5 Aralık 2020 Cumartesi

BAHÇELİ MEDYANIN YENİ KAPTANI OLMAK İSTİYOR!

Fazla iddialı buldunuz başlığı biliyorum ama hiç değil. Anlatacağım. Habertürk’ün başına gelenleri çoğunuz biliyorsunuz. CHP Mersin Milletvekili Ali Mahir’in sözlerine sonradan özür dilemesine rağmen RTÜK, 5 kez program durdurma ve en üst sınırdan idari para cezası verdi. İlginç bir şekilde Habertürk’ün yanında olanlar kadar karşısında olanlar da var. Bir özrün geçmediği yerde ne geçerlidir? Bu zaten bambaşka bir tartışma konusu. Olayın elektriğini arttırarak her meseleyi tabulaştırmak ise tam da Devlet Bahçeli’nin tarzıydı. O da zaten sessiz kalmadı. Durumu öyle bir yere getirdi ki; olanı ihanet, kanalı ve sahibini ise işbirlikçi olmakla suçladı, Bahçeli. Sağ duyulu siyaset konusunda gönüllerimize ne kadar su serpti anlatamam! Okullarda ders niteliğinde okutulacak bir açıklama! Özellikle içinde geçen; “şarlatanlık, şerefsizlik, özgürlük cambazlığı, faşist dayatma, namert tertip, kan içici keneler” ifadeleriyle hassasiyetlere karşı uyaran birinin bu kadar hassas olması benim gözlerimi yaşarttı. Bir manada histen hisse evrildim. Aslında Bahçeli bu açıklamayı boşuna yapmadı. Fakat onun öncesinde başka bir konu var. Devlet Bahçeli aynı duyarlılığı başka bir meseleye yeterince gösterdi mi? Konu: Rasim Ozan Kütahyalı. Meselesi Yugoslav kardeşlerimize istinaden yayında kullandığı korkunç ifadeler. Özür diledi, bir süre ekranlara çıkamadı. Bu kısımda bir sorun yok. Fakat yeniden ekrana çıkmak için Devlet Bahçeli’den icazet alması ve onun “bir çık tepkilere bak” demesi üzerine ilk denemesinde tutturamayan Rasim Ozan Kütahyalı bir süre sonra ekranlara çakıldı. Bahçeli’nin bilgisi ve icazetiyle elbette. Bunun Habertürk ile ne alakası var diye sorabilirsiniz. Direk yok. Ama hassasiyetlerle çok ilgisi var. Ve Devlet Bahçeli bazen bazı konularda çok hassas. Bunu madde bir olarak yazın. Konu sadece burada kalmıyor. Madde iki bambaşka. Başlık burada devreye giriyor. Bakın burası çok önemli! Bahçeli yaptığı ağır açıklamanın satır aralarında duyanlara ve duymayanlara yeniyi ilan etmek istiyor. Yani tüm medyanın bundan sonra “diğer kimileri” gibi bizzat kendisinden icazet almasını istiyor. Aynı zamanda Habertürk değil AkParti’ye kocaman bir selam gönderiyor açıklamasıyla. Konu Habertürk gibi gözükse de Bahçeli’nin özellikle de Albayrak ve istifasında yaşanan krizin medyada aldığı boyutu görüp boşluktan faydalanma hatta orayı kaplama arzusudur. Kontrol etme isteğinin bu kadar hırslısı ve sahneye bu derece hızlı girişinin bir de Ankara’daki perde arkasını düşünün… Erdoğan’a kolay gelsin. Elinde nur topu gibi yeni bir sorun var. Kim bilir belki epeydir vardı, hatta Albayrak da dahildi. Şimdi Habertürk’ün suçu ne? Direk yok aslında fakat Habertürk’ün rahmetli Ufuk Güldemir ile beraber kuruluş amacında yani ruhunda var olayların bir şekilde başladığı yer olması. Öyle bir ruhla kuruldu. Dolayısıyla var olduğu sürece, mecazi anlamda söylemek gerekirse fitilin her zaman ateşlendiği yer olacak sahibi kim olursa olsun…

22 Ekim 2019 Salı

"Devekuşlarıyla" Koşan Kadınlar



Kitabın orijinal adı Kurtlarla Koşan Kadınlar. Sadece dünyada değil Türkiye’de de baskı üzerine baskı yaptı. Kadınların içsel karmaşasını bütünleyerek sağlam bir varoluşa dönüştürmeyi arzulayan yegane bir hizmet bana sorarsanız. O kadar şahane bir kitap ki geç tanıştığım halde bazı yerlerini yeniden ve defalarca okudum. Bilinç altına ve bilinç dışına ulaştığı yöntemi buradan paylaşmayacağım lakin amacına ulaştığı konusunda şüpheniz olmasın.
Neden Kurtlar?
İnsana en yakın davranış kalıpları ve içgüdüsel benzerlikler gösteren güçlü bir simge. Simgesel anlatımı çok yüksek.
Benim başlığım neden devekuşlarıyla koşan kadınlar?
Çünkü Türkiye’de kadınların tam olarak yaşadığı bu. Devekuşu attan daha hızlı koşar. Ayrıca erkek devekuşu bir aslan gibi kükrer. Gel gör ki; bizim efsanemizde de devekuşu, bir tehlikeyle karşılaştığı zaman düşmanını görmemek için başını kuma gömer. Yani bizim yolculuğumuz bu mantıkla devekuşlarıyla yapılmakta.
Fakat ben yine de bize özgü hikayelerle durumu biraz daha deforme etmek istiyorum.
Türkiye özelinde kurtlardan ziyade, mesela ayılarla koşan kadınlar hatta ayılardan son hızla koşan yine de kendisini kurtaramayan kadınlar var. Her gün şiddetin türlüsünü yaşıyorlar. Sadece fiziki değil psikolojik şiddet de vahim durumda ve kadınlık adına ağır bir trajedi yaşanıyor. Kadın tanımını nerden tutarsanız tutun; ne cinsiyet, ne duygusu ne de varlığıyla tam olarak bilinç ilişkisine geçilmiş değil ülkemizde. Erkeklerimiz anneleri dışında kızları dahil kadını nereye koysun hakikaten şaşırıyorlar. Emin olun bunu en eğitimlisinden en eğitimsizine kadar size ispatlarım. Gözlemledim ciddi ciddi üşenmeden izledim. Eğitimlisi de eğitimsizi de kendine bir kız babası modeli bulmaktan öteye gidemiyor. Mahalleden ya da bir yerden. Hangi çevredeyse koşullar biraz da ona göre değişiyor.
Meseleyi basitleştirmekten yana değilim ama gerçeği bugünlük Borges ya da Marquez gibi büyülü olarak sunamayacağım. Kimse çarşafların ucuna tutunarak gökyüzüne yükselemedi henüz. Hala saçlarımızın altında taşıdığımız zihin ve onun köküne inen inançlarla besleniyoruz, hareket ediyoruz ve konuşuyoruz. Demek istiyorum ki; şartlar seni hala güncellemiyor. Farkında mısın?

Daha ötesinde iş dünyasını düşünelim. Bazı erkeklerin kurtlar kadar aç davranıp kadınlara açmadıkları alanları bizzat deneyimlediğinden yazıyorum. Belki yazıla yazıla ihtimalen de olsa gelecekte yapılmaz umudum hala var. Onu naif ve çıkıntı durmayı göze alan bir romancı gibi hala besliyorum.
Ülkemdeki gazetecilik biçimini ve gazetecileri gördükçe kendime gazeteci demekten çoktan vazgeçmiş bir bireyim. Buradaki birey kelimesinin altını çizmek istiyorum. Çünkü gerçekten bir birey olarak çaba vermenin yanındayım. Türkiye’deki gazetecilik ise ana akımda erkek cenahı birbirlerinin paçasını tutarak yapılıyor. Kadınlar bu konuda kesinlikle daha bireysel. Akla ilk gelen örnek; Ayşe Arman kendi röportajlarını, kendi işlerini, hayatını ortaya döktüğü bir model koyuyor ortaya. Tartışırsınız, seversiniz sevmezsiniz fark etmez. O neyse onu ortaya koyuyor. Kendi paçasını tuta tuta ilerliyor.
Erkek tarafı diye ayırmak gerçekten zoruma gidiyor, hoş değil. Hele benim gibi hayata cinsiyetsiz bakan biri için inanın daha gıcık bir durum. Ancak başka türlü anlatmak da kolay değil. Bir dolu köşe yazarı düşünün ya da gazeteci, isim vermeyeceğim. Arasında şuan işlerinden uzaklaştırılanlar da olsun. Hepsi yine birbirinin paçasına tutunarak geziyor. Hiçbirinin bağımsız tek başına yaptığı bir iş yok. Aralarından çıkan yeni jenerasyon var ama ilginçtir o da paçasını ufaktan kaptırıyor. Tuhaf tuhaf isimlerler gruplar halinde, 80’lerin komşuculuk ve mahalleden arkadaşlar zihniyetiyle duruyor. Küçük kollektif mahallelerinde yaşıyor hepsi erkek gazetecilerin. Oradan ayrılanı kurt kapar diye herhalde. Dolayısıyla kurtlarla koşmuyor bizim kadınlarımız, buralarda başka simgeler var. İşe yarasa hiç sorun değil ama faydasız bir kolektivizm.

Kendi kadın mesai arkadaşlarının getirdiği işi ham diye yutup, üstüne bir de “sunucu ile ortak mı olunur” diye ortada dolaşan sonra da ekranda kadın hakları savunuculuğu yapan gazeteciler de var. Kendi bahçesindeki zehirli otlardan tekini bile yolmadığı gibi otoritenin zehirli otlarına kafayı takmış. Peki arkadaşım otoritenin hatasını söyle elbette ama senin inandırıcılığını nereye koyalım? Senin öncelikle kendini ve kadınları aldatmanı, aç gözlülüğünü, işin üstüne yatmanı ve emeği yok saymanı biz nereye koyalım?
Bu noktada da hayat devreye giriyor. Görüyorsunuz zaten basın adına öyle bir kara bir dönemden geçiyoruz ki, çoğu gazeteci işsiz kalmasının yanı sıra insanlık sınavından da kalıyor.
Fikirlerini korumaya çalıştığı yerde, asıl duruşunu koruyamayan insanların, bana göre bu ülkede söyleyecek mühim sözleri yoktur. Olsa da zaten bir yere ulaşmaz.

Türkiye’nin matbuat tarihinin değişmesi için birkaç jenerasyon ötesinde öncelikle bilinç değişimi şart. Mevcut ve yeniye, kendinden farklıya izin vermeyen, sadece onların işaret ettikleri otorite değil aynı zamanda şikayet sahiplerinin bizzat kendisidir.
Bir de zamanında iktidarın yanındayken orayı burayı arayıp ona/buna iş vermeyin diyen adamların şimdi kendilerine üstelik eski arkadaşları tarafından aynısı yapıldığında, “adaletsizlik bu” diye çıkışmalarını ayrıca komedi filmi olarak mı izlesem henüz karar veremedim.
Gerçekten gazeteci erkek grubu arkadaşlara toptan şunu sormak istiyorum. Tek sorunca üzerlerine alınmıyorlar kolektif hareket ettikleri için. Acaba ne zaman yetişkin bilincine geçersiniz? Haber edin.
Sevgiler.















15 Ekim 2019 Salı

"Purolu Adamlar" Miti

Aslında tanım bana ait değil, hakkını yemiyim Adriana Lima ile olan birlikteliğine atfen ilginç bir tespitti. Kendisinin kazandığını purolu adamların kaybettiğini söylemişti Metin Hara... Ya da öyle anladık. En güzel kız ‘yatırımcılar’ locasından yaratıcılar locasına geçiş yapmıştı. Bunu sınıf değiştirmek şeklinde yorumlamak çok ilginç olmayabilir ama kesinlikle değişik bir profil arzusu vardı Lima'nın seçiminde.
Kızlar arasında konuşulur, eğer birlikte olduğu adamlardan memnun olmayan ama hep de aynı tipte ısrar edenlere “artık cast mı değiştirsen” şeklinde biraz da sarkastik bir şekilde önerilir. Aynı adamlarla aynı şeyleri üstelik aynı şartlarda yaşamaya devam edilmesin diye... Neyse burada önce purolu adam tipolojisini açmak istiyorum. Tabi kendi içinde içtikleri purolara göre apayrı sonuçlar çıkarmak mümkün ama çok detaya girmek gerekli değil...

Bizde bir nevi zenginlik ya da güç sembolü haline dönen puro gariptir Freud için meditasyon gibi kendi başına kaldığı özel bir deneyimdi. Kaldı ki Freud’u düşününce insanın aklına önce içimize bastırdığımız arzulu duygular geliyorsa. O zaman puro içen adamlar libido sembolü mü olmak ister? Yahut bu tüten dumanın altında iyi sevişen bir adam duruyor mesajı mı var?

Sonuç olarak onların da bir anlamda talep görmesinin bu derece puro ısrarının ayrıca sebepleri olması lazım.

Etrafımda gözlemlediğim birkaç tipten bahsedebilirim. Kimi gerçekten puro ve şarap, viski birlikteliğini bir zevk olarak şahane harmanlıyor. Onların yanında kimilerinin puro olası bile gelir. Beni de bu kadar zevkle hayatına katar mı merakı gibi... Tutkuları, zevkleri olan adam niteliklidir nihayetinde bakın açısıyla... Hatta taraftar olduğu takıma güç üzerinden değil tutkuyla bağlıysa yine şahanedir. Bir kadına da tutkuyla bağlanabilir. En azından bir yerde becermiştir. Ama güç üzerinden bir bağlılık ya da bağımlılık kurmuş yahut aidiyet yaratmışsa "adamdan" hayır beklemek yanlış olur. Başka evi de yuvası da yoktur. Güç onun ana vatanıdır.

Diğer profil ise varlık elde eder etmez puronun dumanıyla gezer. Ne yaptığından zerre haberi olmadığı gibi desinler kısmı onun için hayati önemlidir. Öte yandan pek de varlıklı olmayıp puroya dadananlara statü heveslisi diyebiliriz. Ya da iyi anlamda henüz gitmediği yere ulaşmanın provasını yapıyordur. Ama bu puroya kocaman bir saatin de eşlik etmesi şart mıdır? Sanmam. En basitinden kendini bilmek saat ve purodan değil de madem bir işe kalkıştın arkadaş o zaman o pantolonla ayakkabı nedir diyen bir çevreye de sahip olmayı gerektirir.

Neticede hayali purolar birliği bunu gerektirir. Mit böyle der.

Ama bu kez de ortada tutkuyla içilen puro değil arzulanan hayaller vardır.

"Purolu adamların" kaçı puroyu neden içtiğini bilmek bir yana bunu düşünmüş olabilir mi?

Sanırım özentisiz yani bağımsız bir puro içiminden bahsetmek buralarda zor.

Bir dakika tam bu noktada Adriana Lima, Hara ile ayrılmadan önce annelerinin terbiye edemediği adamları büyütmek sizin işiniz değil kadınlar gibi bir şeyler yazmıştı Instagram’a. Konuya Freud'dan değil Jung'dan girişmişti. Çünkü Freud'a göre baba, Jung'a göre ise anneden kaynaklanır sorunlarımız!
Hazır olun ağır bir soru geliyor. Bir anlamda purolu ya da purosuz, Türk erkeklerinin anne kompleksi yaygın mıdır? Daha ötesinde bir şeyleri bastırmak adına purolarını emzik olarak kullanıyor olabilirler mi? İstisnaların hakkını yemeyelim. Ama uluorta her yerde puro içmek bir güç simgesiyse bilinç dışı emziği çoktan icat etmiş demek.

Alışkanlığımız olan tüm şeyler onlarla kurduğumuz anlama göre bizi tanımlar. Hepsi başka bir duygumuzu ve ihtiyacımızı yansıtır. Acısını bastırmak için içen, zevkle içen veya hüzünlendiğinde içen gibi farkında olmadığımız bir anımıza denk gelmiştir bu seçim. O vesile neden ve hangi sebeple puro içtiğimizi bilmek belki de Metin Hara’nın tanımlamasına da denk geliyordur. Tanımlayarak purolu adamlar diye örtülü şekliyle işaret ettiği ‘sığ adamlar’ diye yaftalanılan o alandan çıkışı sağlar birçoğu için. Belki...

Fakat günün sonunda zaten kaybeden ve kazanan olarak bakıyorsak içen de içmeyen de aynı ‘kaderi’ deneyimler.




Not: Yazarın ana vatanı fikirler ve 360 derece bakabilmek olduğundan, puro içen ya da içmeyenle değil sadece anlamla ilgilidir.

2 Ekim 2019 Çarşamba

Ergen Seks...

Ahlakçı bir yerden yaklaşmam söz konusu değil. Zaten doğru ve yanlış kalıplarını derinlikli ve nitelikli bir anlayıştan saymıyorum. Zaman bir anda tüm doğruların üstünü çizdiği gibi yanlışları da göklere çıkarabilir. Çok örneği var. Önce hain sonra kahraman olanlar, gidenin arkasından gözyaşını sel yapanlar. Hatta bu topraklarda nedense en iyi insanın da yaşayanlardan olmaması meselemiz var. Hepsi bir yana deneyimin biricikliği ile ilgileniyorum. Kendimizi bozdura bozdura harcamamızı düşünüyorum. Her konuda ama! Saatlerce düşündüğün adam ya da kadın, günlerce kahrolduğun iş, yetmeyen gerekçelerin her neyse...

Hayat hepsinin üstesinden gelmek ve içinden geçmekte ilgili. Bundan zerre şüphe duymuyorum. Sadece bazı durumları anlamlandırmanın ötesindeyim.

Konu genç jenerasyon...

Artık ergen yaşlarda cinsel hayata merhaba diyorlar. Annelerden dinliyorum. Sahi o kadar erken mi? İlk tepkim istemsizce oluyor. Otomatik ve tepkisel davranmak istemediğim, çeşitli kalıplardan bakmak istemediğim için bence şöyle diye bir yorum kondurmak hiç istemiyorum. Fakat içime bir kıymık battı batıyor sanki kıyamadım. Cinselliği şeytanlaştırdığımdan değil aksine çok özgür şahane bir deneyim. Ruhla olursa insanı yeryüzünden sürükler. Ancak duyduklarım karşısında ilk önce bir yutkunuyorum. Anlatan velilerin çaresizliği gözlerine yerleşmiş. Hepsi ayakları üzerinde duran sağlam çocuklar yetiştirmek istiyorlar, kontrol delisi olmanın derdinde değiller yine de hep işte bir ama takılıyor herkesin dilinin ucuna, en sessizin bile boğazında bir ama var yutkunamıyor.

Çocuğum yok bilmiyorum. Olsa ne derim onu da kestiremiyorum. Şimdiki gibi mantıklı gerekçeler üzerinden mi yürürüm yoksa deli deli tepkilerim mi olur yaşamadan bilemem.

Herkes açısından 360 derece düşünsem de o ‘ama’yı zihnimden kovamıyorum.

Muhtemelen erken denen tanıma göre şartlanma sahibiyim.

Benim baktığım yerden yargılar içinde görüyor da olabilirim. Yine de onların da ‘ama’ları var. Fakat bir vücutta gezinen eller sadece sayı değil ki...

Yoksa sayılar hümanistçe başka bir şey mi söylüyor? Kararsızım. Benim jenerasyon kodlarımda ruha işleyen her şey var ellerde. İki insanın bir olması, kendi kader planlarını birbirlerine aktarması. Dokunmanın ötesinde artık ebedi tanışıklığa ulaşmaları ve daha niceleri var…

Konuya, “Genç yaştaki kızların/erkeklerin cinsel ilişkiye girmeleri normal mi?” gibi bir yerden bakmıyorum, bakamıyorum. Normal ne ki? Kim normal? Kime göre? Çoğunluk kurbanları olunca normal, kafanı kaldırınca zaten geçimsiz veya anormal ya da asi diye yapıştırıyorlar başka başka tanımları…

Ben sıfatların da ötesine geçerek başka bir şeye daha bakıyorum. Mesela dinledikleri müziğin türü bir ipucu daha veriyor.

Çok hümanistler. Mero dinleyen gençler, “Bana sana bir şey olabilir” diye zihnilerinin derinliklerine kazıyorlar. Taşıdıkları anlayışa bakar mısınız? Oysa kaç jenerasyon “Sana bir şey olmaz” diye büyütülerek kimseyle ve birbiriyle bağ kuramadı. Yeniler bağ kuruyorlar. Hem de gerçekle bağ kuruyorlar. Otorite zerre umurlarında değil. Çünkü otoriteryen değiller. Önceki kuşaklar gibi otoriteyi yenme eğilimleri, akımları falan da yok zaten bildikleri, geldikleri gibiler. O yüzden de bu jenerasyonu kendi bildiğimiz doğrularla yetiştiremeyiz. Aksine onlar bizi yetiştiriyor. Eğer görürseniz. En basiti Birleşmiş Milletler’deki genç kızın sosyal medyada dolaşan konuşması. Siz kimsiniz diyor başka kelimelerle! Ve ne doğru. Gerçekten kimiz ki? Kendi açımdan, bizden önceki jenerasyonlar kendilerini bu dünyanın sahibi sana sana öldü ve ölüyor. Her doğruyu onlar biliyordu.

O yüzden ne seviştiler ne de sevdiler insan gibi!

Şimdi ise yeni kuşak cinselliği de çok doğal bir yerden görüp hayatı içine alıyor.

Cinsellik dediğin Neale Donald Walsch’ın tanımıyla “sinerjik enerjinin karşılıklı sunumu.”

Sende ne varsa ona, onda ne varsa sana akması demek. En eskilerin tabiriyle bıçak bıçağa değmeden bilenmiyor haliyle bir olmak demek.

Ve hallerden hallere geçiş demek...

Yeni jenerasyonu kendi hallerimizle ve kelimelerimizle anlamak yerine onlara alan açmak ve onların deneyimlerini gözlemlemekten yanayım. Müdahaleyi insana yakıştıramadığımdan otoriteryen tavrı önce evde sonra da sokakta bırakmanın öncüsüyüm.


(Not: yazıdaki jenerasyonun üst yaş sınırı 19)

13 Eylül 2019 Cuma

Bir Erkeğin Uyanışı

 

Dünyada sevilecek tek kadının annesi olmadığını kabul etmesiyle başlar. Duygularıyla baş edebilmeye cesaretle adım attığında başlar. Cenneti, annesinin ayağının altında değil kendi seçimlerinde ve iradesinde aradığında başlar.
Annesinin değil, anneliğin kutsal olduğunu idrak ettiğinde bağımlılık ilişkisi kurmaz haliyle oğlan çocuğu gibi dolaşmaz artık erkek. Kendi seçimlerinin sorumluluğunu alıp etrafı suçlamadığında hayatı da başlar. 
Biliyorum hiç birimizin yolculuğu öyle kolay değil. Ne dalgalar aşıp, hangi dağlardan yuvarlanıyoruz. Ve hayat, kitaplarda anlatıldığı gibi her zaman öyle kolayına gitmiyor. Filmler kadar romantik sahnelerimiz olamıyor. Yağmurun altında öpüşerek finaller yapamayabiliyoruz. Fakat rollerimizi karıştırıp filmin devamı için ısrarcı olursak isteneceğimiz yer bir adamın bizi sardığı kollar değil, yakasına ya da paçasına yapıştığımız kendi oğlumuz olabiliyor… Bazen kadının yeterince sevilmediği yerde ise fatura erkek çocuklara kalıyor. Bile isteye değil elbet. Ama tahsilatı anne yapıyor. Çünkü bilinç dışı böyle çalışıyor, dişiyi dengeye getirirken kimlerin kurban olduğu bazen konu bile olmuyor. Ta ki taraflardan biri uyanıp oyundan çıkana kadar tekrar sahneler, gelen giden kadınlar bu hikayeyi hatırlatmaya devam ediyor.

Bize yüklenen kadın ve erkek rollerine eş, sevgili, anne, baba, çocuk, kardeş vs yi eklemek ve bunlarla başa çıkabilmek zamanla yarışmanın ötesinde ve hiç kolay değil. Hariçten gazel okumadığımın bilincindeyim. Çünkü bu meseleyi anlamak için ciddi bir külliyat devirdim. Uzmanlarına sordum. Deneyimleri izledim. Geçmişten gelen olayların örgüsünü takip ettim. Toplumda anneliğin gözden kaçmayacak oranda kadınlar tarafından yaslanılacak güvenli bir dağ gibi yaşandığı artık yeni bilgi bile değilken, yeni olan; genç jenerasyonun da bundan çıkacağına aynı düzene eşlik etme çabası. Yani bu kadar bilginin olduğu yerde hala bilinç dışı denen toplumsal alışkanlıklara teslim olmamız. Farkındalık yaratmayışımızdaki ısrarın yanında öfkeyle baş başa kalışımız! Bizi öncelikle çevreleyen fikirlerimize bakalım.
Söylediğimiz gibi yaşamakla, sözlerimizi davranışlarımızla desteklediğimizde aslında erdemler bizi buluyor. Katılığı kararlı olmakla karıştırmadığında bir erkeğin hayatı cennet oluyor. Erkekliğin ataerkil model yani evin reisi rolüyle sadece bir kural koyuculuk olmadığını fark etmesiyle başlıyor uyanışı. Belki de omuzlarına yüklenen o büyük rollerde ezilmeyi bırakıyor. O da sonuçta bir çocuktu günün birinde… “Bir kadına söz geçiremedin” türü genel geçer kalıpları içinden çıkardığında, söz geçirmek değil söz birliğine hatta zaman zaman da ayrı fikirleri benimsediğinde gücü başlıyor. ‘Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır’ sözünden ziyade, her başarılı erkeğin öncelikle kendi kişiliği vardır şeklinde motto sahibi olmakla yola çıkıyor. Manipülasyonlara niye geçit versin ki olgunluk. Övülmeye de ihtiyaç duymaz, yerilmeye de. Kendini bilir, dinlemek ister.
Zevkin almak sevginin ise vermek olduğunu hayatına uyguladığında tamamlanır.
Annesiyle arasına sağlıklı bir mesafe koymakla başlar bir erkek. Annesinin kocası değil sadece evladı olduğunun bilinciyle yaşar. Adam olmayı değil insan olabilmeyi önemser. 
Hiçbir cennet annelerin ayaklarına serilmez. Tabanlarından nehirler geçmez. Anneler de yanılır, hata yapar. Ve elbette iyi bir evlat yetiştirmek için çabalar bir anne. Ayrıca bu yazı anneleri kötülemez. Ne büyük emeklerle çocuğuna kol kanat geren annelerin bir noktadan sonra özellikle erkek çocuklarıyla bağını sağlıklı bir mesafede tutması ve kendi hayatlarına bakmasını diler ancak bu yazı. Çünkü bağ, bağımlılığa dönüştüğünde önce yetersiz hisseder erkek, ilişkilerine bağlanamaz, bereketi istikrar bulmaz...
Oğullarının büyümesine izin vermeyen anneler var. Hepsi çok iyi niyetli. Lakin içten içe şu hayatta kendisinden başka sevilecek bir kadın olmadığı yanılgısı, o biricik anneleri bile kendi tuzağına çekebiliyor.
Oysa izin vermek sadece izin vermek gerek… Kendi hayatına gidene hoşçakal arada yine muhakkak gel diyebilmek…



28 Ağustos 2019 Çarşamba

AİDİYETSİZLİK ÇAĞI


Bir sonraki dönemin açılış başlığı olacak “Aidiyet Çağı”. İzleri, hissi şimdiden var. Ancak henüz yerleşik bir farkındalık yok. Artık aidiyetin her türlü yükü omuzlarımızda öyle ağır çekiyor ki biz ilerleyemiyoruz.

Hiçbir aidiyet gerçek özgürlüğü vadetmez.
Bundan hemen evli ve bekar çıkarımı yapmayın. Bekarlık da bir aidiyettir ve siz bekarlar locası mensubu olarak anılırsınız. Meselem ilişki bazlı aidiyeti değil. Temelden demirlendiğimizi ve uzaklaşmaya çalışırken limanı da söküp götürdüğümüzü anlatmak istiyorum.

Nerede doğduğun, ailen, adın, evin, dinin, arkadaşların, sık gittiğin restoranlar, kedin, köpeğin, çocuğun, kıyafetlerin ve artık sana ait olduğuna inandığın ne varsa ya da kendini ait hissettiğin her neyse…
Sevgilinin kolları da aidiyetin olabilir, 40 yıllık karının ve senin adının yazdığı nikah defterin de. Tüm bunlara göre sen daima bir yerlere aitsin. Ama en başta dünyaya tanımlısın. Sonra düşüncelerin, söylediklerin, yuttukların da sana ait! Liste o kadar uzun ki, sanki buraya sadece aidiyet sarmalını deneyimleyeme gelmişiz! İpleri çözmekle bitmiyor. Nerden baksan binlerce ipin arasından gözünü açmaya çalışan belki de hiç oralı olmayan birisin. Hiç aklına gelmemiş bile olsa sayısal olarak belli aidiyetlerin insanısın. Sen de bir aidiyet neferisin.
Bu bizim tek gerçeğimiz mi sahiden? Niye bu kadar mülkiyetçiyiz? Binlerce yıllık deneyimin aktarımı aidiyet sarmalına mı dolaşmaktı?
Sorular çok büyük. Fakat hikayenin rol modelleri en baştan belliydi. Hepimiz Adem ve Havva’dan geldiğimize göre kadın ve erkek olarak tanımlanmış acayip rollerle zaten birbirimize ait kılındık. Yani başlatmadığımız sarmalın içine düştük diyelim. Deneyimi temsil eden elma, başka bir dünyayı hayal eden merak Havva ve aksiyonu alan güçlü erkeğimiz de Adem oldu… Binlerce yıl geçti…. Adem ve Havva’nın elması olan deneyim, markalaşıp elimize tutuşturuldu. Artık her türlü evrimle baş başayız.

Ancak insanlar yine de kaybolmak istiyor. Bunu görmemek mümkün değil…
Mesela doğduğun ülkenin insanları hakkında bir dolu şikayetin olabilir. Tıpkı başkaları gibi. İşte efendim Türkler şöyle, zaten böyle de yapıyorlar türünde tespitlerinde haklı olabilirsin. Fakat başka bir ülkeye gittiğinde orada da benzer haller var. Herkes kendi insanından olabildiğince memnuniyetsiz ve şikayetçi. Yani genel anlamda ırk ya da ülke çatısı altında birleşen insanlar mı birbirini bu kadar yoruyor yoksa onları birleştiren bu mantık mı yorucu? Anlamak zor. Belki de yüklenen anlamlar ağar çekmeye başlamıştır.
Bir de şöyle düşünelim. Bir tatile gittiğini farz et. Herkesten, her şeyden uzaklaşıp sağlıklı düşünme gayretindesin ya da belki hiç düşünmemek sadece tatil yapma hevesindesin. Diyelim ki ülke dışına çıktın. Kimseyle de konuşmak gibi bir isteğin yok. Rahat bir köşeye oturdun. Kimsesiz, hiçsiz sadece varlığını deneyimlemek istiyorsun. Tanımladığın ve tanımlandığın en ufak bir bağın yanında yok o anda. Fakat hayat bu ya! Pat diye aniden birisi “nerelisin/hangi ülkedensin” diye sordu. Belli çünkü sen de onun gibi gezmeye gelmişsin. En azından görünürde böyle. Sorunun ardından içinden gelen bir gürültü, unutmak, kaybolmak istediğin her anı geriye çağırmış gibi sanki siren sesleri çalıyor zihninde. “Ben mi, İstanbul” diye afallayarak verdiğin yanıtla sanki gökyüzünde uçarken, yeryüzüne kafa üstü çakılıyorsun. Ardından hiç istemediğin “ben de İstanbul’a gitmiştim, yemekler güzeldi, işte şurası şahaneydi” derken aidiyetin paçana yapışmış gibi seni bırakmıyor. Hatta muhabbet ilerlemesin diye oradan uzaklaşmak istiyorsun ama bu mümkün değilse zaten aidiyetin resmen gırtlağına sarılmış oluyor. Beni bırakıp gideceğini mi sandın! Aidiyete düşüş bu anlamda her türlü pavyondan bile ağır bir yenilgi gibi yumrukluyor seni.
Fakat öte yandan iki insanın dünyanın bir ucunda birbirlerini hiç tanımlamadan, nereli ve hangi bağlarla nasıl tanımlandıklarını bilmeden yapacağı sohbeti düşünsenize. Kendinizden bahsetmeden bir şeyleri konuşmak. O kadar zor değil. Sadece alışık değiliz. Mesela ben bitter dondurma seviyorum çünkü siyah çikolatayı hayatın anlamıyla ilişkilendiriyorum falan. Böyle saçma bir varsayımım olsun ne olduğu önemli değil. Sorun, bunu anlatmak için neden insanların kim ve nereli olduğunu bilmek zorunda olmam! Basit bir örnek bu. Fakat önemli. Örneğin senin İtalyan olduğunu öğrendiğim anda İtalyanlara özgü kitlesel hafızadan bir bilgi akışı içine giriyorum. Bir de bunlara önceden kendi bildiklerim ekleniyor. Dolayısıyla ben sana artık bir filtreden bakabiliyorum. Bu filtre dahilinde seninle kurduğum iletişimde zihnimde artık İtalya ile kategorize edildin. Ne bileyim Türk dediğinde başka bir dalga boyutuna geçer gibi bir bilince ilerledim. Ve bu sarmaldan genel anlamda bir kurtuluş yolu bulmamakta da ısrarcıyız. Sorularla yoruyoruz birbirimizi. Çok önemliymiş gibi beş dakika sohbet ettiğimiz insanın nerdeyse şeceresini merak ediyoruz. İnsanı önemsiz kıldığımdan değil sadece deneyimin kendisine teslim olamayışımıza içerliyorum. Bu halimiz saçma geliyor. Öte yandan şimdiki çağda yaşadığımız tüm psikolojik sıkıntıları düşünüyorum. Galiba insan özünde bu kadar aidiyeti kaldırabilecek güçte bir varlık değil.
Kimsesiz olmaya da hakkı var ama olamıyor. Yani istisnai durumlar var ancak onlar bile “kimsesizliği” belli bir aidiyet limanında sığınmacı gibi bir durum olarak algılıyor. Yani orası bile boş değil. Aidiyet bütün koltukları kapmış gibi geçit vermiyor!
Bir yere gittiğimizde ya da normalde bile nereli olduğunun ne önemi var ki? Beynimizde bir kategori merkezinden referans almadan iletişim kuramıyor muyuz? Aslında tüm sorular aynı yere çıkıyor! “Sen hangi bahçenin gülüsün?” Çünkü biz sadece koklayamıyoruz.
Her şeyi olduğu gibi kabul edelim, sormayalım öyle olması gerektiği gibi yaşayalım anlayışından bahsetmiyorum. Onun tasavvufta yeri var. Ve o bile başka bir aidiyeti içeriyor. Ben hiçbir tanımla örtünmemekten bahsediyorum. Adımdan başlayıp, nereli olduğuma, işim vs hepsi benim örtülerim. Sen sordukça ben bir kat daha giyinerek, kendimi örterek konuşuyorum. Sonunda tüm o örtülerin altında sen benim gerçeğimi bulamadığın gibi ben de ona ulaşamıyorum.
Oysa bir insanla hiç konuşmadan onu izleyerek geçirdiğin bir günde belki sadece dans etsen, onun vücuduyla sana anlattıklarına bakabilsen, seni elleriyle de sevmeyi becerebiliyor mu bunu görebilsen…
Tek bir gün eksen hayatına ve sadece deneyim üretsek, hiç söz koymasak aramıza, hiç soru sormasak birbirimize ve gerçekten hissetsek… Hiç konuşmasak, tek halimiz varlığımız olsa aidiyet düşer miydi yakamızdan?






23 Temmuz 2019 Salı

KİTLE HİSTERİSİ



Sobalı ev toplumunda bize özel bazı söylemlerimiz vardı. Sonra hayatlarımız değişip yerini daha konforlu şartlara bırakınca kimi söylemler de otomatikman kalktı ama garip bir şekilde duygusu hala içimizde.
İşte bunlardan bir tanesi olan sobalı evlerin en derinden benimsediği “götün açıkta kalsın” haykırışı, odanın kapısını arkasına kadar açık bırakan insana çığırılırdı. 
Ev ahalisinin tek göz odadaki ısınma çabaları içeriden baltalanmış, hissedilen soğuğun acısı ise kapıyı açık bırakandan misliyle çıkartılırdı.  
Bu psikolojik yakarış elbette sobaların en azından büyük şehirlerde kalkmasıyla birçoklarının içinde garip bir uhde olarak kaldı. Bugün ise memlekette sürekli birileri kapıyı açık bırakıyor ve içeriye giren bir şeylere karşın diğerleri de aynı duyguyla başka başka haykırışlar yapıyor. 
Örneğin sosyal medyada dolaşan bir video var. Adamın biri okumanın hiç önemli olmadığını kendince anlatmaya çalışıyor. “Okumayı da okuyanı da sevmiyorum hatta milleti bozuyor diyerek çıkarımlar yapıyor. Hatta kendi oğlunu da yererek okudukça salaklaştı diye enteresan bir tespit de yapmış. Onun kendi ortamındaki kapıyı açık bırakan oğlu olduğu için haliyle diyemediği “götün açıkta kalsın” meselesini sadece duygusuyla oğluna yansıtıyor. Başka bir odada ise kendisine daha üstten bakan Twitter kullanıcısı, bu adamı sayfasında boş, gereksiz özgüvenli ve kara cahil olmakla suçluyor. Bir nevi sizin yüzünüzden bu haldeyiz diyor. O da kendi odasındaki kapının, bahsettiği cahillikteki adamlar yüzünden açık kaldığını savunuyor. Tabi hepimiz meselelere bir odadan baktığımız için genel olarak odaya giren ve çıkanın içeriğini değil de kapıyı açık bırakanları her türlü melanetten sorumlu tutuyoruz. İsyanımızı öfkemizi onlara yöneltiyoruz. Ama odada neler olduğuna dair nitelikli bir anlayışa sahip miyiz? Emin değilim.
Etrafımızdaki herkesi ve her şeyi kötülemek, eleştirmek kimileri için bir tercih olabilir ancak bunu Twitter üzerinden işer gibi yapmanın kendisi dahil hiç kimseye faydası olduğunu sanmam.
Bana göre eleştirinin amacı ya da sonucu ilham vermiyorsa, eleştirenin ne kadar haklı olduğu işe yaramaz. Görüşü beş para etmez. Sokakta oraya buraya işeyen ve kokuya sebep olanlardan farksız sayılabilir. Çünkü onun da yarattığı, sosyal ortamı kokutmak ziyadesiyle insanları kendisinden uzaklaştırmaktır.
Saçmalamak istiyorsak kendi hayatımızı harekete geçiren başka türlü saçmalıklara aksiyon alsak keşke… Birilerinin söylediği zırvaları onları etiketleyerek bir de memleketteki olan biten suçu tamamen onların üzerine atarsak, kendimizi temize çekmiş mi oluyoruz. Vatandaşlık görevlerimizi böylece yerine getiriyoruz herhalde! Esasen beğenmediğimiz ne varsa hepsinden biz de sorumluyuz.
Ama ne yazık ki duygusal girişim yönü yeterince gelişmemiş bir toplumuz. Yaşatılmayı bekler halde gibiyiz ya da saldırgan öğeler içeren duygusal çıkartma harekatlarının girişim olduğunu sanıyoruz. Hep dış etkenler tarafından zedelenme korkusuyla risk almıyoruz. Vallahi kendimize kolektif değersizlik yaratıyoruz. Daha kötüsü kitle histerisine dönüşen eleştirilerimiz artık insanlıktan hiç nasibini almıyor.
Çevremizdekilerin duyarsızlığından yakınıyoruz, nedense kendimizi bunun dışında tutarak!
Ben kesinlikle Jung gibi düşünüyorum. “Eğer dünyada bir şeyler yanlış gidiyorsa bende de bir şeyler yanlış demektir” sözünü her daim hatırlatan bir yaşantıyı yakalamamızı umut ediyorum.
Ve yazımı Milan Kundera’nın söylediği gibi bitirmek istiyorum. “Hayat bir kere yaşandığı için yargılanamaz”