi.

***

Edirne’nin kışı çok soğuk geçiyordu bu Şubat. ‘Kapı dışarı çıkmak için deli olmak lazım’ diye söylendi Elsa, sonra Anjel(Melek)’i uyandırmak için odasına girdi. Odayı boş buldu. Mutfağa gidecekken kapı açıldı, içeri giren Melekdi.
-Halacım erken uyanmışsın.
-Bu soğukta nereden geliyorsun kızım.
-Fatma nine çağırdı.
-Yine biri mi gelmiş kısmetine baktırmaya? Kısmeti, beğenmedikleri Yahudilerin fallarında mı bulacaklarmış!!
-Sen hangi kadının kısmet ayırdığını duydun hala? Kadın milletine fal de, kısmet de! Akıllı kadının kısmeti şeytan olsa kaçırmaz! Kısmet geldi mi tutmak lazım! Yoksa kuş olur uçar!
-Kısmetin de bir hudutu var! Kafana her konan kuş kısmet mi? Kafana karga mı konuyor, yoksa serçe mi bileceksin! Hani mesela senin çok istediğin şu İstanbul’a götürecek kısmet nerde? Yok! Ama karga çok!
Anjel midesinden boğazına kadar can sıkıntısı hissetti. Halasının sözleri midesine oturdu.
-bizim burada yiyecek ekmeğimiz vardır elbet..
-Hep o Fatma Nine lafları bunlar.. yiyecek ekmeğimiz varmış burada daha! Bu kız aklını kaybedeli ne kadar oldu elohim!!!.. diye söylenerek odasına gitti Elsa.
Sandığından takılarını çıkardı. İstanbul’a gidecek güvenilir birini bulsa bunları bozduracaktı. Bu takıların çaresine artık baktırmak lazım diye düşünüyordu ne zamandır. Şimdiden ayırmak iyi fikirdi. En azından takılarıyla vedalaşmak için vakti vardı Elsa’nın. Kimisi eski yıpranmıştı. Bileziklerin hepsini satsa fena olmazdı. Bu aralar İstanbul’dan para getiren de olmuyordu. Paraya sıkışmadan bu bilezikleri en azından elden çıkarmakta fayda var diye düşündü.
***
Anjel mutfakta birkaç tabak yıkadıktan sonra akşam için yemeği erkenden hazırladı. Birkaç saat sonra yine Fatma Nine’nin evine fal için gelecekler vardı. ‘Furtuna’dan sonra halası eve tek bir müslümanın girmesini istemiyordu. Trakya Olayları’nda dağılan ailesinden geriye hüznüyle, kiniyle yaşıyordu Elsa Behar. Olanlardan Uzunköprü’deki herkesi suçluyordu.
Melek de fallarına küçüklüğünden beri tanıdığı, anneannesi gibi sevdiği Fatma Nine’nin evinde bakıyordu.
Yemeği bitirince Anjel, halasına haber verip Fatma Nine’nin evine gitti.
Kapı önünden dolaşmak istemedi, söz olmasın, herkes şüphelenmesin diye dikkatli davranıyordu. Arka bahçedeki yıkık duvarın üstünden atlayarak geçti, Fatma Nine’ye.
4 senedir yıkılan duvarı kimse onarmak istemiyordu. O gün Demirci Sokaktaki evlerine ulaşmak için yıkmışlardı duvarı serseriler. Elsa ‘içimizdeki acı geçti de duvarı onarmak mı kaldı’ deyip dokunmadı bile duvara. Fatma Nine’nin de eli varmadı. O da tek taş koyamadı yıkılan yere. Hem huysuz Elsa’dan çekiniyordu, hem de söylemese de içten içe hak veriyordu huysuza.
Melek kapıdan girince Nine hamur pişiriyordu. Hamurları sobanın üstüne koydu. Kapıda Anjel’i görünce;
-gel kızanım gel, yeni lokma döktüm. Sana peynir de çıkarayım iyi gidiyor yanında. Çay da demledim. Afiyetle yeriz.
-Nine ne çok seversin bu hamuru.
-Nenem, anam da severdi, ben de seviyorum. Unumu- hamurumu da kendim yapıyorum, peynirimi de. Ben karneyle kuyrukla uğraşacak kadar genç değilim kızanım. Gençler gitsin alsın bana yeter bunlar. Kör boğaz işte ne versen doyuyor.
-Nine senin lokman çok lezzetli oluyor. Bir de akıtman var, onu da çok seviyorum. Baklavan da çok güzel oluyor ama senede bir kere yapıyorsun.
-Sen yufkayı aç, ben sana yaparım. Yeter ki sen her gün gel. Hiç gitme buralardan!
-Öyle deme nine! İstanbul’a gitmeyi çok istiyorum. Babamlar o kadar çok kitap gönderdi ki; İstanbul hakkında, sanki orada yaşıyormuşum gibi hissediyorum.
-Haklısın ama ‘siz giderseniz ben bir başıma ne yaparım diye düşünüyorum zaman zaman. İhtiyarlık bencillik işte! Yaş ilerledikçe kendini fazla düşünüyor galiba insan!
Anjel üzülse de böyle bir şeyin olmamasını istedi. ‘ninecim halamın zaten evi satacağı yok, her alıcıya ayrı bir bahane buluyor. Alıcılarla doğru dürüst konuştuğu bile yok. Biliyorsun bir sana selam veriyor. Kimsenin doğru dürüst yüzüne bakmıyor.
-ben halanı anlıyorum kızım. Acıyı kabullenmek her cana uymaz. Nasıl her şeyin bir yuvası varsa, anahtar bile deliğine uyuyorsa bu acıyı halan hiçbir yerine koyamadı. Kabullenemedi. Zordur, koca yürek lazım! Sen daha gençsin çabuk unutursun. Ama halan savaşta nişanlısını kaybetmiş. Burada ailesi gitmiş, her bir yana dağılmış. Az mı bunlar?
-Ama halam kendini hayata da kapattı. Benden başkası yok hayatında kimseyi de görmek istemiyor, İstanbul’a da yerleşmeye ikna olmuyor. Burada acı çeken insanları anlatıyorum ama boşuna.
-Halan kendine olan sadakatinden vazgeçmedi ki, başkalarını anlasın yavrum!.
-ne demek bu?
-Halan ayrı can kaldı. Babam söylerdi hepimiz bir şekilde parçalarımızı bıraka bıraka insan-ı kamile ulaşırmışız. Başkalaşmadan, kendini inkar etmeden yaşadığın ömürden hayır gelmezmiş.
Fatma Nine birkaç cümle daha edecek gibi oldu ama kapıya gelenler sabırsızdı. Belli ki aceleleri vardı. Gürültülü yumruklarla kapıyı vurmaya başlayınca Anjel kapıya doğru koştu..



devam edecek...

4 Ağustos 2011 Perşembe

LA FURTUNA 3

"Kaçabilen canını kurtarır"


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Ensar, 25 yaşına basalı daha iki gün oldu. ‘Şubat’ın en soğuk karlı günlerinde Eyüp’ün Pier Loti yokuşundan inmek ömrümden ömür alıyor’ diye söyleniyordu, sabahın köründe. Hele de Bakkal Hasan’ın olduğu köşeyi dönmek en zoruydu bu soğukta. Bakkalın evinin yanları boş olduğundan daha fazla rüzgar alıyor, soğuğu sanki mahallenin içine işliyordu. O günlere ‘Hasan soğuğu bastırdı yine’ diye isim koymuştu Ensar.
Eyüp, Bostan İskelesi’ndeki kahvenin önünde çırak Hüseyin’le buluşur beraber yola düşerlerdi.
Kapalıçarşı’ya giderken kardan kapanan yollarda güç bela işe varıyorlardı. Soğuk bir yana; kimi yollar öyle dar- öyle karanlık olurdu ki; iki erkek utanmasa tir tir titreyerek birbirlerine sarılıp, çıkarlardı aydınlık caddelere. Üşümüş numarası yaparak hız verirlerdi adımlarına. Ensar bazen türbelerin arasından geçerken Hüseyin’i korkutur garip hikayeler uydururdu. Çırağın arkasından ‘bak gördün mü evliya türbeden çıkıp bize el salladı’ dediğinde Hüseyin tir tir titrerdi.
Bu pazartesi sabahı babası olmadan çıktı evden, soğuk havalarda babası dayanamazdı onca yolu yürümeye. Bugün de Hüseyin’le güç bela vardılar, Kapalıçarşı’ya.
Geniş dükkanları vardı. Kapalıçarşı’da merhum Şeyh Rüstem dedesinin dükkanıydı. Ensar küçüktü dedesi öldüğünde, dükkanı da onlara kaldı. Başka oğlu, kızı, torunu yoktu dedesinin. Ama soyu sopu- etrafı genişti. Eyüp’de Ensariler’den olduğu söylenirdi. Kaşgari Dergahı’nda geçmişti ömrü. 1925 yılında Tekke ve zaviyeler kanunu gereği tekkeler kapatılınca Şeyh de fikirlerini siyasete aktarmaya karar vermişti. Yakın dostu İsmet İnönü onu partisine davet edince; daha bismillah deyip başlayamadan başı beladan kurtulmadı. Millet ve şeriat- İslami hukuk ve medeni kanunlar dert oldu sohbetlerine. Biri bir uçtan tutsa, öteki diğer tarafından çekiştirdi. İsmet paşa millet dedikçe, Şeyh de şeriat dedi. En sonunda ‘sen Cumhuriyet’e karşı mısın be adam’ diye İsmet paşa elini masaya vurunca, araya girenler de ayıramadı. İpler tamamen koptu. O günden sonra, Şeyh Rüstem hiç giremediği siyasete, dönmem diye yemin etti. İşe güce koyuldu. Kapalıçarşı’daki dükkanında ufak tefek hediyelik eşyalar satarken İsmet’i tanıdı.
Öksüzdü anası babasını kaybedeli uzun yıllar olmuştu. Ama zanaati vardı. Kuyumculuğa hakimdi İsmet. Kızını da İsmet’le evlendirdi Rüstem. Birkaç sene sonra da İsmet İnönü’ye söylene söylene gözlerini kapayıp gitti buralardan. Ensar 11 yaşındaydı dedesi öldüğünde.
Yıllar geçtikçe dedesine benzemeye başladı. Şeyh Rüstem’in torunu deyince koca çarşıda parmakla gösterilirdi. Koca çarşı dedesinin O’nun zanaatine başka bir anlam kattığını iyi bilirdi.
Babasının ne kadar umurunda değilse, dedesinin gururunu taşımak da sanki Ensar’ın görevi gibi üstlenip öyle ağırlıyordu geleni gideni. Dükkana astığı dedesinin eski bir fotoğrafının önünden konuşur müşterileriyle, bir şekilde gelen gidenin ‘dedene ne kadar da benziyorsun’ cümlesini duymak istiyordu. Ama bir müddet sonra vücuduyla dedesinin fotoğrafını tamamen kapatıp kendi var oluyordu. Ezberlemişti artık bu hareketi. Üstelik defalarca prova etmişti. Dedesinden daha ileri gidebileceğini ispatlamaktı amacı. Hırsı onu türlü türlü numaralara yönlendiriyordu.
Çarşı esnafı; ‘kalbi temiz çocuktur ama gel gelelim çok hırslıdır önüne babası çıksa tanımaz’ diye konuşuyordu arkasından.
Topluluk önünde iki kelimeyi bir araya getiremeyen Ensar ise konu yaptığı takıları olunca bülbül gibi şakıyor ama laf kızlardan evlilikten açılınca kızarıp bozarıyordu.
Dükkana gelen müşteriler arasındaki genç kızlardan biri öylesine adını sorsa heyecandan ne yapacağını şaşırıyor, kelimeler ağzından çıkmıyordu. Devreye çırak Hüseyin giriyordu o anlarda. Cankurtaran gibi yetişiyordu utangaç patronunun imdadına.
Onu koca çarşıdan ayıran en önemli özelliği ise genç yaşına rağmen Allahın isimlerini takılara işleyen tek ustaydı. Dedesinden aldığı eli, babasından aldığı zanaati takılarına işliyordu. Koca çarşıda buna başka niyetlenen çıkmamıştı. Zamanında Şeyh Rüstem dede sağlığında birkaç tanıdığına şifa olsun diye hediye ederdi. Ama kendi yapamaz İsmet’e yazar, verirdi. Ensar hem kendi bilir, hem de kendi işlerdi. Dedesinden aldığı eğitimi de sağlamdı.
Ensar’a gelen müşteriler bazen ondan değişik isimler istese de, O yine kendi bildiği ismi yapıp verir. Üstüne geleni de; ‘Sen Allahın hangi adının neye iyi geleceğini iyi mi bilirsin. Ben şeyh torunuyum benden daha mı eminsin’ diye paylardı.
‘Hepsi Allahın ismi karışmayın işime’ diye hizaya dizerdi sanki çarşıyı.
Uzun boyuyla diklendiğinde, kaşlarını çatıp, renkli kocaman gözlerini açtığında ikna edemediği kalmazdı. Çarşıda kime sorsan ‘dedesi de böyle inatçıydı. Karar verdi mi önünde kimse duramazdı. Bakalım bu ne işler açacak başımıza’ deyip bir adım geri dururlardı Ensar’dan.
***
Hüseyin’le dükkana vardıklarında önce kapının önünü süpürdüler sonra beraberce dükkanın tozunu aldılar. Bugün kalabalık olacaktı. Bir dolu müşteri gelip takıları seçecekti. Birkaç zengin müşterisi hariç; müşterilerin çoğu siparişlerini kıştan verir, bahar gelip düğünlere yetişene kadar da anca öderlerdi. Takılarını teslim alana kadar da taksidi biterdi. Aylardan Şubat olunca siparişler epey birikmişti.
***
Bir senedir Ensar’ın gözü 50 metre ilerideki başka bir dükkandaydı. İşleri yolunda gitmeyen, karısıyla İstanbul’u terk eden sevilen esnaflardan birine aitti dükkan. Büyük ayıptı çarşı esnafı arasında, gidenin malına göz koymak. Beklenir, hatta muhafaza edilir, birinin gözü kaysa dükkana- diğeri ‘edep yahu adam gideli ne kadar oldu’ diye çıkışırdı, keserdi önünü.
Çarşı’nın en güzel dükkanlarından biri olunca kurt esnaf anlıyordu kim peşinde, kim değil. Hem yeri güzel, hem de içi genişti dükkanın. ‘dedem buraya kadar getirdiyse ben de oraya taşıyacağım işi büyüteceğim’ diye niyet etmişti bir kez Ensar, ‘dönmem artık’ diyordu her dükkanın önünden geçişinde.
***
Ensar sabah her şeyi tek tek kontrol etti, sonra bütün takıları tezgahın alt gözüne yerleştirip yine yukarıdaki boş dükkana bakmaya gitti. Her sabah kolluyordu orayı. Olur da biri tutmaya kalkar aniden diye korkuyordu. Önce o tutacaktı hazırlamıştı her şeyi, kendi harçlıklarından bile ayırmıştı kenara. ‘Niyet ettim, bu sene bir şeyler değişecek hareketlenecek’ diyordu her sabah içinden.
Bu sabah da kimseler gözükmüyordu dükkanın camından. Ama kapının önüne yaklaştığında bir hareketlilik gördü ileride. Usulca yaklaşıp anlamaya çalıştı, ihtiyarın dükkanını kiralamak için birilerine göstermeye başladığını anladı. Hiç bir şey demeden usulca dükkana döndü. Hüseyin’i çay almaya gönderdi.
Tezgahın arkasındaki kırık çekmeceyi açtı. Yıllardır kimse kullanmıyordu orayı. bir şeyleri saklamak için en güvenilir yerdi. Babasından gizli biriktirdiği paraları saydı. Akşam eve gidince konuyu bir şekilde babasına açacak, ikna edecekti onu. Karşı çıkarsa da biriktirdiği paraları koyacaktı masaya. Kendine söylemek istemiyordu ama o dükkanı ne pahasına olursa olsun kaçırmayacaktı. ‘Vazgeçemeyeceğim şey yok. Erkek olmanın zamanı geldi’ diyordu.
Ya Melik.. Ya Melik.. Ya Melik.. içinden geçirdi, dedesinin öğrettiği usülde. Niyetinden önce derin nefes alacak Ya Melik’i içine dolduracak niyetini görene kadar da kaybolacaktı bu isimle. Böyle öğretmişti dedesi.
’’Yapabilirim. Yeter ki dükkanın kapısından gireyim, gerisi kolay…’’
Dedesinin ‘hangi işe başlarsan kararlarını pazartesi ver. Pazartesi hayırlı iş günüdür öğüdünü hatırladı..
Bugün pazartesiydi ve en azından karar vermek için doğru bir gündü.



devam edecek... (devamı 7 Ağutos pazar)

1 Ağustos 2011 Pazartesi

LA FURTUNA 2

"Kaçabilen canını kurtatır"

İKİNCİ BÖLÜM

Düşüp kalkan bir aşk hikayesi var. Her tökezlediğinde yolunu bir isimle açıyor. Anahtar oluyor yoluna. Dinler arası sevdanın tarafları onlar. Gönülden taraflar.
Kutsal denilen kitaplarda bulamadıkları cesareti içlerinde buluyorlar. Allaha en yakın isimler aydınlatıyor yollarını…

-EL MELİK-
Ne seneler yaşanır, içe gömülen hikayeleriyle. Korkular uzanır içimize yatalak olur. Biz onun başını kaldırmadan korkular bizim başımızı eğer hayata. Bu döngü niyet edene kadar, içeride bir şeyler kıpırdayana kadar böyle devam eder. Niyet edilir ki; artık hiç bir şey eskisi gibi kalmayacaktır. Ancak bu yol, içinde olana hayat verir. Yoluna niyet, niyetine kuvvet verir.

22 yaşındaki Anjel; esmer, iri gözleri, uzun saçları olan- bakışlarıyla Edirne’de dikkat çeken zarif bir kızdı. Genç delikanlıların 15’inden beri peşini bırakmadığı Anjel’in Yahudi olması bir çok kısmete de geri adım attırmıştı. Gerçi Behar ailesi için de mümkün değildi, en uygunu kendi adetlerini bilen Yahudi bir damat olmasıydı. Aksinin konuşulması söz konusu bile değildi.
Çocukluğundan beri kartlara meraklı olan Anjel fal bakıyordu.
Uzunköprü’ye öyle bir yayılmıştı ki falları; kimin ne derdi varsa soluğu Behar’ların kapısında alıyor, bir çare bekliyordu. Uzunköprü’nün kızları ailelerinin eline bakıyordu evlenmek için. O yüzden Anjel’in söyleyecekleri umuttu çoğuna.
Behar ailesinin evi, geniş bahçeli iki katlı, gri bir binaydı. Girer girmez yeşil demir kapı dikkat çekiyordu. Penceredeki çiçeklere Anjel gözü gibi bakar, gül ağıcına da ayrı bir özen gösterirdi. Şeftali ağacı, zambakları, vişne ağacı babasının bu evi yaparken ektikleriydi. O da gözü gibi bakıyordu. Ailesi Edirne’den gideli tam 4 sene olmuştu. 1934’de Temmuz’un ilk günü başlayan olaylarda, Trakya Yahudilerinin ev ve mağazalarına karşı başlatılan yağma eylemi birçok Yahudi aileyi korkutup evlerini ve işlerini bırakarak kaçmalarına sebep olmuştu.
Anjel’in annesi Zimbul’un ailesi İstanbul’da yaşıyordu. Olaylardan sonra kocası Moiz ve diğer kızı Rebeka’yı da alarak İstanbul’a gittiler. Anjel, halası Elsa’yı bırakamadı. Behar ailesinin inatçı, huysuz kadını Elsa toprakları satmadan hiçbir yere gitmeyeceğini söylediğinde; çaresiz Anjel de onunla kaldı.
Babasının tuhafiye dükkanını idare etmeye çalıştılar halasıyla bir süre ama iki kadın malları alırken toptancının pahalı verdiklerini öğrendiğinde artık çok geçti, batmışlardı. Çareyi dükkanı başkasına kiralamakta buldular. O da kirayı aksatmazsa ucu ucuna geçiniyorlardı.
Uzunköprü’de yavaş yavaş çoğu Yahudi aile İstanbul’a gitmişti. Kalanlar da Anjel’e uzak oturuyordu. Ne komşuları kalmıştı etrafta, ne akrabaları. Amcaları da dört sene önce İstanbul’a taşınmıştı. Amcası tarlalarını, evini öyle kelepir fiyata satmıştı ki; giderayak bir de huysuz Elsa’yla uğraştı. Elsa direnmemekle, dik durmamakla, kaçmakla suçladı kardeşini. O günden sonra da ne İstanbul’dan gelen mektuplara cevap verdi, ne de kendi yazdı.
Anjel, halasını çok seviyordu ama inadına kızıyordu, anlam veremiyordu. Onun için herkes hayatını değiştirmişti ama halası yüzünden gidemiyorlardı buralardan. Halası izin verse; kendisi bile buralara alıcı bulmaya razıydı.
Şubat’ın kuru soğuğu Edirne’ye yeni dikilen elektrik direklerini bile yerinden oynatıyordu. Elektrik buralara geleli ne kadar olmuştu hatırlamıyordu ama bu soğuklarda bir vardı, bir yoktu. Televizyon henüz kasabaya gelmemişti. İstanbul’da zenginlerin evlerinde olduğunu öğrenmişti babasının mektuplarından. ‘İstanbul da bu kadar soğuk oluyor mudur?’ diye düşünüyordu. Anjel’in tek eğlencesi bulduğu her şeyi okumaktı. Bazen bir aşk romanı eline geçiyordu arkadaşlarından. Türkçesi iyi olduğundan okuyabiliyordu. Bazen de; Edirne Allianz okulundan öğrendiği Fransızcasıyla babasının gönderdiği yabancı romanları okuyordu.
Pier Loti’nin yazdığı Aziyade’yi Fransızca okumuştu. Romanı okuduktan sonra İstanbul’u daha da merak ediyordu. Pier Loti nasıl bir yerdi? Haliç neye benziyordu? Aşıklar yokuşunda yürümeyenlerin hiçbir zaman gerçek aşık olamayacağını duymuştu, İstanbul’a gidenlerden. Gerçekten o yoldan yürüyemezse hayatı boyunca kimseye aşık olamayacak mıydı, merak ediyordu.
Tek sevinci İstanbul’dan gelen kitaplardı. Çoğu da; ya İstanbul’da geçen aşk romanlarıydı ya da İstanbul’u anlatan şiir kitapları olurdu. Hiç görmediği İstanbul’un aşığı olmuştu Anjel. Gece gündüz gitmediği, kitaplardan okuduğu İstanbul’u resmediyordu kafasında. Denizi Çanakkale’de ki gibi hayal ediyordu. Bu yaşına kadar gördüğü tek deniz, çocukken Çanakkale’deki akrabalarının yazlığından olmuştu. 1 hafta kalmışlardı, ilk defa girdiği denizin tadını çıkarmıştı. İstanbul’da da girebilir miyim diye düşünüyordu.
Bu sene mutlaka İstanbul’a yerleşeceklerdi, öyle koymuştu kafasına.
Bahçeye çıktığında köpeği de kulubesinden çıkıp peşinden geldi. Sokak çocukları ürkek köpeği ‘korkak Yahudi’ diye kovaladıkları zaman babası almıştı eve. O günden beri de bahçede kalıyordu. Anjel, Kirpi koymuştu adını köğeğin. Dik dik tüylerinin arasından bakıyordu siyah beyaz sevimli hali vardı. İçeriden az önce koyduğu plağın sesini duydu. Kirpi'nin de en sevdiği şarkıydı. Her seferinde kuyruğunu ritme göre oynatıyordu sanki.. İstanbul’dan geçen ay ziyarete gelen babası ve amcasının getirdiği plağı görünce havalara uçmuştu Anjel.
Sopie Tucker’in plağıydı ve ‘The Man I Love’.. sözlerini ezbere biliyordu artık. O da bir gün karşılaşacaktı aşık olacağı adamla ve günlerden ne olursa olsun, karşılaştığı gün, doğru gün olacaktı.
Bugün pazartesiydi ve en azından karar vermek için doğru bir gündü.




devam edecek...