29 Aralık 2010 Çarşamba

MELEKLER KONSEYİ..

Herkes içindeki yarımının devamını diler- farkında olmasa da. İş, aşk, para veya her neyse yarım- kimse yarım kalmasın bu yıl. 2011 tamamlasın.
Biorance bizimle olsun.
Ama tek bir şartla! Yılbaşı günü tek bir kırmızı mum yakıp ve Biorance’e selam verip dileğinizi anlatın.
Biorance yeni yıl için geliyor. Farklı olan, ayrı gayrı ne varsa yapıştırıyor bu yıl.
2011’i Elohimle yaratıyor.
***
İkinci dünya savaşında katledilen yahudilerin içinde, belki de en güzeli o idi. Henüz aşık olmuştu. Almanya’nın kuzeyinde tanıştığı Deris’le evlendikten 3 ay sonra öldürüldü. Karnında çocuğuyla katledildi. Eli karnında kapadı gözlerini.
Ruhu birazdan bedenini terk edecekti ama ilk terk eden o değildi Biorance’ı.
2 ay önce ondan ilk vazgeçen kocasıydı. Herkesin toplama kamplarına götürüldüğü trenden kaçtı kocası Deris.

Biorance’in hayatta gözlerini kaparken en son hissettiği, gaz kokusu oldu. Bir süre sonra her şey karardı. Bir halka açıldı siyahların içinde. Etrafı şekilden şekle dönen halka büyüdükçe büyüdü- en sonunda onu içine aldı. Bu boyuttan çıkardı.
Biorance dünyadan koptu.
Bedeninin giremediği- bedenini göremediği bir yere geldi. Varlığını hissedemedi. Dokunamadı kendine.
Uzaktan kendisine doğru gelen çocuğu gördü. ‘Biorance senin buraya gelmen için çok uğraştım. Konseye ne kadar ısrar ettim bilemezsin.
Sonunda buradasın’ dedi- 7 yaşlarında altın sarısı saçlarıyla Biorance’i büyük beyaz bir kapıdan geçirdi.

Biorance meleklerin içinde tek yarım kalan. Önceleri sadece çocukların dileklerini yerine getirmekle görevlendirildi. Okullara gidiyordu gizlice- sonra bayramlarda, yılbaşlarında çocukların dileklerini iletiyordu konseye.
Oradan da karar veriliyordu. Hatta bazen ısrarcı oluyor hepsinin dileklerinin hemen olmasını istiyordu Biorance.
Bir süre sonra ‘Melekler Konsey’i göreve Derfunce’yi de ekledi.
Biorance ne kadar uzun sarı saçları olan bir melekse, Derfunce de uzun boylu koyu kumral güçlü bir erkek melek.
Birbirlerine aşık oldular. Hiç bir sakıncası yokdu aşkın konsey için. Fakat konsey Derfunce’nin tekrar dünyada bedenlenmesine karar verince; Biorance yine yarım hissetti. ‘Beni de bedenleyin onunla gideyim’ yakarışları cevapsız kaldı.
‘’Henüz değil’’ alabildiği tek açıklamaydı.
‘Melek de olsam, insan da, başka bir canlı da kavuşamamak benim ruhumun kendisi’ diye ağlayışı uzun sürdü. Sonunda Konseyin önde gelenlerinden Zakiro yanına çağırdı- Biorance’i. ‘Ne istiyorsan onu insanlığa ver. Ancak böyle mutlu olabilirsin. Duyguların kontrol edilemediği ve alınıp verildiği tek yer insanlık. Meleklerin de ilerleyişinin tek yolu bu’ deyiverdi.
Biorance haykırdı. ‘’sadece kavuşmak istiyorum! Bütün kaybettiklerimi bulmak istiyorum. Bıraktığım yitirdiğim parçalarımı toplamak istiyorum.
Hem de tek tek! Acele etmeden. Ağar ağar hepsini yeniden içime koymak istiyorum. Düşen her parçam kadar eksiğim. Düşen parçalarım kadar kırık döküğüm. Parçalarımla ben bütünüm. Onlarsız eksiğim’’

Zakiro, bu haykırışlarından sonra Biorance’den bir süre dünyada kalmasını istedi. Basit bir melek gibi gözlem yapmasını istedi ondan.

Bir süre sonra konsey Biorance’yi genç aşıklara yönlendirdi. Kırık kalpleri düzeltmesi, onların acılarını azaltması istendi.
Dünyadan çocuk arkadaşlar edinmişti bir dönem. Onlarla paylaşırdı Derfunce’yi. Zaman zaman da sorardı. Keşke bir haber alabilseydi ondan. Ama kurallar vardı. Bedenlenmiş meleklerin bilgileri sadece baş melek Rudser’de saklıydı.
Yeni görevinde keşke Derfunce’yi bulabilsem o aşıklar arasında diye geçirdi içinden.

Biorance zaman geçmesine rağmen hala ne bir gençle iletişim kurabilmiş ne de kırık bir kalbe ilaç olmuştu. Herkesin yukarı çekildiği bir vakit baş melek; Rudser geldi;
-Biorance
-Efendim Rudser
-Çocukları neden kullanmıyorsun gençlere ulaşırken?
-Ama ben çocuklarla ilgili…
-Ulaşmaya çalıştığın gençler de bir süre önce çocuktu. Sence o çocuklar nerede?
-Tabii ki orada.

Biorance görevini iyi anlayamadığını fark etti. Oysa çocuklarla neden çok iyi iletişim kurduğu söylenmişti ona. Karnında çocukla ani ölmüştü Biorance.
Ölü bebeğin izini ruhundan çıkaramamışlardı…
Ne yaptılarsa, hangi işleme girdiyse o parça gitmedi Biorance’den.
O yüzden de görevi burada bitmemiş demekti bir karma için. Karmaya yapışanlar temizlenemiyorsa bu- bir süre melek olarak hizmet etmesi demek olacaktı. Taki bir şeyler dönüşene dek.

Biorance bütün yarım kalan aşıkların çocukluklarına gitti. Onları üzen anlarda gezinmekten vazgeçti. O anları yaratan çocukluklarına gitti. Çoğunun ya annesi ya da babası sorundu.
O anlarda Biorance sıkıca sarıldı onlara, eksik hissetikleri sevgiyi açtı. Merkezden akıttı. Çocuklar bir süre sonra o anları ya tam hatırlayamadılar ya da anın içinde ki duygu yoktu artık onlarda.
Biorance mutlu olmaya başladı. Başardığını hissediyordu. İlk kez bir şeyler verdiğini hissetti. Üstelik yarım da değil, tamdı..
Konsey mutlu çiftlerin sayısında ciddi artışlar görüldüğünü açıklayınca Biorance daha da mutlu oldu. İlk defa kendini tamamen unuttu. Biorance ilk kez bir şeyler yaratmaya başladı. Elohim kaynakdı.

Bazen içimizdeki en zavallı duyguları, en zavallı yanı ortaya çıkarmak isteriz. Biraz da o konuşsun- döksün bütün karanlığı ortaya kurtulsun diye bakarız ama yapamayız. Karanlık yanın esiri düşmekten- bütün her yanı kaplamasından korkarız. Susarız. Her şeyi koruyabilmek adına susarız.
O susmaz! İçimizde çıkacağı günü bekler ve susayarak bekler, anlatmaya susar o zavallı duygular. Yarımdır çünkü tamamlanmak ister.

Sonra Biorance gelir…
Her şeyi alan hayatınızdan çekip çıkaran Elohim’in en dişi meleklerinden biri Biorance. Onu özel yapan; kendini sonsuza kadar aşka ve tamamlamaya
adaması. O kalplerin yanında. Yarım kalmışlıkları alıyor. Tek kırmızı mum yakıp gözlerinizi kapatın. 2011’e Biorance’la girin.





Martı'nın Günlüğü, BF.

22 Aralık 2010 Çarşamba

İKİ BEN


İki arada gidip geliyorum ben. Biri gelenekleri önemseyen diğeri özgürlüğüne doymayan ‘iki ben’ var. Kal diyenle- tutup ‘gidemezsin daha yapacaklarımız var’ diyen, kollarıma bacaklarıma asılıyor. Kalkamıyorum!
Kırmızı kazağını üstünden çıkarmayan bir arkadaşım var benim. O kadınları soruyor, ben anlatıyorum.
Ben de erkekleri ondan dinliyorum. Eli kolu durmuyor konuşurken, bir masaya vuruyor bir kalem sallıyor. İçi kaynıyor.
‘İki ben’ var içimde, biri bu adama bayılıyor diğeri kaç uygun değil diyor.
Garip bir şey ‘iki ben’..
***
Bizim köklerimiz Selanik’ten. Suyun öteki yakasından. Eğlenmeyi, yemeyi, içmeyi, dans etmeyi seven güler yüzlü topraklardan.
Kanımızda deli damarı var. Çabuk dinen fırtınalar yaratıyor. Ama kin tutmayan, intikam nedir bilmeyen yerler. 'İki ben'i var buraların.
İki söze, bir tatlı gülüşe teslim olan kalpleri var bu toprakların. Çabuk kanıp inanıyor.
Kimimiz mübadele gördü, zorunlu geldi. Kimimiz kaldı- gelemedi. Sonradan bazımız Rum, bazımız Türk oldu. Olsun. 'İki ben'imiz var. Çeşitten daha kıymetlisi yok bize. Geleneklerine kıymet veren- yeniliğe açık topraklar burası. Daha doğrusu özü böyle ama Atina’sı kalmamış.

Okul arkadaşlarımdan Maria ve Haris evleniyor. Uçarak gidiyorum düğünlerine.
Hatta o gelinliğin kanatları bende olsa- taksam daha çabuk gidebilsem keşke.
Elbisemi uçak inişe geçtiği sırada, o küçük yolcu tuvaletinde giydim.
Hostesin ‘lütfen yerinize geçin’ diye kapıya vurması ayrı; uçak inişe geçtiği için çok sallandığından, o daracık tuvalette giyinmek her şeyden daha zordu.
'İki ben'i bile kendime sığdırdım. O tuvelete sığamadım. Ama başka çarem yoktu. Direkt düğüne götürülmek üzere alınacaktım. Uçaktan iner inmez- kan ter içinde koşturarak yetiştim.

Düğün damadın aile evindeydi. En yakın 150 kişi davet edilmiş. Isıtıcılarla yarı bahçede- yarı salonda sıcak- spontan bir kutlama daha girerken gülümsetiyordu.
Maria ve Haris okuldan tanışıyorlar. Kavga gürültü derken seneleri devirdiler. En sonunda alel acele evlilik kararı alıp düğün yapıldı.
Ben hem kız tarafıyım, hem erkek. İkisi de okuldan arkadaşlarım.
Maria tasarımcı, Harris uluslar arası bir şirkette çalışıyor. New York’da yaşıyorlar.
Hayatları arada- sıra dışı çizgiye kaysa da geleneksel motiflerden vazgeçmiyorlar.
Onların da ‘iki ben’i var.
‘İki ben’ bizim ortak aklımız. Bazen de sığındığımız limanımız.
Çizgiden taşanı derleyip topladığımız kabımız. Sığ kalmadığımız korkumuz.
Çeşitlilik, farklılık besliyor bizi. O yüzden düğün bir yandan da birleşmiş milletler elçilikler partisi gibiydi.
New York’da karar vermiştik her çeşit olacak diye aramızda. Düğün de aynen öyle oldu.
Maria ve Harris köklerinin olduğu yerde, en geleneksel hal ile evlendiler.
Muratlandılar.
Ben kilise kısmına yetişemedim ama kutlamada yemeklerden, gelinliğe, gecede çalınan şarkılara kadar gelenek takip edildi.
Anneler, babalar, akrabalar hepsi bu düğünün ağır topları oldu.
Zaten evlilik de 'iki ben'lerin buluşması değil mi? Gelenek yerine getirilmiyor mu bir tarafıyla da?
Mini gelinliğin uzun kuyruğu vardı, ama başına taktığı tacıyla da tam bir Rum geliniydi Maria. Sirtaki yapan Rum gelin göz kamaştırıyordu.

‘İki ben’in etrafında dönüyorüm. Herşeyin fazla modernleşmesinden endişe ediyorum. Her yerin ve herkesin birbirine benzemesinden korkuyorum. 'Kırmızı'yı aklımdan çıkaramıyorum.
Atina’yı geziyorum. İlk gidişim değil ama ilk detaylı gözlemleyişim.
O kadar aynı ki herkes. Anlaşılan yıllardır aynı ailelere teslim olmuş Atina, gerçekten soyulmuş. Bütün sokaklar ve yapılar 90’lardan kalmış. 90’lardan sonra buralara çivi çakılmamış. Özü gitmiş 'iki ben'i kalmamış. Kırmızısı hiç yok.

Şehrin ötesine götüren başka bir şey vardı. Buzuki.
10 yıl ve daha öncesinde o mekanlarda geleneksel eğlencelerin olmasından ve buzuki çalınmasından geliyor ismi.
Ama artık buzuki çalınmıyor. Biz Anna Vissi ve Sakis Rouvas’ı dinledik gittiğimiz yerde. Haklarını yemeyelim muhteşem performansları sabaha kadar kesintisiz sürdü. Çok kalabalıktı. En büyük konser salonundan daha geniş bir alanda sahne aldılar.
Arada bir- adet yerini bulsun kıvamıyla ‘buzuki’ de çalındı ama tam neydi emin olamadan ayrıldı sahneden. Gelenek yine müşteri hizmetlerine teslimdi.
Kırmızı hala aklımda, 'iki ben'imle savaşıyorum ben. Yürüyüp gitsem yeter. Üstelik taa buralara gelmişim, arkamda bıraksam ya!

Ertesi gün; Poseidon Tapınağı’na gittim. ‘Denizlerin tanrısı’ burası. Yunanistan’ın Sonion burnunda. Denizlerin tanrısına adanmış bu tapınak, Ege denizine hakim şekilde inşa edilmiş. Manyetik alanı çok kuvvetli. Ne stres bırakıyor, ne gerginlik.
Ruhun sözden ayrıldığı yerlerden.
Tapınağın etrafı sessizlikle bütün.
Ama denize doğru yaklaştığımda sessizlik tam orada bozuluyor. Denizinden ayrı bir ses geliyor. Karası huzur, denizi hırçın tapınağın ‘İki ben’i çok gürültülü.
Güneşin batışı burada bambaşka.
Denizin köpürdüğü yerde güneş, denize dokunup kayboluyor. Başka sihirli bir şey oluyor. ‘İki ben’i selamlıyor.

Kırmızı oluyor herşey.

'İki ben'im var benim kıpkırmızı! İçimde yaşıyor. İçim kaynıyor. Hem iyi anlaşıyor hem de kavga ediyor. Hem çok iyi biliyor hem de yola gitmeden 'hayır' dediği kızrmızı kazağa bakıyor.
Bırak gitle-kal arasında yaşatıyor.

13 Aralık 2010 Pazartesi

'Dilinde Vardı Kaderi'

Bir ses çıktı aramızdan bundan seneler evvel. Ne anlatmaya çalıştığını bile dinleyemedik. Nefret, çatal, bıçak- ne varsa susturdu onu.
Başka bir şey duyamaz olduk. ‘Fişlenmişim, adım eşkalim bilen yok’ diye önce o söyledi. Sonra biz izledik hayatını.
Ne yaşadıysa önce şarkılarında söyledi. Dilinde vardı onun kaderi. Ötesi olmadı, o öteki oldu.
‘Zamansız’ adam Ahmet Kaya…
Özü sözü bir ama ‘zamansız’ işte! Erken buldular anlattıklarını. Bugün konuştuğumuz ne varsa- seneler öncesinde dilindeydi..
‘’Ceketimi yağmurlara astığımdan beri,
Tehlikeli şiir okur
dünyaya sataşırım ben’’ dedi… ‘’beni yakacaklar, bana kıyacaklar yar’’ diye- korktu şarkısını yaptı. Olaylı gece yaşandı.
Paris’e sürgüne gitti. ‘Ülkem alışkın olmasa da muhalif sanatçıyım’ dedi, 28 Temmuz 1999’da Paris’ten yaptığı basın toplantısında.
Dilinde vardı kaderi.
Sonra bir de Türkiye gerçeği vardı içinde. Yaşayamadığı, sorgulatmayan, dayatan bir gerçek vardı başucunda.
***
İlk kez 1993 yılında Berlin’de bir konserde yaptığı konuşmayla başlayan soruşturma- ‘yasadışı örgüte yardım ve yataklık’ etmek suçuna dayandırıldı.
1993 yılını bir kenara yazın. Türkiye’nin en karanlık yıllarından biri.
Kürt dosyası kimin eline değse başına bir iş gelmiş ‘tesadüflerin’ yılı olmuş 1993. Sadece kürt meselesi değil elbet- yapacak çok iş varmış- önde yanda ne varsa geride bırakılmış.
Sadece 1993 yılına takılsa iyi!
‘Arka Mahalle’nin çocuğu Ahmet Kaya’nın kaderi zordu. Zamansızdı. Felaketler kuşağında anlattı derdini.
Olaylı gecesi: 12 Şubat 1999. Yine felaketler yılı oldu. Aynı yıl deprem dahil bir çok olay yaşandı. 1999 yılını da bir kenara yazın.
Koalisyon hükümeti gibi ‘yeni’ başlangıçlar da oldu. Keskin çizikler yarıklar da girdi aramıza. Uçlarda yaşandı çoğu gelişme.
Böyle zamansızdı yine Ahmet Kaya.. Bilemezdi, seçemezdi elbet.
Zamansızlık da kader oldu ona.
Ülkenin meselesi bitmedi. Ahmet Kaya’ya sıra gelmedi. Sıra vermek isteyen de çıkmadı o günlerde.

11 Aralık 2010’a kadar…

Arka mahalledeydim ben geçen gece. Girişi kalabalıktı. Acısı büyüktü. Ben sarı saçlıyım- onların saçları koyu. Ben renkli gözlüyüm, onlar kara kaşlı kara gözlü. Ama biz biriz, bir aradayız. Bir adamı izleyeme geldik hep beraber.
Aynı duyguları paylaşıyoruz.
Lütfü Kırdar’da düzenlenen Ahmet Kaya anma gecesindeyim.
Erken gelmeme rağmen kalabalığı yararak girmek zorunda kaldım. İlk bulduğum yere oturdum.

Önce Rojin’in ‘Ahmedo’ ağıtını dinledik sonra Hayko Cepkin’in piyanosuyla, Ahmet Kaya’nın ‘memleket hasretini seslendirmesine bayıldım.
Ümit Kıvanç’ın hazırladığı belgesel ‘Uçurtmam Tellere Takıldı’ özel seçilmiş görüntülerle hazırlanmış.
Muhabbeti esprili bir Ahmet Kaya vardı görüntülerde.
Hoş bir anısına bütün salon kahkahalarla güldü. Yıllar önce taksicilik yaparken- biri taksiye binmiş ama yarı yolda taksiyi durdurmuş. Kahveden para alacağını söyleyerek inmiş taksiden- ama para bulamamış.
Ahmet Kaya başlamış kızmaya ‘olur mu patrona nasıl hesap vereceğim’ diye söylenirken; müşteri ‘abi istersen beni aldığın yere bırak’ deyivermiş.
Muhalif sanatçı Kaya’dan başına her türlü gariplik gelen Kaya ayrı renkti gecede, bunun gibi bir çok anısı paylaşıldı.

Ahmet Kaya’nın her konuşmasında, her şarkısında alkışlar koptu. Şarkılarını bağıra bağıra seslendirenler, ağlayanlar ne isterseniz hepsi vardı.
Aslında o meşhur söz gibi ‘normalleşen’ bir geceydi.

Yazdıklarını yaşamış, yaşadıklarını yazmış dilinde kaderi- Ahmet Kaya vardı o gece.

12 Aralık 2010 Pazar

'Dokunulmayan Tavuk'

Pazar sabahı 11:00. Hava çok soğuk, sokakta kimse yok. Titreyerek de olsa kendimi atıyorum yollara. Mutlaka görmek istiyorum. O’nun dilinden dökülecekleri merak ediyorum.
Otelden içeri giriyorum. Ne tarafa gideceğimi gösteriyorlar.
Heyecanlıyım! Asansöre doğru yürüyorum. Geldiğim katta tedirginim. Heyecanımı gizlemeyi başararak soruyorum. Önümdeki büyük kapıyı gösteriyorlar. Kapıyı açmaya çekiniyorum. En son geleniyim buranın, bir anda dikkatleri üzerime çekmek istemiyorum diye düşünürken- kapıyı açar açmaz sevişen bir çift buluyorum karşımda! Üstelik bütün salon onları izliyor.
Yerime oturuyorum. 200 civarı kişinin bu sevişmeyi ciddi ciddi izlediğini gözlemliyorum. Ellerinde kalem kağıtları var. Sevişmeden notlar alıyorlar. Birbirlerine bakıp kısık sesli yorumlar yapıyorlar.
Ne güleni, ne utananı var buranın.
Biz; bir gurup insan, bir pazar sabahı Point Barboros Hotel’inin alt katındaki konferans salonunda erotik Türk filmlerinden bölümler izliyoruz.
Aslında bir kongre için bir aradayız.

Cinsel Eğitim Tedavi ve Araştırma Derneği (CETAD) organizasyonluğunda düzenlenen ‘Cinsellik ve Cinsel Tedavileri VIII. Ulusal Kongresi’ndeyim. Konferans aslında Cuma başladı. Ben son gününe ancak yetişebildim. ‘Çocuk ve Ergenlerde Cinsellik’, ‘Erken Boşalma’, ‘Haz’, ‘Cinsel Fanteziler’ ve ‘Mastürbasyon’ tartışılan bazı başlıklar…
Anlatanları da, izleyenleri de doktor bu kongrenin.
Benim gibi farklı yerlerden az sayıda katılımcıları var.

Konferanstan 1 hafta önce Sırrı Süreyya Önder’le yemek yerken söylemişti. Eski Türk sineması üzerinden cinselliğin anlatılacağı bölümde konuşması varmış. Ben de gidip, izleyeceğimi söyledim. Pazar sabahı da kalktığım gibi fırladım evden. Bir 10 dakika kadar geç kalmıştım. Ben konferans salonuna girerken başlamışlardı, sessizce ve şaşkınlıkla yerimi aldım.
Bir sevişme sahnesinin en hararetli yerinde girdim kapıdan. Herkes dikkatle bu sevişmeden notlar çıkarıyordu.
Ama bir pazar sabahı düşünün ki; daha gözümü yeni açmışım ve erotik filmlerden bölümler izliyoruz. Allahtan olayın adı konmuş, yoksa bu kadar insan toplanıp aynı salonu pazar sabahı kiralasak ve sırf film izlemek olsa amacımız- sonu karakolda biter bu fikrin.

Kongrenin devamında;
Türk filmlerinde seks algısı üzerine çok ilginç yapımlar vardı. Dönemin sansür mekanizmasını kırabilmek için yapılan cambazlıklar bugün bile şaşırtıyor. Mesela bir porno filmin afişine ‘kadınlara iyi davranın’ diyerek hadis ismi bile yazılmış!

Döneme damgasını vuran filmlerden tüm görüntüler serbestçe işleniyor kongrede. Ben de bilmiyordum ama farkındalık kaslarım gelişti- izleyince.
Mesela; ’’Parçala Behçet, Akrep, Çakal, Kadın Kahramanlar, Uçan Kız, Civciv Çıkacak Kuş Çıkacak, Yırt Kazım, Öttür Kuşu Ömer’’ alanında en ilginç olanlarından.
Bir de alanında sınırsız olanlar var ki; yani sonlara doğru öyle bir fragman girdi ki- pes dedirtiyor! Fragmanın içinde yok yok!
Bu ‘sınırsız’ filmin adı; ’’Komşunun Tavuğu’’
Filmi kongredeki doktorlar da ayrı bir yere koymuşlar. Sözün bittiği yer demişler film için.
Sonra fragmanın etkisini üzerimizden atmaya çalışırken- söz dönüp dolaşıp erotik filmlerde yer alan yerli kadın oyunculara geldi.
Zor dönemin daha zor hayatları olmuş onların yaşadığı.
Tabuların kapağının bile henüz aralanmadığı bir dönemin- ilki olmak ağır olmuş kadın oyunculara. Haklılar.
Hallerinden şikayet etmişler. Verdiği röportajlarda anlatmışlar kendilerini. Özel hayatı için; ’’seks olayını hiç bilmiyorum özel yaşamımda hiç şey etmedim’’ açıklamasını yapanı bile olmuş içlerinden.
Dönemin erkekleri sıyrılmış oralardan ama kadınları o filmlerle kalmış. Filmlerle beraber gitmişler aramızdan.
‘Şey etmiş’ çünkü o kadınlar!

‘’Şey etmenin’’ sorgulandığı yerde haliyle; erotik filmlerdeki ‘uç noktadaki vahşi’ de görülüyor. Öyle iyi bir vahşi değil! Sevişme denmesi bile mümkün değil sahnelere!
Filmin örgüsü; iş bitirelim zihniyeti! Sevişmeyi unutturmak istemiş bu filmler erkeklere! Dokunmamış kimse birbirine çünkü…

Sonra bir de eş zamanlı çekilen diğer Türk filmleri var.
Orası da başka bir uç. Öpüşmek bile yok hayatlarında o çiftlerin. Yapılıyorsa da en fazlası öpüşür gibi olmuş. Kavuşmuşlar ama dokunamamış kimse birbirine. İki uçta yine sevişememiş kimse. Yine dokunan yok!

Üzeri ‘dııııt’ diye sansürlenen hangi kelime varsa- bu kongrede hepsi havada uçuşuyordu. Sevişmeyi sorgulayan kongrenin tek eksiği Ayşe Arman’dı. Gözlerim aramadı desem- yalan olur. Bir ara birini bile benzettim, hatta konferans bitene kadar mutlaka bir yerlerden çıkar diye düşündüm ama göremedim.
Onun dışında her şey iyi organizeydi. Cesur bir kongreydi.

Filmlerden; geçmişin sevişmeleri ortaya döküldü. Zihnin sevişme haritaları çıkarıldı meydana. Hepimiz o manzaralarla baş başa kaldık kongrede.
Katılımcıları doktorlar, psikologlar ve psikiyatrlardan oluşan bu kongre ‘geçmiş sevişme algısına’ önemli bir darbe vurdu. Kodları kıran ilk adımı attı, hafta sonu. Sevişen kadının da artık ‘günahkar’ sayılmadığı tiatral ve film sahneleriyle de olsa- anlatıldı.
Sırrı Süreyya Önder; ’’namusu kirlenen kadın eğer başroldeyse, o zaman iyi kadını oynuyordu, genel olarak kendisi ölmek isterdi, erkek suçsuz olduğunu biliyorsa onu öldürmek istemezdi, ama bir şekilde sonuçta öldürürdü. Türkiye’den Atıf Yılmaz’ın ‘Utanç’ adlı filmi bunu iyi anlatır ve iyi bir örnektir.’’ diyerek kadının cinsellikle kirlendiği gibi yanılgıların filmlerde nasıl işlendiğini anlattı.
Filmlerden bilime;
Sadece İstanbul değil, her yerde yatağın kodları kırılıyor. Kodları kıranları çıkıyor aramızdan.
‘‘Şey etmek’’ten sevişmeye giden normalleşmeye doğru...

9 Aralık 2010 Perşembe

ÇIPLAK AYAKLAR

Sakin olur. İncitmeden basar yere. Sıkan derileri olmaz etrafında. Kendiyle dokunur gezdiği yerlere.
***
Topuklu bir ayakkabının, çizmenin en önemlisi de bir postalın hiçbir zaman sadece ‘kundura’ olmadığını biliyorum. Giydiğim ayakkabıyla topuklarımı vura vura bastığım yollarda anlattıklarımı, çizmelerimle ele geçirdiğim anları hatırlıyorum.
Sırf ben değilim ki..
Kadın ayağı yere basan, topuğunu yeri geldiğinde yere vuran olur.

Buraların efendisi kadının topuklarıdır. Kimse bilmez, kabul etmez. Etmesin. Dünya bu topukların etrafında dönüyor.

Topuklarını yere sesli sesli vurmaya görsün kadın; topuklarını aşındıranlara bakın, bir de o topukların dokunamadıklarını görün.

Ayakkabılar yaşanmışlığı anlatır. Ayakkabılar insanların hayattaki duruşları olur. Dikkat etmeyiz ama hayata ayakkabılardan bakarız. Ayakkabı markaları buna anlam bile yükledi. ‘Bu ayakkabıları giyen hangi kadın olursa olsun, kendini dünyanın en seksi kadınlardan görecek’ iddiasını koyan Christian Louboutin’ler var hayatımızda altı kırmızı ama can yakmıyor.
Keşke bu çizmeler/postallar da başka bir yerden hükmetse hepimize.. Kıpır kıpır olsa hep içimiz. Hani savaştırmasa da hep seviştirse keşke.

Yer : Beşiktaş, Dolmabahçe, Kabataş.
Tarih: 4 Aralık Cumartesi.
Konu: Protesto Girişimi
Yer : Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Tarih : 8 Aralık Çarşamba
Konu: Aslında Anayasa konulu bir konferanstı ama ‘kolektif yumurta şenliği’ne dönüştü.
Önce CHP Genel sekreteri Süheyl Batum protesto edildi. Ama en azından konuşabildi. Öğleden sonra gelen Ak Partili Burhan Kuzu ağzını bile açamadı. Bir ara korumaların kendisine tuttuğu şemsiyenin altından konuşur gibi oldu.
Şemsiyelerin altından hem dekanı istifaya çağırdı hem de öğrencilere ‘o yumurtaları yemediğiniz için böylesiniz’ diyebildi.
Ayakkabılar yumurta oldu. Sonra postallar içeriye girdi, koşa koşa. Hemen gazı bastılar salona. Polis üniversiteyi gazladıktan sonra ayrıldı.
Görüntüleri inceliyorum. Postallar ilaç, yumurta Allah ne verdiyse mahvolmuş. Haliyle her yerde resimleri var.

Meğer ne çok postal var aramızda!

Hepsi de ayağını vura vura yürüyenlerden. Ne bükülüyor ne eğiliyorlar. Nasıl ellerden çıkmışlarsa o postallar/çizmeler çok acıtıyorlar. Vurduğu yerde gül bitmiyor.

Sonra yere sert basıyoruz biz. Rap rap sesler çıkıyor içimizden.
Sert sözler döküyoruz arkasına ağzımızdan çıkıveriyor. Postallar dilimize takılıyor bu kez, söylediklerimiz acıtıyor.
Kadın topukları postallarla kırıldı. İçinde bir bebekle dikiliyordu o topuklar ayakta ama olmadı. Önce topuklar kırıldı sonra da bebek gitti.
Merak ediyorum.
Bu ‘rap raplar’ yerine kadın topukları çıkıp ayağını yere vura vura bir şeyler anlatabilir mi?
Ya da ‘Konuşan Türkiye’ şemsiye altından mı bildirmeye devam edecek?
Ortamız yok ki.
Yere usulca basan ayaklarımız yok bizim. Bastı mı acıtıyoruz. Ayakkabılarımız sert bizim ayaklarımızı acıtıyor.
Sonra postallarımız hiç eksik olmadı bizim.
’’bir çift postal’’.. Sadece postal olabildi mi hiç? Ya da içinden çıkanlar sadece çıplak ayaklar mı?
Postallar ayaklarımızı sıkmış belli ki çok terletiyor, acıtıyor artık.

7 Aralık 2010 Salı

FARK VAR!

‘‘Fark var!... seninle iyi arasında büyük bir fark var. Benimle senin aranda kocaman bir fark var. Kötüyle benim aramda irice bir fark var. İyiyle kötü arasında duran…’’
Sözleri Ceza’nın bilinen şarkısından. Farkı ise hayatımıza başka bir yerden baktı hafta sonu.
Bir gün arayla Dolmabahçe ve Kabataş'da sanki ‘muharebe’ yaşandı. Cumartesi günü üniversite öğrencilerinin protestosu, girişim olarak kalınca ortalık karıştı. Polislerin sert müdahalesi, öğrencilere atılan dayak yüreğimi sızlattı. Nasıl sızlamasın ki? Az önce konuştuğum çoğu kişiyi ekranlardan, haberlerde dayak yerken gördüm.
Pazar günü ise Beşiktaş-Bursa spor maçı vardı. Dolmabahçe yine karıştı. Holiganların çıkardığı olaylar sokaklara taştı.
Ama fark var!
Cumartesi; Kabataş’da bizzat öğrencilerin arasındaydım. Evim yakın, duyar duymaz koşarak gittim. Sordum, ne söyleyeceklerini merak ettim. Hepsinin yaşadıklarına dokunmak istedim.
Pazar günü ise tesadüfen Dolmabahçe’den geçiyordum gördüklerime inanmakta zorlandım. Tünel çıkışı bir anda savaşın ortasında buldum kendimi!
Evet, iki eylem arasında fark var. Ama iki müdahale arasında daha derin bir fark var! Daha ‘şiddetli’ bir fark var!
Fark var! çünkü; öğrencilere gelince copları He-Man’in kılıcı gibi sallayanlar, İnönü Stadı önünde ne yapacağını şaşırdı. Bir ara yetersiz sayıda kalınca da geri çekilen bir fark var. Holigana dokunamayan bir fark var!
Fark var! çünkü onların kalemi vardı, holiganların ise bıçağı sopası yanındaydı.
Fark var! çünkü holiganlar kavgaya gelmişti, küfür eksik olmadı, öğrenciler ise protesto yapmak istedi kendileri adına konuşmak istediler.
Fark var! holiganlar kendi kendileriyle kavga ediyorlardı. Birbirlerini parçaladılar nerdeyse. Oysa üniversite öğrencileri polisten cop ve dayak yediğiyle kaldı.
Asıl mesele ise karanlık basınca anlaşıldı. Görüntüler haber merkezlerine ulaştı. Ana haberler startı verir gibi tek tek vermeye başladılar görüntüleri. Uzun uzun ekranlarda tuttular o yaşananları. Vuran eller bile kendilerine şaşırdı görüntülerle yüzleşmeye başladı. Herkes gündüz ne yaşadıysa gece karşısında buldu.
Sonra ertesi gün ve bir ertesi gün daha derken pazartesi herkes işinin başına döndü. Bütün kanallar gazeteler iyice didiklemeye, sorgulamaya başladılar.
Tahammülümüz ne zaman limit aşımına ulaştı?
Bu sorular hepimizin aklından geçerken ne haber kanalları, ne de diğerleri görüntüleri indirmedi gündeminden. Bazı resmi eller protestoların yasal olmayan yanına dayandı. Öyle savundular kendilerini. Kafam karıştı.
Dolmabahçe’deki holiganlar daha önce haber mi vermişti? Üstelik maç bu. Gergin bir karşılaşma ‘ihtimali’ de vardı.
Akşam saatlerinde sonunda Hüseyin Çelik çıktı bir programa;
’’Bu gençler bizim gençlerimiz, protesto etmek haklarıdır’’ dedi. Sonuna bir de ‘ama’ ekleyerek..
’’Protestocuları dağıtmanın iki yolu var. Biber gazı sıkmak ya da cop kullanmak bunlar. İkisi de iyi yollar değil.’’ deyiverdi.
’’Bu gençler bizim çocuklarımızdır daha şefkatli davranmalıyız’’. cümlesini de ekledi anlattıklarına.

‘Ama’ların insanı hiç olamadım ben.. Birisi bana seni seviyorum ‘ama’ dediğinde uzaklaştım. Bu iyi ‘ama’ dediğinde yapmadım.
Samimiyetimin aması yok ki.. Farkı var!

Bu arada ‘üniversite’nin kelime anlamını yayına gelen konuğum Stefano E. D’Anna hatırlattı. Üniversiteler ne içindir? diye sordu yayınımda. Meğer; Üniversitelerin manası zaten kelimenin içinde saklıymış unutmuşuz. Üniversitenin kelime anlamında –unı- var ve -versite- var. Latince'de tekliğe birliğe doğru gitmek. Yani bir toplumun parçası değil, bireysel olarak kendini ifade eden bireyler oluşturmak ve hayatlarında özel bir şey başarmak isteyenlerin yeri. Yani geldiği yerde fark var! Fark yaratmak isteyenleri var!

2 Aralık 2010 Perşembe

'BABA YOK'..

Benim babam yok ki… Benim babam yok ki… Benim babam yok ki…

Bozuk plak gibi tekrarlanan bu cümlenin ürperttiği teni soldu annenin.
En yakın arkadaşının, ‘senin baban nerde’ sorusuna cevap veremeyen 3 yaşındaki kızı Ela’nın diline takılmış. Durmadan dakikalar boyu söylüyordu aynı şeyi Ela. Ne olduğunun farkında olmadan diline dolamıştı. Ama her tekrarda biraz daha derinlere gidiyordu sözler. Dakikalar boyu cümleyi tekrar ede ede salona girdi Ela. Her tekrarda ev ahalisiyle kalabalık olan salondan bir kulak daha ona doğru dikkat kesildi.
En sonunda anne dayanamadı. Ağlamamak için kendini tuttu. Çocuğunun yanına gitti. Niye böyle bir şeyi sürekli tekrarladığını anlamaya çalıştı. Çocuğun ona bir şey sormasından korkarak alçak bir sesle eğilip yavaşça seslendi. Çünkü onun da ne verecek bir cevabı vardı. Ne de ortaya çıkaracak bir baba o gün oralardaydı…

***

Baba... 2 ‘b’ ve 2 ‘a’ nın birleştiği yer... Söylerken bile güven veriyor, kendimi yaslıyorum bu kelimeye. Dünyada beni aldatmayacağını bildiğim tek erkek!
Üstelik en iyi arkadaşım.
Sonra Ela daha sağ kolunun altında pembe panteriyle yaşarken gidiveriyor evden. Valizini topluyor gözü önünde. Ela soruyor, ama babası hiç bir soruya cevap vermiyor. ‘Babam çok kızmış’ diyor Ela. Ama beni çok seviyor. Kocaman resmimi valizine koydu. Gözlerimle gördüm babam beni seviyor’ diye bağıra bağra koşturuyor evde.

Ela’yı dinlerken kendi içimden çıkanları tutamadım. Terk eden tüm babalara kızdım. Geride bırakılan çocuklar gibi buruldum.
Sanki ben ortada kaldım.
Dünyanın ortasına yapayalnız beni diktiler. Beni çaktılar sanki bütün boş meydanlara. Ela’nın hayatına o gün normal gibi gözüken ne varsa- sonra önüne çıkıyor yıllar birer birer dizildikçe ona doğru.

Okuduğum bir günlükten notlar Ela’nın babasının bir nedenle evden gidişini anlatıyor. Henüz bunları yazdığı yıllarda yeni okuma yazma öğrenmiş. Yarısı yarım yamalak yazdıklarının. İsyanını bile tam yansıtamamış. Boğazımda düğümlenen kısmı da; anlamaya çalışmış yazdıklarıyla bu gidişi. 'belki bir bildiği vardır' diye cesurca sorabilmiş 7 yaşındaki Ela.

***

Mardin'deyim. Bir konferansa geldim. Ela konferansı izleyenlerin arasında oturuyor. Dikkatle takip eden gözlerine ilgisiz, kayıtsız kalamadım.
Ne yaşadıysa gözlerine dosyalamış. O bakınca, ona doğru bakıp dalıyorsunuz. Gözlerinin içine girdiğiniz andan itibaren hikayeye götürüyor. Filmi sizin için başlatıyor o gözleri. Tekrar tekrar yaşıyor sanki her şeyi hiç bıkmadan.

Konferans sonrası tanıştırıldık. Gözlerindeki hikayeyi ben istedim, o anlattı. Bekledim. Günlüğünü de getirdi, gösterdi.
Hiç kimsenin duyarsız kalamayacağı bir baba kız imkansızlığı dokunmuş ona.
Ben de babamla uzun yıllar ayrı kaldım. O ayrılığı, beraber büyüyememeyi iyi bilirim.. Ama ben Ela'nın ki gibi bir hikaye görmedim, duymadım.
Günlüğüne ilk notlardan en son buluşmalarına kadar yazmış.

Bir günlük düşünün, ilk sayfalarını 7 yaşında yazmışsınız. Aradan geçen 20 yılda ise babasıyla dertleşmiş, kimi zaman isyan etmiş. Hatta çok bozulmuş. Kimi zaman da iyi ki yoksun demiş. Oh çekmiş içinden!
Ama o son sayfalar benim diyen yüreği çiğneyip geçmiş...
Bazı bölümleri Ela’nın da izniyle hiç dokunmadan aktarmak istedim.

***
‘'Bugün her şey o kadar kötü gitti ki toparlayamadım galiba ben kendimi. Sonra telefonum çaldı. Numaramı bir akıl hastanesinden bulmuşlar. Nasıl bulmuşlarsa? 'babanız burada, lütfen gelip çıkarın' diyen hemşireyle yarım saat telefonda tartıştım. 'Ben onu 20 senedir görmüyorum' dememi umursamadı bile.
Telefonu kapattım, hastaneye gittim. Yolda arabamın lastiği patladı. Servisten gelip lastiğimi yaptılar. Her şey üst üste geliyor gibi hissettim. Hastaneye vardığımda babamdan önce doktorun odasına gittim. Hiç bilmediğim bir şeyle karşılaşmaktan korktum. Ama kaçamadım! Meğer babam akıl hastasıymış! Bunu 20 sene sonra hastanede- üstelik babamı henüz göremeden bir doktordan öğreniyorum.
Sonra tüm cesaretimi toplayıp babamın yanına gittim. Onu sorgulayacak, kızacak bütün gözlerimi arkamda bıraktım. Hepsini içime bastırdım. Normalmiş gibi gözlerle girdim hastanedeki odasına. Buz gibi gözlerle…
Sanki hiçbir şey olmamış da ben daha dün hastaneden ayrılmışım, hatta bu herkesin başına gelebilirmiş gibi davrandım. Utandırmak istemedim onu.

‘Yıllar sonra yine ben düşündüm her şeyi. Yıllar sonra beni gören gözleri tanımıyor gibi bakıyordu. Bütün yaşanmışlığını silmiş’.

Sadece beni gören yani mutluydu geldiğim için.Yaşadıklarını kaybetmiş bir babaya ne sorabilirdim ki! Niye beni aramadın bile diyemedim ben!
Öylece evine bıraktım onu. Duygularını yitirmiş. Ha ben ha başka bir kız ne fark ederdi ki’’.

***
Babasıyla problemi olmayan kadın nerdeyse yoktur aramızda. Ama yıllar sonra görülen babaya da hesap soramamak hatta hiç bir şey olmamış gibi davranmak reva mıdır o kız çocuğuna?
Ela yine gözyaşlarını kalbine doğru akıtmış çünkü yine hesapsızca anlamaya çalışmış!
Hastane günlerinden sonra bir kaç kez daha babasıyla buluşmuş ama her görüşme ayrı bir yabancılaşmaya dönüştüğü için sadece babasının anlattığı kadarıyla dinlemeye karar vermiş. Vazgeçmiş, yorulmuş mücadelesinden. Kayıp bir ruh olarak kabul etmiş sonunda babasını.
Birbirimizle vedalaşırken farkında olmasa da ‘benim babam yok ki’ diyerek sonlandırdı sözlerini.
Ela’nın babası yok..




(Martı’nın Günlüğü, BF.)