27 Aralık 2011 Salı

‘KADIN ELİ’

Olmadığı yerde- savaştan katliama her türlü fenalık vardır.
Örneği var.
Aylar öncesinde; Sırrı Süreyya’nın internette izlettiği görüntüleri hala unutamamış olmam can sıkıcı. Öyle gizli görüntüler değil. Youtube’da arayınca çıkanlardan. Maraş Katliamı’na ilişkin bir belgeseldi.
Bir anda aşağı mahalleden/yukarı mahalleden (bana sorarsanız cehennemin dibinden) gelen ‘insanlar’ (insan olduklarına emin değilim) evlerin içlerine dalıp- Alevi ailelerin erkeklerini, kadınlarını hatta bebeklerini kimi bulurlarsa öldürüyorlardı.
Kenan Evren; bir bebeği bile Alevi doğduğu için bacaklarından ayıranların olduğunu anlatıyordu, belgeselde. Akıllı almaz görüntülerdi. Ortaçağ hortlamıştı sanki insanların içinden.
Sonra Alevi olmayanların yaptığı insanlıklara da yer verilmiş. Kadının biri kocasını devirerek kapıdan çıkıyor ve mahallede tanıdığı birkaç genç kızı evine alıp saklıyordu.
Evde o günü yaşayan genç kızlar anlatmış. Kadın, kocasının tüm itirazlarını susturup, kızları dışarıda kurda kuşa yem etmemiş. Bana dokunmayan dememiş.. İki can daha kurtarabilirsem ne mutlu bana diye yaptığının arkasında durmuş. Olayı başlatanlar, kapısını çaldığında ise hepsini kovalayıp, içeriye aldığı kızları saklamış.
O gün bunu yaşayan kadınlardan birinin kucağında çocuğu vardı anlatırken; bugün nefes alıyor olmasını- omzundan onu içeriye çeken bir ‘kadın eli’ olduğunu gözyaşları içinde sanki yeniden yaşıyordu.
Omzundan çekip onu hayata yapıştıran eli- senelerce öptüğünü anlatıyordu.
Katliamın her türlüsünün kuş bakışı analiz edilmesine oldum olası alışamadım. O anları yaşayan insanları dinledim hep. Katliamın hayatlarını nasıl kırıp- büktüğünü anlamaya çalıştım. Tek başına bir katliam ismini tartışmak, meselenin yanından bile geçmemiş olmak benim için.
Diğer yandan; her halükarda katliamları konuşarak, deşerek- Türkiye’nin hayat damarlarından birini açtığını da düşünüyorum. Keşke daha erken konuşabilmeye başlasaydık, üstünü örtmeseydik.
Ama önemli bir şey daha var.
Ne kadar katliamları konuşursak konuşalım- beynimize- ‘kadın eli’ denen vicdanı koyamadığımız sürece, katliamları kendimize tekrar tekrar yaşatmaktan ileri gidemeyiz. Bu- bizi bir süre sonra öteki uca iter.
Boş tartışmalar yaşamadan- ‘kadın eli’ni anlamak lazım. Avucunun tam ortasında merhameti taşır- o el, mahremiyeti saklar. Aynı yerde şefkati büyütür. Zalimliği uzaklaştırır, cehalete çalım atar. Yoksulluğu yaklaştırmaz. Erkeğinin elini tuttuğunda içine merhameti koyar.
‘Kadın eli’ olduğu yerde katliam da olmaz.


YİĞİT’İN VADİSİ
Hayatımda gördüğüm en absürt başlıklardan birini izliyorum. Yine komplo teorileri, yine acayip acayip senaryolar ve yine karşınızda Yiğit Bulut. Olağanüstü başlığı ise ‘Türkiye “özünü” arıyor’.
Kurtlar Vadisi’nde açılan önemli bir boşluğun yerini- haberi olsa hemen doldurabilecek kadar ‘komplemanai’ içeriyor bünyesi. Fakat başbakanın dışında; başbakana yakın isimler dahil- başka çevrelerin de rahatlıkla öfkesini üzerine çekmesi ise acayip bir başarı.
Yani yarın- öteki gün başbakan; ‘yok kardeşim ben yapmıyorum- tamam bu kadar, emekliyim’ falan dese Yiğit ne yapar acaba diye düşünürken; buldum!
Başrollerinde kendisinin oynayacağı ‘Son Osmanlı’nın Yiğit Vadisi’….


BAŞBAKAN İNSAN DEĞİL Mİ?
‘İkinci Erdoğan dönemi’ni yazdığımdan beri beğenenlerin yanında ‘amma övmüşsün Erdoğan’ı tepkileri de alıyorum.
Yeterince açık olamadım herhalde; ‘İnsan Erdoğan’ı anlattım, elimden geldiği kadar, demek ihtiyacı hissettim.
Kendi kriterlerime göre- her insanın, sadece insan olduğu için bile övülmeyi hak ettiğine inanıyorum. Varlığına saygı duyuyorum. Fikirlerine katılıp katılmamam yaşadıklarını görmemem için beni körleştirmiyor.
Erdoğan’ın büyük bir dönüşüm yaşadığını görmemek için O’na bakan gözlerin kör olması ya da şartlanmışlıklarla giyinmiş olmak gerekir.
Aslında dikkatli okuyanlar iyi yakalamışlar. Erdoğan’ın neden ikinci dönemine girdiği gözlemlerimi.
Biraz daha açıyım; Benim için; Başbakan’ın miladı- seçimleri falan değildi. Annesini kaybeden Erdoğan’ın, kendine ayrı bir milat açmak zorunda kaldığını ve bu miladın önemli ve olumlu olduğunu anlatmaktı.

23 Aralık 2011 Cuma

İKİNCİ ERDOĞAN DÖNEMİ

Bir erkeği hayata bağlayan sebepler arasına mutlaka bir kadın dokunur. İlla aşkı olmak zorunda değil. Annesi, kardeşi ya da belki de- hiç kan bağı olmadığı uzaktan uzağa gördüğü bir kadın.
Kimisi hayatı boyunca hiç konuşamamıştır ama çok sevmiştir. Başka bir şey vardır onda, diğerlerinde olmayan.
‘O kadın’ için yolunu değiştirir. Bütün yollar ‘o kadına’ çıkar gibi- gitse de yolda başka kapılar açılır. Ama sonunda ‘o kadın’ olacaktır. ‘Başka türlü çekilmez o kadar yol’ der.
Bir gün geriye dönüp aldığı mesafeye baktığında ise artık ‘o kadın’ olmaz.
Bir çok erkeğin gizli hikayesidir bu.
Bana Tayip Erdoğan’ı hatırlatıyor.
Annesini kaybettiği günden beri başbakandan çok öte kırılgan bir çocuk.. Bizim televizyonlarda gördüğümüz gözü yaşlı başbakandan çok daha fazla üzgün bir çocuğu var içinde, boynu bükük.
Annesiz kaldığını iliklerine kadar hissetmiş.
Ameliyata girmeden önce kararsız bir yüzü vardı Erdoğan’ın. Ameliyattan sonra ilk kez kameraların karşısına çıktığında annesinden ayrı düşmüş kalbi açık başka bir Erdoğan vardı televizyonda bu kez.
Tüm bunları bana yazdıran ise “Müslüman Toplumlarda Değişim ve Kadının Rolü Konferansı’nda yaptığı konuşma oldu.
Kalbindekileri ‘ayağının altını öpeceğim annemden mahrumum’ cümlesiyle içtenlikle anlattığı sözlerinde; kadınların medeniyetlerde değişimin kucaklanması için üstlendiği rolün büyüklüğüne vurgu yaptı. Fransa dahil bir çok meseleye değindi.
Diyebilirsiniz ki ne var bunda? Bunları daha önce de söylemişti!
Orada durun diyeceğim. Çünkü bunları daha önce evrensel normlar değerinde değil, basma kalıp haliyle söylemişti.
Bu kez annesiz kalan Erdoğan, kadının neleri dönüştürdüğünü bilen bir başbakan vardı.
Son konuşması ise enine boyuna ölçüp incelendiğinde her cümlesi, kodları evrensel mezuranın ölçüsüyle kesilip biçilmiş kadar özenliydi..
Futurist bakışıyla söyleyebilirim ki; Erdoğan, değişime damgasını vuracağı ikinci dönemine Aralık 2011 itibariyle girmiştir.
Muhalefetin henüz bu rüzgardan haberi yok. Aslında olması sürpriz olurdu.
Tarih Erdoğan’ı iki dönem olarak hatırlayacak. Annesinden önceki ve annesinden sonraki.


ANKARA HAVASI

Kesinlikle başka bir dokusu ya da moda olan tabiriyle aurası var, Ankara’nın. Başka türlü açıklamak mümkün değil. İstanbul’a geldiklerinde yerli yerinde konuşan siyasetçilere Ankara’ya gidince başka şeyler oluyor.
Özellikle CHP kanadında bu yönde çok fazla iz var.
CHP Ankara’da zor günler geçiriyor. Değişimi yakalamak bir yana gerilere düştüğü arka kapıları açmayı tercih ediyor.
Bir çok yabancı analistin dediği gibi; ‘Ankara havası kimilerine astım yapıyor’ olmalı.

10 Aralık 2011 Cumartesi

LA FURTUNA 10

“Kaçabilen canını kurtatır”



Akşam İsmet, soluğu Sami’nin meyhanesinde aldı. Hayatının sorusuyla yumruk yemiş kadar ağır hissediyordu bedenini. Sami daha kapıda görür görmez anladı İsmet’in halini, hiç sormadan bardağını, mezesini masasına koydu. Birkaç müşterinin daha rakısını doldurduktan sonra İsmet’in masasına oturdu. ’’yüzün kararmış be paşam’’..
İsmet kafasını güçlükle kaldırıp cevap vermek istedi ama zorlandı. Göbeğinden masaya sıkışan Sami, sandalyesini biraz daha geriye itti ; “bu sefer ne oldu?”
İsmet rakısından bir yudum içti etrafa baktı; “bitmiyor Sami, bitmiyor. Benim çilem bu, bitmiyor. Öz oğlum ama onların kopyası sanki. Benden tek parça almamış. Dedesi gibi konuşuyor, anası gibi düşünüyor, ikisi gibi evde. Sanki gidenler Ensar’da yaşıyor. Hepsi bana kendimden vazgeçtiğim zavallılığımı hatırlatıyor. Öldüler ama ölmediler. Ölen yok! Bugün kalkmış ‘hayatımız kaç kilo eder’ sorusuyla dolaşıyordu çarşıda. Neymiş.. insanın duyguları kiloya denk gelse daha kolay olmaz mıymış. Bu soruya ne cevap verilir Sami!..
Kapıdan giren başka bir müşteriye kafasıyla selam veren Sami; ’’Sen bu soruya cevap veremediğin için mi bozuluyorsun paşam?”
-Senin verecek cevabın var mı peki?
-Elbet var paşam… Benim çocuğum yok bilirsin. Biz Kırklareli’nden canımızı kurtararak geldik hanımla. Toprağımızı satacak vaktimiz bile olmadı. Ah o Cevat Rıfat dedikleri mendeburu bir elime geçirsem! Şişirdikçe şişirdi milleti!
-Sami ben ne diyorum, sen hala Cevat Rıfat’dan bahsediyorsun.
-Nasıl bahsetmeyim. Karım kahrından öldü. Trakya Olayları dediler, üstünü örttüler. Toprağımı, zararımı bile ödemedi devlet. Şimdi küçücük meyhanede tek başına kaldım. Her şey bir yana, karımı çok özlerim. Senin oğlan güzel sormuş! Hatta şu Cevat bu meyhaneye yanlışlıkla da olsa bir gelse bak gör yapacağımı!
-Sorunun cevabı mı bu?
-Sorunun cevabı; benim hayatım 1 kilo bile etmez paşam!
-O nasıl oluyor Sami?
-Ben ölünce meyhane kapanır mı?
-Kapanır herhalde.
-Arkamdan içki bulamayan sarhoşlar ağlarsa, onların göz yaşları da- herhalde 1 kilo çeker. Anca o kadar ederim.
Sami de şaşırmıştı söylediklerine. 1934 yazında kaçarak geldiği İstanbul’da, hiç sorgulamamıştı ne kadar ettiğini.
Kominin işaretiyle mutfağa kontrol etmeye giderken, İsmet’in göğsü sıkıştı. Sümbül’ün öldüğü geceden beri içi sessizdi, kıpırtı yoktu. Yüreği karısını özlemiyordu ama onun öldüğü gece ve ertesi gün kendini uzun uzun sorgulamıştı, konuşmak istemişti Şeyh Rüstem’le ama yapamamıştı.
O günden sonra kapandığı sessizliğini Ensar’ın sorusu bozmuştu sanki bugün. Artık- o sessizlik büyüsünden eser yoktu.
Masada tek başına kaldığında omuzlarına başka bir ağırlık çöktü. Kendi kendine içinden konuşmaya başladı. ‘15’inde anasından-babasından kopan korkak Ari, yapamadın arkadaşlarınla gidemedin. Onlar dağın ötesine giderken sen saklandın. Sonra şeyhin yanında buldun kendini. Oldun İsmet Ensarioğlu. İstanbul’dan vazgeçemedim, kendimden geçtim. Ne adım kaldı, ne dinim. Sözde doğru yolu buldum… İçmediğim gece mi var? Hangi yol? Ben hiçbir yola gidemedim. En acısı; hasta olduğum gecelerde içki içemiyorum.
O gecelerde aynaya baktığımda 15 yaşındaki çocuk görünüyor gözüme. Piçin sorusu hiç değişmedi! Hep aynı. ‘beni neden bıraktın?, neden vazgeçtin benden?
Hala 15’indeyim ben, hala buradayım’ diyor. İçim yanıyor içim!!!. İçimdeki piçi çıkaramadım! İçim yanıyor içim!!!
***
Sümbül hayattayken böyle gecelerde eve gider karısını uyutmazdı.
Şeyh’den korkusuna huysuzluk çıkaramazdı evde. Yollarda bağıra bağıra giderdi eve. Sonra karısının odasına girdiğinde önce etrafında dolanır uyumuş mu diye iyice kontrol ederdi.
Yatağın altına sakladığı şişeyi çıkarır biraz daha içerdi. Sümbül’ün şansı varsa böyle sızardı olduğu yere.
Sümbül kocasının eve içkili geldiği gecelerde ayık olmaya katlanamazdı. İsmet küfür eder, döverdi karısını. Sümbül kocasıyla içmeye alışmıştı- öyle gecelerde en azından zevk alıyordu ama kocasının dut gibi geldiği gecelerden nefret ediyordu. Beraber kadehleri tokuştururken yumuşattığı adam, dışarıdan içkili gelince nefretini de dışarı salıyordu. İninden kaçan hayvan gibi dönüyordu eve.
Sümbül, kocasının dönüş saati gecikince meyhaneye gittiğini anlar, Ensar’ı başım ağrıyor bahanesiyle dedesiyle yatırırdı. Odasına girdiği gibi de içmeye başlardı. İsmet geldiğinde tek başına kalmak istemiyordu, kendisi de içmişse kocasının altına girmeyi beceriyordu. Bedeni yumuşacık olurdu, sözleri cilveli dökülürdü dilinden. Omuzlarının üstünden konuşur, göğüslerini dikleştirirdi İsmet’e bakarken- İsmet onu böyle görür görmez tepesine binerdi. Okşamaya gerek bile duymadan soyardı karasını. Kafasındaki tülbente takardı geldiğinde; başındaki örtüyü çekerdi ilk. Kollarını çizerdi, bacaklarını ısırır tırnaklarını kadının bütün vücuduna geçirirdi. Bazen saçlarına öyle asılırdı ki kopartacak kadar eline dolardı saç tellerini.
Mücadele ederdi Sümbül’ün bedeniyle. Bütün hıncını, nefretini karısının bedeninden alırdı.
Ama karısının içine girince garip bir şey olurdu. Az önce kıyametleri koparan, karısını oradan oraya dolayan adam kaybolurdu. Ruhu ısınırdı karısında. En çok da bundan nefret ediyordu. Biliyordu birazdan sakinleşecekti ve en kötüsü de ihtiyacı vardı.
Karısının içinde uyuşuruyordu. Dili damağına yapışıyor, bütün bağları çözülüyordu. İsmet’i en çok bu duygu yıkıyordu. Muhtaçtı Sümbül’e.. Özgürlüğünü ona teslim etmiş gibi hissediyordu.
Hıncının en büyüğü ise Sümbül’ün kocasına uymadığı gecelere denk gelirdi. Karısı o gecelerde karşısında korkudan kas katı kesilir, titrerdi. İsmet önce baş örtüsünü çıkarır, saçlarından doladığı gibi odanın öbür ucuna atardı karısını. Yüzüne defalarca vururdu. Karısı ağlasa da, dur dese de vururdu. Yere düşse tekmeyle vururdu. Çırılçıplak soyardı, içmediği için dokunmazdı. Sümbül’ün içmeyen bakışları onun nefretini daha da arttırırdı. Suçlayıcı, alaycı bakışlardı onlar. İsmet’in yetersizliğini, zayıflığını ortaya koyuyordu. Nefret ediyordu öyle zamanlarda karısının gözlerinden. Böyle geceler çok zor sakinleşirdi, İsmet… Karısının gözlerine baş örtüsünü bağlayıp, çırılçıplak soyduktan sonra beraber olurdu. Baş örtüsünü Sümbül’ün gözlerinde özellikle muhafaza eder, döve döve yine yapacağını yapardı. Gözlerini görmek istemediği tecavüzlerde sabah olmak bilmezdi Sümbül’e.. İsmet sızdığında vücuduna pansuman yapar, yaralarını kapardı.
Sümbül, babasına hiç bir şey belli etmemişti. Şeyh bazen; ‘içerden sesler geliyor’ imasında bulanacak olsa- ya kendi kabus gördüğünü söylerdi ya da İsmet’in kabus gördüğünü söyleyip konuyu geçiştirirdi.
Kanatları açılmadan kapalı kalmıştı Sümbül’ün… Öldüğü geceye kadar İsmet’in ve şeyh babasının kanatları altında sıkıştı. Oğluna açacak tek kanadı yoktu. Kanadının altına gizledi götürdüklerini.
İsmet bugün dükkanda anlamıştı. Sümbül’ün kanadını Ensar kaldırmıştı.
Aynı soru vardı. ‘Ya öğrenirse?’.. endişesini atamıyordu içinden.





**devam edecek**

24 Kasım 2011 Perşembe

Bir Metiner Hikayesi…

Kısa ve öz aslında- tanıtım tadında biraz… Çekilemeyen filmin her gün dönen aynı fragmanı gibi Mehmet Metiner’in hikayesi.
Senaryo istediği gibi gelmiyor bir türlü… Beklediğiyle- bulduğu arasındaki karanlık koridordan tüm hızla çıkmalı Mehmet abi…
***
Önce PKK komplosunda adının geçtiğini öğrendik. Üzüldük. Ama medyanın büyük kısmı Mehmet abinin beklediği gibi ayağa kalkmadı. Metiner; ‘Neden kimse bana geçmiş olsun demiyor’ diye epey dertlendi.
Yine istediği olmadı.
Sonra siyasete girdi. Tam işler istediği noktaya gelecekken bu sefer- bir ses kaseti çıkıverdi. Tam 10 yıl önceki konuşmasında- kendisinin de milletvekili olduğu partinin, genel başkanı hakkında konuşuyordu. Çok pozitif bir konuşma diyemedik. Ama geçmiş zaman dedik.
Sonra apar topar Metiner’i başbakanın olduğu yerlere götürdüler, gönül alınması için epey çabalandı.
Ama yine olmadı, bir şeyler eksik kaldı.
Son olarak; Dersim tartışmaları ortalığı karıştırdı. Metiner; Kılıçdaroğlu ailesi hakkında epey bilgi aktardı, Erdoğan’a. Bu sefer de twitter konuyu başka anladı.
Yine olmadı.
Bir restorana gitti. Birileri O’nu- ‘viski içiyor’ diye yazmış twittera. Bu kez O, sosyal medyayı bombaladı. Hak, hukuk- özgürlüklerden dem vurdu. İçmiyorum dedi.
Yine olmadı… Nedense her açıklaması- ya başka bir kapıyı araladı, ya da eksik bir parça bıraktı içimizde.
Mehmet Metiner’in kendini anlatmaktan öteye sosyal ve her türlü medya mesajlarından sonra aklıma şu soru düştü.
Niye bu kadar çabalamaya çalışıyor Mehmet abi, Bilen var mı?

***

Dersim’iz’ CHP

Aslında hepimiz Dersim’liyiz. Çoğu da ders almayan taraftan.
Başbakan çok önemli bir adım attı ve devlet adına bir özür diledi.
Yaraları sarmaz muhakkak ama içten bir özür dileyebilmek bizim tarihimizde karşılaşılmış bir şey değil.
Özürle hapşıran Ak Parti vesilesiyle bu kez CHP enfeksiyon kaptı.
Ama tartışmaların içinde önemli bir eksik var. Tarihi olayların, yine etrafına örülen tarihi gerekçelerle değerlendirilmesinden yanayım.
Kimse 10 yıl önceki hali gibi değil; yüzleşip kendini duygulardan özgürleştirmek yerine, daha büyük bir duygu düğümü atmak işimize yaramaz. Ülkeler de böyle. Yüzleşip, o günün dinamiklerini önüne koyup bunlardan özgürleşmek lazım. Tüm bu geçmişi kavga vesilesi olarak açmak bizim yaramızı daha da derinleştirir, iyileştirmez.
Tüm gerçekleri (Genelkurmay arşivleri dahil) önümüze koyalım ve gerçekten önce birbirimizi suçlamadan bakalım. Sonra gerekirse hep beraber özür dileyelim ama birbirimizin üstüne yıkmayalım.
Bunlar eminim her mantıklı insanın beyninden geçiyordur. Siyaset ne kadarına izin verir, bilmiyorum ama rağmenlere rağmen CHP’nin tarihi açıdan kendisini tekrar ettiğini açıklamalarıyla bir kez daha gördüm.
Ve bu resim bana; Kemal Kılıçdaroğlu döneminin öncelikle manen de olsa- dün bittiğini gösterdi.

20 Kasım 2011 Pazar

Aşk gecesi…

Yaz gecesi yayınlarından alışkanlık kaldı. Yayın yapmadığım günler, uzun tatillere de gidemediğim için- İstanbul’un konser haritasını çıkarmıştım. Konserlerin altını üstüne getirdim. Ne opera kaldı, ne caz…
Çoğuna da tek başına gittim. Klasik müzik ve cazda rahat oluyorsunuz yani tek başınıza büyük hareketler gerekmiyor. Böyle analizler yapıp, tam bu iş tamamdır, kıvırdım derken; Paul Simon konseri bende önemli kırılma yaratmıştı.. Herkesin eğlenmeye başladığı, tek başına gittiğim konserde önce omuzlarım hareketlenmişti, sonra yavaş yavaş ayaklarım, derken yarım saat sonra ayakta tek başına dans ediyordum… Sonraki konserler daha da neşeli geçti.
Hatta hatırı sayılır bir konser çevrem de oldu. Değişik arkadaşlar ediniyorsunuz, konserlerde izlediğiniz insanların halleri ise sanki gündüzün stresinden çıkmış değil de, gerçekten sahneden zevk almaya gelmiş oluyorlar.
Paul’lerden gidiyorum herhalde ki; Paul Simon’da başlayan ilk kırılma, bu kez Paul Anka konserinde başka bir kapı açtı.
Taksiyle, Sütlüce’ye ulaştıktan sonra holde epey arkadaşımla karşılaştım. Kimisi de yoldan arıyordu.
Tam- bir arkadaşımın telefonda bana; ‘kapıdan giriyoruz, ne taraftasın’ sorusunun ardından kafamı çevirmemle- O’nu gördüm…
Yıllardır uzun aralıklarla karşılaştığım dünyanın en içten gülüşüne sahip gizemli adam... Hakkında hiçbir şey bilmediğim ama ne zaman görsem durup kaldığım adam, gözlerimi çevirdiğim yerdeydi..
Telefonla konuşmaya devam ederken; gözlerimi alamadım. Bu kez aramızda iki metreden az vardı. O kadar dikkatli bakmışım ki; gözlerimin içine doğru dik dik baktı. Heyecandan telefonu düşüreceğimi sandım. Normalde herkesle çekinmeden tanışan ben, iki adım atıp tanışamadım. Gözlerimin önünden konser salonuna doğru geçti.
Bu sefer, içeride yerime oturduğumda gözlerim O’nu ararken; başka bir şey oldu ve bir hisle nerde oturduğunu bir saniye içinde elimle koymuş gibi buldum. Kalbimin çarpışı, gizli gizli bakma çabalarım en az konser kadar heyecan vericiydi…
‘You are my destiny’ çaldığında gözlerimi ayırmadım. Göremiyordum, karanlıktı ama hissediyordum…
En çok da Paul Anka konseri için tek başına gelmesine bayıldım. Tek başına konsere gelebilmeyi bilen biri benim için çok şey ifade ediyor…
Konseri ayrı ayrı izlesek de; ben O’nunla izledim. Benden haberi var mı, hiçbir fikrim yok. Ama O, benim ‘destinyim’.. Benim bundan haberim var…

Paul Anka Gecesi
İçime, şarkılarıyla yeniden aşk tohumlarını eken muhteşem adam; seni canlı dinlemek yapılması gerekenler listesinin- ilk beşi içinde…
Konsere gelmeden önce, kışın verdiği düşük elektrikten eser kalmadı. Konserden sonra her yere gidecek kadar enerji, korktuğum her şeyi göğüsleyebilecek kadar yüreğim vardı…
Ayrıca senin konserinde Hıncal Uluç bile gelmeden önce hafif rahatsız olduğunu söylemişti; konserin son yarım saati hepimiz ayakta dans ediyorduk.
Bu muhteşem anlar, şarkılarınla ve büyülü sesinle ruhuma işlendi… İyi ki geldin aşkın sesi…

13 Kasım 2011 Pazar

Fikriye 11.11.11. Atatürk..

Bekleyen askerler, Büyükada iskelesine yaklaşan motora doğru koşmaya başladı. Meraklı gözlerin beklediği misafir siyah elbisesiyle, birkaç askerin yardımıyla indi, motordan. Etrafına etten bir duvar örülmüştü. Uzaktan seçmeye çalışmak bile mümkün değildi.. Saçlarını kısmen kapatan kadın, gözlerini de yola doğru eğmiş kendisinden sonra gelecek başka biri için denize doğru baktı, gelip- gelmeyeceğinden endişeliymiş gibi yanındakilere bir şeyler söyleyip faytona atladı. O anda seçebildim yüzünü, umutla geldiği yerden, son anda ‘gelemeyecek’ haberini almaktan aklı çıkan kadın; Fikriye idi..
Hasretle beklediği adam ise; Mustafa Kemal Atatürk…
Paşa’nın evlilik haberiyle tedavi gördüğü Münih’deki sanatoryumdan apar topar kaçan Fikriye, Mustafa Kemal’in evliliği için saatli bomba gibiydi.
Durdurmak mümkün değildi, Fikriye’yi..
Ardı ardına haberler gönderiyordu Ankara’ya. Tek amacı Paşasının- yani büyük aşkının yanında, yakınında olabilmekti. Latife cephesinde mümkün olmayan bu durumu, önceden fark eden Paşa, Fikriye ile son kez baş başa kalacak ve O’na her şeyi anlatacaktı. Hayatına devam etmesini istiyordu.
Bir yanı bu gizli buluşmaya gitmek istemese de; kendisi için idam kararı çıktığı günlerde- gözünü kırpmadan tehlikeleri göğüsleyip Anadolu’ya kadar gelen yürekli kadın, ez azından bu kadarını hak ediyordu. Hatta vicdanı daha fazlasına da göz yumabilirdi ama Fikriye’ye bir açıklama yapmalıydı…
Fikriye’nin Büyükada, Çankaya sokaktaki soldan üçüncü konağa geçmesinden bir saat sonra aşağıdaki iskelede yine bir hareketlilik görüldü. Normalde Atatürk’ün adaya geldiği duyulsa iskelenin etrafı sarılırdı ama Paşa gizli gelişini pekiştirmek istercesine etrafında güvendiği birkaç kişiyle birlikte tekneden indi. Şapkası ve yağan yağmurdan korunmak için yüzüne doğru sarındığı şalı vardı. İskelede belirmesinin ardından iyice hızlanan yağmur bile- bu gizli ziyarete yardım eder gibi şiddetlendi. Yanında bir kişiyle apar topar faytona binip Çankaya sokaktaki aynı adresin yolunu tuttu. Dışı beyaz köşke geldiğinde bahçenin içinden geçmeden dışarıdan binanın heybetine baktı. Balkonlarıyla, ahşap oymalarıyla göz kamaştırıyordu köşk..
Paşa’nın yanında gelen adam dışarıda beklemeye başladı. Faytonu ise biraz ileride başka bir evin önüne doğru yanaştı.
Yanındakilere bir saatten fazla kalmayacağını söylemişti. Birkaç sat sonra ise konaktan bir uşak çıktı ve ‘Paşa geceyi burada geçirecek’ dedi.
Ailesine haber verilmesini istedi. Elbet eve gidecek haber münasip bir lisanla işinin çıktığı yönünde olacaktı…
Mustafa Kemal’in niyeti Fikriye ile vedalaşmaktı. Ama evliliğinde aradığını bulamayan- gönlü kırık adam, içindeki boşlukla niyetinden daha başka bir gece yaşadı… Fikriye hiç yanından ayrılmamalıydı… Latife iyi bir fikirdi ama iyi bir evlilik olamamıştı.
O gece Fikriye’ye önemli bir sırrını anlattı.
Ertesi sabah erkenden kalktılar, beraber kahvaltı yaptıktan sonra Paşa, Fikriye’nin alnından öperek ayrıldı konaktan..
Mustafa Kemal’in hediye ettiği kehribar kolyesini boynundan hiç çıkarmayan Fikriye ise; sevdiği adamı boynundaki kolyesini tutarak uğurladı. Kolyesinden güç alır gibi ayakta duruyordu..
Öğleden sonra Fikriye İstanbul’a döndü. Artık daha da durdurulamazdı. Ankara’ya girmesi yasaklanmıştı ama kaldığı evde çalışanlardan birinin kimliğini çalıp gidecek kadar gözlerini karartmıştı. Büyükada'nın Çankaya Sokağında söyleyemediklerini, Ankara'nın Çankaya'sında söyleyecekti. Sonucu ne olursa olsun kapıyı çaldı.
Ancak İstanbul'un Çankaya sokağında açılan umut kapısı Ankara'da kapandı.
Faytona bindiğinde ne geri dönebilirdi ne de kalabilirdi. Tesirinde kaldığı konuşmadan sonra, olanları değiştiremeyeceğini anlayan Fikriye kendini yok etti.
Hayata veda ettiği silah ise Mustafa Kemal’e hediye olarak aldığı, küçük sedef kabzalı tabancaydı.
Kalbinden vurdu kendini… Sırrını ölene dek saklayacağına söz vererek. Aslında razı olduğunu söylemeye gelmişti, çocukları olmasa da sevgisinden hiçbir şey azalmayacaktı.

***

10 Kasım için hiçbir planım yokken; kız kardeşimi ve Fikriye’yi alıp (kitabını), ani bir kararla Büyükada’ya gittik. Fikir daha çok Fikriye’den geldi.. Kitabın kapağını açar açmaz ‘hadi Büyükada’ya gidiyoruz’ dedim.
Yol boyunca motorda, oturduğumuz yerde, kilisede, manzaralı cafede hatta akşam bir parça da olsa- balıkçıda kitabı okumaya devam ettik. Öyle etkisinde kaldım ki; yukarıda yazdığım satırları gece rüyamda Fikriye anlattı. Büyükada, Çankaya sokaktaki beyaz köşkten bozma bir hoteldi. Rüyamda, odanın terasına geldi Fikriye. Karşılıklı bir sigara yaktık. Aşktan konuşmaya başladık önce… ‘Hikayemi bilmiyorlar, sandıkları gibi değilim. Sebeplerim var.’ dedikten sonra Büyükada buluşmasını anlattı… ‘Çocuk hiçbir zaman olmayacaktı. Latife bilmiyordu, kimsenin haberi yoktu.’ dedi.
Sabah uyandığımda detaylı olarak yüzünü hatırladım. Gözlerinde hüzün vardı ama zerre kadar pişmanlık yoktu. Ruhunun paşa ile geçirdiği en güzel günde dolaştığını anladım uyanmadan… Sırrı ise en büyük ağırlığı olmuş.

9 Kasım 2011 Çarşamba

Gülben’in ‘ağzı kokuyor’!

Hemen başlıktaki gibi düşünmeyin, meselenin başka bir taraf var!.
Kavga, şiddet, özellikle kendini olduğundan daha başka gösterme çabaları.. Mesela; ona- buna çakılan geyikler için, ‘ergen’ ruh hali denir, siz de biliyorsunuz. Gayet normal bir dönemdir. Anlayış, sabır gösterilir. Çünkü geçici olduğu bilinir. vs. v.s...
Ama ergenliğin öyle ilginç örnekleri var ki; kör olsanız, gözünüzden kaçmaz. Aslında bunu yaşatan niceleri var ki; yerinde durmaz.
Eskiler ise böyle durumlar için pek acımasız davranmışlar. Örneğin; yaşı kemale eren biri- hala ergen işler peşindeyse- Osmanlının büyükleri; ‘ağzı kokuyor’ dermiş.. Kötü konuştuğu için, kendini hala ergence ifade edebildiği için…
Ham diye bellediklerini; kahvehanelerde aralarına almaz, evlerine davet etmezlermiş. Sözüne, özüne itibar edilmeyenler için; ‘ağzı kokanlardan’ diye isim takılmış, halk arasında… Tam bunu bir kitapta okuduktan sonra; gazete okuduğum bir haber dikkatimi çekti.
Durum, nerdeyse bütün gazetelerin magazin ekindeydi.
Gülben ‘Ergen’; “uçakta en öndeydim, arkaya bakmam, kalın gönderme” vs… demiş..
!!!
Haberin içeriğini dikkatle okudum acaba başka bir benzetmeye istinaden falan mı diye. Yok hayır. Gayet söylendiği gibi.
Yani espri anlayışı bile yok, olayın. Öyle bir zeka parıltısı da yok haberde. Gerçekten öne oturmuş ve uçakta arkada oturan Sibel Can için arkaya bakmam vs. demiş.
Umarım canı sıkkın olduğu bir gündür, yoksa kendisi için;
Gülben’ gerçekten ‘Ergen’… demekten başka bir şey gelmiyor aklıma..

***

İstanbul ya da Sistembul!…

Bayram manzaraları diye başlamak enteresan olurdu, aslında daha medeni yapardı bizi. Hani normal günler trafik sorunu ve arabasını tarlasına park ettiğini zannedenler, etrafı leşe çevirenler, bu leşleri de ayrıyetten toplamayanlar… Liste o kadar uzuyor ki…
Keşke bayram günlerinde olsaydı bir tek!!!.. İş günlerinde her şey öyle tıkırında ki; canım bayramda da, bir salalım artık diyebilseydik..
Ne mümkün!
Trafikten başlayalım derim. Fatih Altaylı trafikte saklambaç oynayan trafik polisleri için; ‘aa bak polis’ göndermesini yaptı. Hani türü, nesli tükenmişlerden diye...
Hıncal Uluç, daha ağır bir yazıyla İstanbul trafiğinin rezilliğini, İstanbul’un sahipsiz oluşuna bağladı..
Benim gözlemlerim ise daha acıklı.
İstanbul’a hizmet edenlerde, İstanbulluluk ruhu olmadığına şüphem kalmadı!.
Hizmet onların kütüphanesinde; başka anlamlarla donanmış.
Mesela; yeni toplu taşıma almak, veya metro yapmak hizmet demek onlara..
İstanbul’u koruyabilmek, tarihi yapıların yerine- eğri büğrü garip binaların işgaline izin vermemek, otoparksız yapışık binalara müsaade etmemek, trafiğin akışı için abuk subuk parklara izin vermemek, sahil şeridi boyunca demirlemiş tekne atıkları için- teknelere ceza kesebilmek.. Eline her oltayı alana balık tutturmamak v.s… bunlardan bir sürü yazabiliriz ama özetle bunlar hizmet kapsamına değil, şehirde yaşayanın keyfine kalıyor.
Bir de meşrebine…
Sistemi olmayan yerde, herkes kendi kendine bir yol bulmuş zaten, aynen devam ediyor.
Bayramda sahil yolunu tarla sanıp park edenlerin saygısızlığı, sahilde yürüyüş yapayım derken oltaların gazabına uğramak, hayatında balık tutmamışların yavru balık katliamları, Arnavutköy, Bebek ve emin olun koca sahil şeridi boyunca kokuşan tekne atıkları.. Prezervatifinden, aklınıza ne gelirse var, kıyılarda…
Hıncal Uluç’un virgülüne ilaveten, sahi kimin İstanbul’u bu, bilen var mı?

****

24 Ekim 2011 Pazartesi

Depremin sırtından geçinmek!

Artık eminim. Bir tek bizim ülkemize mahsus; ‘gözüne sokmak!’.. Örnekleri öyle çok ki!.. En basitinden anlatayım. Yeni araba alan- önce arkadaşlarına gösterir, yetmez İstanbul’u turlar ya da yaşadığı şehir neresiyse tavaf eder.. Akrabaları arar, şirkette pasta dağıtır olmadı balkondan çıkıp, bakar araba yerinde mi v.s. diye.. bitmez. Sonunda amaca ulaşılır. Duymayan kalmaz!
!!!
Böyleyiz, seviyoruz göstermeyi… Yapacak bir şey yok.
Aslında bu kadarını ve benzerlerini çoktan kabullenmişken en azından bir konuda beklentimi ‘belki niyetiyle’ farklı tutmaya gayret etmiştim.
Ama ne mümkün!
Deprem yardımlarından bahsediyorum...
Bir yandan sosyal medya saldırıyor, öteki taraftan tvler, yetmiyor internet siteleri.. Şaka gibi!
İsmi çıkmayanlar, ‘yardım yapmadı’ sayılıyor, fişleniyorlar!
İş öyle çığırından çıktı ki; lokal düğünlerde bağıranlar gibi ‘gelinin bilmem nesinden şu altın, damadın amcasından bu takı’ usulüne döndü..
Kendimizi aştık! İnsani hassasiyetleri delmek bir yana, oyuk açtık!
Birlik olmak, yaraları sarmak, paylaşmak bunlar muhteşem duygular, aynen katılıyorum. Ama bağıra bağıra göze sokulmasından artık çıkacak gözümüz kalmadı..
Bunu anlayamıyorum!.
Koordinasyon meselesine ise hiç girmeyeceğim, iyice sinir bozucu!
Ama bir düşünün yardım yaparken bağırmamız, göze sokmamız şart mı?
Merak ediyorum.
Yardımın bir asaleti mi olmalı, yoksa ‘duyduk duymadık demeyin biz yardım ediyoruz!’ rezaleti mi?

***

İlkolik görüntüler!

Deprem deyince; kafamdan kazımak istediğim birkaç fotoğraf var. Birincisi; 99 depreminde- evden çıktığımda gördüğüm, karşı komşunun çarşafa sarılmış hali ve dikilen saçları!.. Depremden daha korkunçtu!
İkincisi; sokaktakilerin deprem anında yüzündeki ifadeleri.. Garipti, çok iç güdüseldi.
Üçüncüsü ise, deprem olurken yıldızların çokluğu ve yakınlığı büyüleyiciydi.
Gökyüzünde seremoni vardı sanki.. Yeryüzü sarsılırken, gökyüzünde büyülü bir andı.. Tarifi mümkün değil..
Garip bir andı. Korkudan günlerce arabada uyumuştum..
Günler sonra ise bu fotoğrafların çok üstünde başka bir görüntüyle sarsıldım.
Depremin en yıkıcı olduğu bölgelerden birinde, yardımların dağıtıldığı garip bir baraka görüntüsü haberlerdeydi. Adını hatırlayamıyorum ama 11 yaşlarında bir erkek çocuğuydu görüntüdeki.. Yüzünü hala hatırlıyorum. Resim gibi kafamda, o bakışlar.. Bir evi ve okulu arasında geçen normal bir hayatı varken; depremle hiç birinden eser kalmamıştı..
Yardımların dağıtıldığı yerde tek başına ağlıyordu. İlk saniyeler depremden dolayı ağladığını düşünmüştüm ama çok geçmeden başka bir ayrıntı kanımı dondurdu..
Koordinesiz öylece duran yardımlar yağmacılar tarafından kapışılıyordu. Üstelik durum öyle aleniyet kazanmıştı ki; kameraların gözü önünde oluyordu tüm bunlar.
Çocuk ise kenarda bir yerde sessizce haline isyan ediyordu. Ağlamamaya çalışıyordu ama ne mümkün, göz yaşları dinlemeyip akıyordu. Elleriyle yüzüne akan yaşlarını silmeye çalışıyordu. Kimsenin ağladığını görmesini istemediği her halinden belliydi.
Yağmacılar yüzünden alamadığı battaniyeler ise gözyaşlarını hızlandırıyordu..
O anın, O çocuğun hayatındaki ilk isyan olduğuna adım gibi eminim. Yüzündeki ifade ve bakışları benim zihnime çakıldı izlerken.
Ekrandan da olsa- bir çocuğun büyük ilk isyanına tanık olmak içimi yaraladı.
*
Biliyorum, ilk anlar hep iz bırakır. İlkolik gibi her şeyin en evveli beyine yer eder. Ömürle beraber gelir ‘o anlar’… Beraber yaşlanır bizimle. En iyi ihtimalle o resimlerin üzerine koyduğumuz etkileri bırakırız ama o resimler bizi hiç bırakmaz. Öylece durur. Hatırlatılmayı bekler, ilk fırsatta da ortaya çıkıverirler.
Deprem kelimesiyle zihnimde ortaya çıkanlar etkisini yıllara teslim etmedi… İlk günkü kadar sıcak olmasalar da hala ordalar.. Benim için deprem, o çocuğun gözlerinin içinde…

21 Ekim 2011 Cuma

LA FURTUNA 9

"Kaçabilen canını kurtarır"



Yıllardır kendi içinde sıkıştın. Kendini kısıtladın. Etrafınla kısıtlandın. Kalbinin etrafı sıkıştı, sen sebep bulamadın. Önce kapat, kapan ki sonra açılsın.. Kuş bile kanadını önce kapar, sonra açar. El Kabid…

Ensar dükkandaki malları tartıyor, hesap yapıyordu. Kolyeleri tarttı, yüzükleri, malzemeleri tarttı. Sonra kolyeleri tarttıkları büyük tartıya kendi çıktı. Kendini de tarttı. Çırağın bakışlarına aldırmadı. Sonra çırağa dönüp; ‘keşke hayatımızda da her şeyi tartabilsek Hüseyin iyi olmaz mıydı’..
Çırak, şaşkın anlamadığını belli edercesine kafasını tartıya doğru çevirdi. Bir tartıya bir de Ensar’ın yüzüne baktı.
-‘‘yani herkesi anlamaya çalışıyoruz ya! Keşke falanca şu kadar kilo-gram kızmış, filanca şu kadar gram değer vermiş diyebilseydik. Daha kolay olmaz mıydı?’ Hüseyin iyice şaşırmıştı. Söylenenlerin tek kelimesini anlamıyordu. Kirli paspasın üstüne basmayıp ayaklarını söylenerek paspastan kaçıran İsmet, bir hamlede atlar gibi girdi dükkana.
Ensar’ın yeni bir icat çıkardığını, Hüseyin’in de onu anlamadığına adı kadar emindi.
Hararetli bir tartışmanın içine düştüğünü fark etti. Yanında da malzemecilerden biri vardı. Malzemeci yaşlı adam, yeni gelen altınları göstermek için gelmişti. İsmet dayanamadı; ‘ne oluyor burada, bu çırak niye şaşkın şaşkın bakıyor?’ diye sordu.
-baba bu dükkanda biz her şeyi tartıp ona göre alıp-satmıyor muyuz?
-Ne yapalım yani?
-Bir şey yapalım demiyorum. Aklıma geldi, keşke duygularımızı da tartabilseydik. Mesela 1 kilo korktum ama 700 gram sevdiler beni. Hatta şimdi aklıma geldi, belki hayatımız da şu kadar kilo eder gibi işte.
İsmet’in yanındaki yaşlı adam malzemeleri saymayı bırakıp Ensar’a bakmaya başladı. Merak etmişti ne demeye getiriyordu bunca lakırdıyı.
İhtiyar önce ‘tövbe tövbe’ dedi- birkaç saniye sonra dayanamadı araya girdi. Haddini bildirecekti toy delikanlıya;
-Olur mu efendi? Duygular hassas, kalbin terazisine bağlıdır. Bu nasıl kaba bir hesap böyle. İnsanın ruhu, değerleri, kalbi hiç kiloyla ölçülür müymüş? Sen nerden düştün bre buraya!..
Ensar bu kadar tepki görmesine şaşırdı. ‘Altı üstü bir fikir bu ihtiyarın derdi ne’ diye düşünürken; tartışmadan yenik çıkmak istemediğini hissetti. İhtiyara baktı. Kılığını, kıyafetini, yüzünü hızlıca inceledikten sonra;
-Peki o zaman bana hayatına eş değer bir şey söyle. Senin hayatın kaç kilo eder amca?
İhtiyar iyice çileden çıkmak üzere olduğunu gösterir gibi kafasını İsmet’e doğru çevirdi. Cevap vermemekti belki doğrusu, bu toyla mı uğraşacaktı. Ama girmişti bir tartışmanın içine.
-Açıkla ne demek bu şimdi?
-Yani amca hayatın kaç kilo eder? Kaç kiloluk ne sığdırdın bu hayata? Tamam senin hassas teraziyi de kabul edeceğim. Yeter ki bir şey söyle.
Yaşlı adam sakalını kaşımaya başladı. Gözleri yere bakarken; ‘önce sen söyle’ deyiverdi.
Ensar gülümsedi. İhtiyara yaklaştı. Ellerini açtı ve;
-Amca bu dükkanı görüyorsun ya; buradaki şu malzemeler benim eserim. Ölürsem arkamda iz bırakacağım isimler. Allahın isimleri. Hepsini tek tek günlerce büyük emekle yaptım. Gözüme uyku girmedi. Dedem rüyalarımdan çıkmadı. Ne zaman eksik yapsam rüyamda dedemle didiştim. 99 ismi 99 güne sığdırdım. Ama gecem gündüzüme girdi. Bunların ağırlığı da üç-beş kilo eder. Yani benim hayatım 3-5 kiloya sığıyor. Ama parasından değil, emeğimden.
İsmet şaşırdı. Oğlundan böyle bir açıklama beklemiyordu. Şeyh Rüstem’in torunu ‘inancını takılarına, inadını felsefesine koymuş meğer’ diye geçirdi içinden.
Yaşlı adam elini kalbine götürdü. Emeği çoktu ama ortada bir eseri yoktu, işte bu diyeceği. Başka bir şeyi vardı, yıllardır içine işlediği, kendi içinde beslediği… Söyleyip-söylememekte tereddüt etse de, cevapsız bırakmakdı.. Ensar’ın gözünün içine bakarak;
-Benim hayatım etse etse 60 kilo eder.
-Amca sen, en az 90 çekersin. Yoksa külçe külçe altınların mı var?
Alaycı bir tavırla soruyordu Ensar. İhtiyar duymamış gibi devam etti.
-Benim karım 60 kilodur delikanlı. O da benim hayatımdır. Hayatımın içinde cancağızımdır. Kaç kilo bu hayat dersen, al işte benimki 60 kilodur. O olmazsa, ben de olmam, kaybolurum. Elleri saçlarıma değmezse sevgisizlikten kururum. Var mıdır sende bundan bir kilo?
İhtiyardan beklenmeyen bir cevaptı. Ensar’ın eğlenceyle girdiği konu tadını kaçırdı. Kalbinde ne kimsesi vardı, ne de beğeneni. Bir ara Eyüp camii’nin arkasında ki- evde bir kızla bakışmışlardı ama bir süre sonra kızdan haber alamayınca vazgeçmişti. Zaten meraktan ileri gitmemişti gözleri. Annesi en kıymetli kadındı onun için. Ama öleli öyle uzun zaman olmuştu ki... Yaşlı adamın sorusuna tebessüm etti, cevap vermedi. Babasına döndü.
Dükkandaki herkes sıranın İsmet’e geldiğini biliyor sessizce, gözlerle işaretleşiyorlardı. İsmet fark etti. ‘cevap verecek neyim var ki’ diye geçirdi içinden. Ensar tam soracakken; İsmet “hadi ama akşama kadar tartı- terazi mi konuşacağız? İş güç bekler. İhtiyar sen de gençlere uyuyorsun. Hadi biz işimize bakalım”..
Yaşlı adam, Ensar’ın yüzündeki ifadeyi, İsmet’in sorudan son hızla kaçışına ince bir tebessüm ettikten sonra getirdiklerini çıkarttı.
Dükkana gelen bir müşteri ise tartışmanın daha fazla devam etmesini imkansız kıldı.
Çırak Hüseyin ise sıranın kendisine gelmeyişinden şikayetçi oldu yüzüyle. Omuzlarını aşağı doğru bıraktı. İşine kaldığı yerden daha isteksiz devam etti. Aslında sorsalar anlatacak neyi vardı onu da bilmiyordu. Ama niye sorulmuyordu ki!
Ensar müşteriyi uğurladıktan sonra kolyeleri yerleştirmeye devam etti. Tezgaha her yeni kolye yerleştirdiğinde az önceki tartışmadan hızla uzaklaşan babasının yüzünü aklına getiriyor, babasının bir şeyleri kapadığını ilk kez bu kadar açık görüyordu.
Yıllar önce belki kapanmış ama açılmamış bir daha İsmet sanki.. Aklına annesi geldi. Dedesinden bir sene önce kaybetmişti annesini. Anlamamıştı ne olduğunu. Bazen annesiyle babası arasında bir sorun olduğunu anlardı ama bir şey diyemezdi. Bazen de yüzleri parlar ne olduğunu anlamazdı. Ama hiçbir zaman aşk dolu bakışmalar, sevgi nağmeleri görmemişti evde.
Hatta zaman zaman ikisinden çıt çıkmazdı, lal olurdular birbirlerine.
Babasıyla annesi arada kaybolur, kendi odalarına çekilirdi. Salı akşamları annesi hastayım derdi, erken yatarlardı. Böyle gecelerin bazılarında içerden ağlama sesleri duyardı Ensar. Dedesi göndermezdi onu odaya. ‘Karı koca arasına girilmez’ derdi. Ağlamaların sıklaştığı, seslerin yükseldiği gecelerin birinde, aniden ölmüştü Sümbül. Kimse ne olduğunu anlayamadan apar topar toprak olmuştu gencecik bedeni. Şeyh, kızının ölmesini çok içerlemişti. İsmet’le aralarının iyice açıldığı o günlere, dedesi de ancak bir yılını sığdırabilmişti. Bir gece kalpten aniden gitti. Son sözlerinde ‘kalbinin çok acıdığını’ söyleyerek kelime-i şahadet getirmişti ihtiyar...




devam edecek...

20 Ekim 2011 Perşembe

Silahın Gözü

En büyük hayalimdi. Beni bir müzeye koyacaklardı… Belki de şaşalı bir evin baş köşesini süsleyecektim. Gelen-geçen kim varsa hayretle izleyecekti. Korkacaklardı. Ama kimi zaman da ellerine alıp göstereceklerdi, benimle gururlanacaklardı.
!!
Kaderimde elden-ele gezmek varmış. Kullanıldım.!!
İlk sahibim askerdi.
Bir çatışmada gururu incinince beni tereddüt etmeden uzaklara attı.. Uğursuzluk getirmişim ona meğer.. Oysa ne çatışmalar görmüştük.. Ne canlar almıştım ben ona!
Hep yanındaydım, ama bir günde vazgeçilebildim, bıraktı beni...
Daha eskimemiştim…
Beni bulan sonraki sahibimin yüzünü önceleri hiç görmedim. Dağlara çıkardı beni.
Yüzündeki atkı rüzgardan aralandığında gözlerine bakardım. Korku dolu sert bakışları vardı. Derin derin nefes alırdı, buz gibi elleriyle titreyerek tutardı beni. Belinde garip bir soğukluk hissettiğimde, beni kullanacağını anlardım.
Soğuk, korkak ellerini hiç sevemedim..
Bir gün çatışma ortasında aniden beni, elinden bırakıp yere yığıldığında öldüğünü anladım. İlk defa o zaman yüzünü görmüştüm. Teni sanki yalnızlıktan kararmış gibi kara-mordu. Gözleri açıktı, öldüğünde.
Sevdiği kıza döneceğine söz vermiş. ‘beni affet sözümü tutamadım’ son sözüydü… Aşkına gidemeyişinin acısı, hayallerimi hatırlattı bana.
O andan sonra tanımaya bile çalışmadığım, elden ele dolaştığım birkaç sahibim daha oldu. Evlerine girdim, onların gösterdiği yerleri vurdum. Bazen vurulanların tarafına dönüp vurduklarımla yan yana geldim. Bazen de tam tersi vurduğum tarafa isabet ettim. Ama her vurduğumu beni tutanlardan daha iyi tanıdım.
Nasıl tanımam? Parçalarımı içlerinde bıraktım.
Birbirlerini tanımadan öldürüyorlardı. Nefretlerinin sebeplerini hiç anlayamadım. Ne yaptıklarını bilmiyorlardı, sadece yapıyorlardı! Aslında teknik olarak çok iyi biliyorlardı ama neden vurduklarını sorgulamıyorlardı…
Hayallerinin, öldürmekten ileri gitmeyeceğini anladığımda yıllar geçmişti.
Ben eskimiştim, onlar da kendilerinden vazgeçmişlerdi!..
Bana değdiklerinde, tetiğimi çektiklerinde bile buna ortak olmadım, izin vermedim. Kimseyi öldürmek istemedim!
Ben bir silahım ve onlar gibi kendimden vazgeçmedim.!
Son çatışmada ise bütün ağırlığımla sahibimin elinden düşüp kaçtım.
Korkunç bir geceydi.. Serttim ve kurşunlarımdan utandım!
O, son gecenin karanlığında; uzaktan çığlıklar geliyordu, seslerin olduğu yere doğru koştuk. Sahibim beni- belinden çıkardığı gibi korkak elleriyle, nereye doğru baktığını bile anlamadan uzaktan sıktı!
İçimden çıkan parçanın, ufak bir çocuğa doğru yaklaştığını görünce son anda kurşuna yerini değiştirmesi için bağırdım. Yalvardım.
Sahiplerim beni hiç duymadı.. Sadece içimden kopan parça beni dinlerdi, biliyordum. Öyle de oldu. Son anda ağaca doğru saplandı kurşun.
Daha kimse ne olduğunu anlayamadan, geceyi fırsat bilip kendimi titreyerek sahibimin elinden attım. Parçalarımın, bir çocuğun içine gireceğine parça parça olmaya razı oldum.
Karanlığa bıraktım kendimi. Gözlerimi açtığımda yaşlı bir adam beni siliyordu.
Şimdi bir müzedeyim, hayallerimin gerçekleştiği yerde.
Ellerden uzak!!.
Onlar beni bırakamadı.. ‘Ben bıraktım sahiplerimi’…

**

Aynı senaryoyu başka canlar oynuyor. İsimler değişiyor ama “eser” aynı..
Tepkiler de değişmiyor. İlk saatler şiddetli öfke ve isyan, sonraki günler yerini günlük meselelere bırakıyor. Televizyonlar yas tutmayı doğru düzgün beceremiyor. Canlı yayınlanmasını istemedikleri sabah programlarının, aynısının tıpkısının tekrarını koyuveriyorlar.
Herkes öyle benimsemiş ki; yetkililer de aynı tepkiyi veriyor.
Yeni benimsenen saçma bir söylem daha var. “her şeye aynı devam edelim, niye onları sevindirelim ki!”..
Birilerinin ‘üzüntü ölçerleri’ var anlaşılan! Durumdan kilo kilo üzüntü tartıyor!
Acıya sahip çıkmak ve saygı duymak en büyük gerçeğimizken; ‘onları sevindirmeyelim’ yaklaşımıyla iyice samimiyetsizleşiyoruz.
Tepkisiz toplum! Dolayısıyla etkisiz versiyon oluveriyor..
İnsanların silahları bırakacağına olan inancım en azından bu yüzyıl için mümkün görünmüyor. O yüzden yukarıda hayal ettim, belki bir gün silahlar çekip gider.

16 Ekim 2011 Pazar

LA FURTUNA 8

"Kaçabilen canını kurtarır"



Tüm gücümüzü verdiğimizde içimizdeki enerjiden tamamen koparız, sonunda yaşayan bir ölü oluruz. Kimileri yaşamak için daha fazla enerjiye ihtiyaç duyar, çünkü tüketmiştir. Hay huyla tükettiğin enerji bu yolda canlanır. El Hayy…

Aradan geçen birkaç ayla Edirne’de yolları kapatan kar kalkmış, her yer açılmıştı. Köyde evlenmeye hazırlanan kızlar için bahar zamanı- yeni kısmetler, yeni hayat demekti.
Yanakları başka olurdu böyle zamanlarda kızların. Sevdası olmayana sevda, bahar yaklaştığında Uzunköprü- İstanbul treniyle daha yakın olurdu. Trenler dolup taşar, genç kızları günübirlik de olsa İstanbul’a taşırdı. Anjel İstanbul’dan gelenlerle konuşuyordu. Hepsinden hevesle İstanbul’u dinliyordu. Eyüp’ü, Kapalıçarşı’yı dinlemekten bıkmıyordu.
Haliç’in manzarasını, Pier Loti’yi tekrar tekrar dinliyordu onlardan. Yaşı daha büyük olanlar ise ‘Ummi Sinan Tekkesi’nde dinlediği musikileri anlatıyordu.
Anjel Pera’yı sorduğunda genelde cevap alamıyordu. Amcasının yaşadığı Kuledibi’ni merak ediyordu. ‘Galata’yı gördünüz mü’ diye sorardı, yine cevap alamazdı.
Halasına anlattığında Elsa, gülerdi haline sonra ‘oralar bizim mekanımız da ondan’ derdi.
Ama hiçbir cevap yetmezdi ona.
Hayalinde canlandırırdı. Galata kadar farklı, Eyüp kadar gerçek.. Galata gibi hayat dolu, Eyüp kadar dünyayı reddetmiş.. diye kendi içinde tanımlar bulurdu İstanbul’a.
İstanbul’u parçalara böler her tarafına başka anlamlar yüklerdi.
Çeyiz alış-verişlerinden dönen kızlar bazen Anjel’e de hediye getirirdi. Halası İstanbul’u görmesine bile hiç izin vermediğinden, gitmek için ısrar etmeyi de bırakmıştı. Minik ziller sipariş ederdi kızlara. Eğer 11 zili tamamlayabilirse dileği kabul olacaktı. 11 büyük sayıydı. İki birin, birbirini bulmasıydı. Fatma Ninesinden duymuştu. 10 zili vardı. ‘Sonuncuyu da tamamlarsam engel kalmayacak’ diye düşünürken kapı çaldı. Gelen son zil olabilir mi heyecanıyla kapıya doğru koştu. Beygir arabasıyla yanaşan postacıdan bir davetiye, bir de mektup aldı.
Amcasının kızının 1 ay sonra İstanbul, Karaköy- Zulfaris Sinegogu’nda evleneceği yazıyordu.
Mektubu yazan amcası ise; Elsa’ya artık bu küslüğe son vermesini ve oraları bırakıp İsranbul’a yanlarına taşınmalarını istiyordu. Mektuba halasının da sevineceğini zanneden Anljel’i ise hayal kırıklığı bekliyordu. Huysuz hala, davetiyeyi de- mektubu da bir köşeye fırlatarak; ‘bu kadar kolay mı?’ diye yüksek sesle çıkıştı.
Sonra da söylenerek odasına gitti. Anjel halasının attığı davetiyeyi yerden aldı. Mektubu okumaya başladı. Amcası hiç değilse Anjel’i göndermesini yazmıştı.
Soruyordu; ‘ne hakkın var o kızı yanında esir gibi tutmaya’…
Anjel, okuduklarına hak veriyordu. Göğsünde bir ateş yandı. Halasına ilk kez nefret duydu. Bir an önce valizini toplayıp gitmek istedi. Halasının odasına dalıp ‘senden nefret ediyorum, herkes ediyor. Kimse seni sevmiyor. Beni esir ettin burada’ diye bağırmak istedi ama yapmadı.
O, küçükken oyunlar oynadığı neşeli halasıydı. Nasıl yüz üstü bırakırdı. Yine kendisine kızdı. Midesine yumruk gibi bir ağırlık çökünce dayanamayıp bahçeye çıkıp ağlamaya başladı. Böyle zamanların en büyük tesellisi köpeği kirpi oluyordu.
Köpeği ayaklarının önüne uzanırken kafasını ona doğru eğdi; “içim tükeniyor sanki enerjim bitiyor. Bazen bir umut geliyor ama onun da- önünü halam hemen kesiyor. Ben artık umutsuzum Kirpi, benim hayatım burada böyle- hayatı bekleyerek geçecek. Her şeyden ayrı, hiçbir şeyle bütünleşemeyerek bitecek ömrüm burada. İstanbul’un hayaliyle geçecek hayatım. Ne olacak bir kez hiç değilse görsem.”..

***

Anjel, ertesi sabah kahvaltı ederken halasına konuyu açacağını dünden planlamıştı. Kararlı olacaktı, artık halasının tükenen enerjini beslemek istemiyordu. O kendini tükettiyse beni de burada oyalamaya hakkı yok diyordu. Kafasında haklılığını gösteren bütün sebepleri ardı ardına dizdi ve net bir ses tonuyla konuya girdi.
-‘Nisan ama hava hala tam ısınmadı. Acaba İstanbul’da böyle mi’
Halasının içinden karşılık vermek gelmedi ama cevapsız bırakamayacağı için geçiştirmeyi tercih etti; ‘evet haklısın ama toparlar birkaç güne’..
Anjel halasının cevabından güç alarak konuya daha hızlı bir giriş yaptı. ‘en kısa zamanda düzelsin yoksa bir ay sonraki düğünün soğukta tadı çıkmaz’ dediğinde ses tonundaki kararlılık Elsa’nın kahvaltısını boğazına dizdi. Masadaki bardaktan bir yudum aldı, bardağı yerine koymaya çalışırken çayı döktü sonra bardakta devrildi.
Kahvaltı masası bir anda Elsa’nın kafasındaki düşüncelerin tutunduğu yere benzedi.
Anjel koşarak mutfaktan bez getirip masayı silmeye başladı.
Halası bir yandan masayı toparlamaya çalışıyor bir yandan da söyleniyordu kendine. Yaşlandığından şikayet ediyordu. Artık gözlerinin iyi görmediğini, ellerinin titrediğini söylüyordu ki- bir anda ağlamaya başladı.
Anjel gördüğü manzara karşısında donakaldı. Halası büyük ustalıkla konuyu en azından bugün bir daha açamayacağı şekilde öyle güzel kapamıştı ki- her şeyi ağzına tıktı.
Aslında çıkmasına bile izin vermemişti.
İstanbul’a gidiş yolu kendisine kapalıydı sanki. Buz gibi olmuştu her yanı. Halbuki o halasının yalnızlığına, 1934’deki olaylarda direnişine ne kadar da hayrandı.
Çaresizce fark etti. Ortağı olduğu yalnızlığın- mahkumu olduğunu ilk kez bu sabah gördü. Halasının dilinden ‘senin iyiliğin için yapıyorum’ diye dökülen cümlelerin devamını hatırladı..
‘senin iyiliğin için… bu kadar okumak yeter,
‘…................ dükkanı kiraya verelim,
‘ …................. İstanbul’a gitmiyorum,
Aslında Elsa öyle ustaca İstanbul’a giden bütün köprüleri yıkmıştı ki- amcası olmasa halasının planları sorgulanmadan başarıya ulaşacaktı.
Bunları düşündükçe midesindeki bulantıyı hissetti, halasının bencilliğinden tiksiniyordu.
Evi toparladıktan sonra köpeği Kirpi’yi alıp evden çıktı. Mahalle aralarında yürüdüler. Etraftan laf atan delikanlılara kulak asmadan çeşmenin yanı başında bulduğu bir köşeye oturdu Anjel. Yeşilliğin içinde ayakkabılarını çıkardı, derin derin nefes aldı.
Bir yandan da etrafa bakınıyor gelen geçeni izliyordu. Halasının o halini gördükten sonra Uzunköprü’de herkes ve her şey yavaşlamış görünüyordu gözüne. Yavaş yürüyenler, taburesini dükkanın önüne koymuş nargile içenler, çeşme başına güğümleriyle gelen kadınlar bile yavaştı. Akşam kahveden- eve doğru yürüyen adamlar da ağır ağır yürüyordu sanki.
Buranın bütünü değil geride kalmışı gibiydi her şey..
Amcasına mektup yazmak en doğrusuydu! İstanbul’a beni hemen alın demeliydi. Sert bir mektup olmalıydı. Belki tek cümle bile yeterdi. ‘beni buradan kurtarın’ isyanına amcası dayanamazdı, gelip alırdı onu buralardan!
Yarım kalan kahvaltısından dolayı erken acıktığını fark etti. Evlerinin yan tarafındaki Fatma Nine’ye geçmeden köpeğini bahçeye bıraktı.
Fatma Nine'de yemek hiç bir zaman sürpriz olmamıştı. Yaşlı kadının öğlen menüsü belliydi. Hamur kızartır yanına da yağlı peyniri koyar. Çayını da demleyip iştahla her öğlen ya da akşam üstü aynısını yapardı.
Melek’e de bir tabak kabarık lokmalarından koydu. Lokmaları daha ağzına götürmeden kapı çaldı..




devam edecek...


***

14 Ekim 2011 Cuma

Saydır Fazıl..!

Fazıl Say’ı 2007 yılından beri şahsen tanırım. Müziği, kendimden geçmeme sebep olacak kadar ruhuma değmiştir.
Bir konserinde yarıda çıkmak zorunda kalmıştım, acil bir durumdan ötürü. Fazıl sahneden fark etmiş. Tepkisini de konserden birkaç gün sonra bana telefonda dile getirmişti. O zaman anlamıştım, Fazıl’ın duygularıyla yaşayan ve bunları her ne olursa olsun dile getirmekten çekinmeyen halini.
Bozulmadım diyemem ama benim için duygularını konuşarak ifade eden insanlar samimidir. Asla korkulmaz. Sadece ‘nev-i şahsına münhasır’ kontenjanından, olduğu gibi kabul görür bünyemde.
En son hava alanında rastlamıştım az konuştuk. Aradan birkaç hafta geçtiğinde ise twitter çıkışlarını görür oldum. Fazıl, açıklamalarının pimini çekip çekip patlatıyordu. Sonra arkasından büyük tartışmalar.
Göbeğin kaşınmasına kadar dayanmıştı olaylar hatırlayacaksınız.
Son günlerde yine açıklamalarını demlendirip kaynayan çaydanlığı olduğu gibi ortalığa bıraktı.
Sus diyenlerden, sabır bekleyenlere kadar empati yoksunlarının açıklamalarını gördüm.
Sonra “bırakınız konuşsunlar” tadında ama aklı-selim bir yazı Hıncal Uluç’dan geldi. Uluç; Say’ın düşüncelerini ifade etmesinden yana olduğunu ve engellenmesinin neden mantıksız olduğunu güzel kaleme almış.
Buraya kadar bana göre her şey sıradan. Ne Fazıl’ın açıklamalarına şaşırıyorum ne de konuşmaması gerektiğini düşünüyorum.
Beni asıl şaşırtan Fazıl’a rol biçenler.!
Onlara bir sorum var.
Fazıl Say, Fuzuli mi?
Yani illa müzisyen diye O’nda niye Fuzuli sabrı ve derinliği bekleniyor?
Asıl bu çok saçma!
Sövmek istiyorsa ‘yok illa böyle söyleyeceksin, büyük sanatçıya yakışmaz’…
demek samimiyetten çok uzak.
Kutsallaştırmaya meraklıyız yani!
Say bile kendini ‘kutsal’ görmeyip doğal davranırken bu samimiyetsizlik niye?

O yüzden bence saydır Fazıl Say, diyorum. Samimiyetsizlere inat, kırk yıldır aynı türküyü söyleyen komplekslilere inat!
Belki bu sayede ‘tahammül’ denen kelime sadece sözlükte değil, hayatımızda da yer bulur.

****

Muhafazakar medya ya da kaplumbağa!

Geçen hafta çok hatırlı tanıdığım bir işadamı, dost meclisinde medyanın haliyle dalga geçiyordu.
‘Asıl rekabet şimdi başladı, aynı noktada herkes. Buyurun yayına’ diye.
Gülmedim desem yalan olur. Bir yandan AKP’nin iyi icraatlerine bakıp diğer yandan medya ahvaline bu kadar takılmaları gelecekte yine en çok onları düşündürecek.
Masadaki ortak görüş de bu yöndeydi.
Çeşitli argümanlarla herkes muhafazakar medyanın dönüşümünün ağır olduğunda birleşti.
Hepsi için konuşamam çok yetenekli tanıdıklarım da var. Ama medya konusunda, yetiştikleri zemin itibariyle abartma ve yermeden kaynaklanan çekinceler- ellerindeki propaganda için; ‘birileri kullanım klavuzu versin’ demek isteği uyandırıyor.
Yani mevcut durumda; partisi tur bindirirken, medyası kaplumbağa!

9 Ekim 2011 Pazar

‘FOTO’-SENTEZ!!!

Olayı sadece fotoşova dönüştürenlere soruyorum.
Sahi siz neden bu kadar korktunuz bu fotoğraftan? Vicdanınıza mı çarptı? Neden gözünüze sokulmasından rahatsızsınız?
Yaşam hakkı elinden alınmış ve yaşarken saygının zerresini bile görmemiş bir kadının, ölüsüne saygı saçmalıklarına inanıyor musunuz gerçekten?

O zaman fotoğrafı olmayan başka örnekler var.
Hatırlıyor musunuz?

**
Doğru düzgün ‘baba’ bile diyemedikleri, ‘o insan’ diye andıkları adamdan dünyaya gelmişler.
Olmaz olsun!
Demek kolay.
Şiddete meyyali doğuştan gelen bir 'baba' var ortada!
Artık hapiste geç de olsa!
Ama anne mezarda!
Sözünü ettiğim kişi; Ayşe Paşalı. Kocası tarafından yıllarca şiddete maruz kalıp, defalarca emniyete şikayette bulunup korunamayan kadın.
Kocası 'karımı seviyorum' deyince serbest bırakılmıştı. Aradan geçen bir kaç yıl içinde ise öldürmüştü Ayşe Paşalı’yı.
Yayınımda 'annemi koruyamadılar' diye isyan etmişti Burcu..
Aradan aylar geçti. Ne ailenin derdine derman var!. Ne de Habertürk’ün önünde eylem yapmayı bilenler ellerinden tutuyor!!

Yaklaşık 10 ay önce yayında demiştik; söze gelince- ''kadınlarımız çok önemli, şiddete tabii ki hayır, karşıyız sloganlarını bırakın.
Alın size bir mesele tutun ucundan örnek olsun'' ama kime?
Ne açıklayan ne de duyan var!
Söz kadınlara gelince sağır kulaklar var. Duymuyorlar.!
Ama çıkacak yeni yasa gereği, yayınları sansürlemeyi dört gözle bekleyenler var!
Siz gösterilmesini engelleyince kimse ölmeyecek çünkü! Gözden uzak olan gönülden de uzak olur misali..
Üstünü örteceğiz.
Aslıdna üstü örtülüp uyuyan da biziz!

Alın size başka bir olay daha!
Nerden tutarsanız elinizde kalacak bir konu!
İsmini yazarken benim ellerim titredi ama o kararı verenlerin ne elleri, ne yüreklerinden ses geldi.
Çağla Arin...
İzmir'den, Urfa Harran Üniversitesi'ne doktor olmaya gelmiş, öğrenciydi. 2008'in Mart'ında 47 yerinden bıçaklanarak öldürüldü.
Yalvardı katiline 'nolur yapma' diye dakikalarca mücadele etti. Ama katili ne geleceğini düşündü, ne de yalvarışlarını duydu Çağla'nın.

1,2,3,4, demedi.....20,21,22,23 durmadı.....30,31,32,33, vurdu......41-42-43-44-45-46 ve 47 boğazını kesti!

Bencil, hastalıklı bir aşk- ki buna aşk denirse! kendisine cevap alamayınca Çağla Arin'in yaşam iradesini deldi!
'Ya benimsin ya da hiçbir şeysin' diye diye arkadaşının gözü önünde öldürdü Çağla'yı.
Katil, 22 yaşındaki Hüseyin Zengin de aynı üniversitenin öğrencisiydi.
Aradan geçen 3 yıla yakın zamanda ne oldu biliyor musunuz?

Aşkına karşılık vermeyen okul arkadaşını 47 bıçak darbesiyle 'kesen' Hüseyin'in cezası ''geleceği düşünülerek'' indirildi!!!.
Başkasının geleceğini gözünü bile kırpmadan düşünmeyen Hüseyin'in, geleceği yasalara emanet oldu!
Bu gerekçeyi çıkaranlara, altına imzasını atanların vicdanına yazıldı onun geleceği!
Bana sorarsanız bıçak darbesi aslında 48 etti!
Sonuncusu sistem eliyle atıldı!

Bitti mi?
Ne mümkün!

Bursa Emniyet Müdürü ile canlı yayında tartışmama sebep olan Bursa'daki Sevgi'nin hikayesi var.
Biz canlı yayında sorduk diye Emniyet Müdürü ayar vermeye kalktı. Toplumu ilgilendirmezmiş meğer detaylar.
'Ne ilgilendirir toplumu?' diye sordum.
Bir hikaye anlatacaksanız- adama demezler mi? Ya tam anlat- ya da çek git diye!
Hiç mi yayın görmedik!
Ama yine sansür kafa devreye girdi!
Bu arada, O da Emniyet'e gidip korktuğunu söyleyip, şikayetçi olmuştu!

Aylar önce demiştim. Bir haber çıktığında ayağa kalkanlar; ‘söz kadınları korumaya gelince kulağınıza, gözünüze ne kaçıyor?’ diye, ses gelmemişti.

En son Habertürk gazetesi öyle bir fotoğraf yayınladı ki; seyredenler nereye saldıracaklarını şaşırdılar.
Utanmadan Habertürk’ü kapatma ihtimalini yazanlar oldu.
Ama kadın konusunun yanından bile geçmediler.
Niye geçsinler ki?
Onların gündemi; hangi gazetenin genel yayın yönetmenini kovdurursam acaba beni almak zorunda kalırdan öte değil ki!

Tekrar soruyorum; 'fotoşov' aslanları, sizin vicdanınızdan ses geliyor mu?

23 Eylül 2011 Cuma

LA FURTUNA 7

"Kaçabilen canını kurtarır"

Yılların iç güveysi damadı, Şeyh Rüstem’e getirildiği günü hatırladı.
Rüstem, İsmet’e sahip çıktığında ailesi çoktan ölmüştü. Ari’ydi adı. Siyah şapkasıyla getirmişlerdi. Çarşıda Rüstem’in karşısına çıkardıklarında ‘temiz yüzlü-mesleği var’ demişler. Şeyh, tek şart koşmuş. ‘Müslüman olacak, ismini de değiştirecek’.. Ari olmuş- İsmet.
Esnaf Rüstem’e şaşmış. ‘İsmet Paşa’yla kavga etti, dinletemedi kendini, yanındakini İsmet yaptı.’ diye çarşıda konuşulur olmuş. Şeyhe yakışıyor mu hiç diyenler epey kalabalıkmış.
Rüstem, Ari’yi görünce İsmet İnönü’ye benzetmiş bakışlarını. Düşünmeden Ari’yi, İsmet yapmış. Kaderini değiştirmiş Ari’nin..
Şeyh, kendi kızıyla da evlendirmiş çaylak Ari’yi.
İsmet’in başka sevdiği varmış ama içinde saklamış. Ne kızın ailesine açılabilmiş mevzuyu, ne de korkudan Rüstem’e anlatmış. El mecbur Sümbül’le evlenmiş. Hiç sevememiş karısını. Önceleri akşam olduğunda dokunmak bir yana, köşe bucak kaçıyormuş karısından. Ne zaman içse- o zaman zar zor vazifesini görüyormuş.
Ensar da, babasının içtiği gecelerin birinde düşmüş ana rahmine.

***
İsmet masada çoktan toprak olan karısını hatırladı. Her şey daha dün gibi tazeydi ona. Bir yanıyla utanıyordu, vicdanı sızlıyordu. Başka bir yanı içinde sildiği Ari’yi hatırlatıyor zalimleştiriyordu içini. Eski görüntüler yine kafasında canlanıyordu;
***
Sümbül’ün içindeyken sevdiği kızın adını sayıklardı. Sümbül, duyardı ama ses etmezdi. Çok sevmişti İsmet’i. Teni- tenine değdiğinde, dudakları dudaklarınla buluştuğunda, eli isteksiz de olsa göğüslerini sıktığında inlerdi altında Sümbül. Erkeği sevmese de, kadınlığını yaşatıyordu. Sümbül’e dokunmak istemeyen İsmet’in içini ise iki kadehten sonra şehvet sarıyordu. Sümbül’ün inlemelerini kulağında duymaya başlar, kadehini bırakıp Sümbül’ü odaya çekerdi. Ev kalabalıksa en kuytu köşeyi bulurdu. Önce ısırırdı Sümbül’ü, sevdiğine gidememenin hırsı olurdu o ısırıklar. Sümbül anlardı ama tepki vermezdi. O da ellerini İsmet’in saçlarına dolar, kafasını bastırırdı. Razıydı bu hırsı çekmeye. İsmet her seferinde sanki büyük nefretle yapışırdı Sümbül’ün dudaklarına sonra her nasıl oluyorsa zevkle içinde kaybolurdu. Nefretiyle şehveti arasında bir yerin bağımlısı olmuştu. O yüzden daha da nefret ediyordu ondan. Ayıkken dokunmak istemediği sevmediği karısıyla, gece çökünce sarhoş olup zevklerin en tutkulusunu yaşıyordu.

Ama bu zevkler öyle evlenir evlenmez başlamamıştı. Evlendikten tam 5 yıl sonra kimsenin olmadığı bir gece keşfetmişlerdi kendilerini.

Bir gece Ensar, dedesiyle akrabalarına gitmişlerdi, geceyi akrabalarında geçireceklerdi. Sümbül, İsmet’in sofrasını hazırlayıp kenara çekilmiş örgüsünü örüyordu. Şeyh Rüstem kızına yasaklamıştı, kocasıyla aynı içki masasına oturmayı. Damadına söz geçiremeyince kızına buyuruyordu. Kızı da, korkusundan babasının sözünden çıkamıyordu.
O gece oturduğu minderden arada İsmet’i izliyor ama o bakınca hemen gözlerini kaçırıyordu. Birkaç kadehin ardından içkiyi fazla kaçırdı İsmet. Her zamanki gibi başlamıştı. Ama Rüstem’in yokluğundan faydalanıp daha çok içiyordu.
Sümbül’ü yanına çağırdı, karşısına oturttu. Bardağını içkiyle doldurup içmesini istedi. Sümbül karşı çıkınca, İsmet sesini yükseltti, elini masaya vurdu. ‘Hayatında bir defa ayakta da kadın ol.’.. İsmet bağıra bağıra küfürler, hakaretler yağdırıyordu. Sümbül içinden ‘allahım sen affet’ diyerek kadehten bir yudum aldı. İlk kadehten sonra bir sıcak bastı gözleri karıncalandı. Masada duran pakete uzattı elini, bir sigara yaktı. İsmet, karısının sigara yakışına şaşırdı. Sigarayı sormadan alıp yakmasından etkilendi. Sümbül’ü izlemeye başladı. Masada konuşmuyorlardı. Sümbül bir yudum kadehten içiyor, bir nefes de sigarasından çekiyordu. Şarap her yudumdan sonra Sümbül’ün vücudunu yumuşatıyordu. Yıllarca kendini sıkan kadının bütün telleri gevşeyip, bakışları değişti. Kocasını arzuluyordu. Söylemeye cesareti yoktu. İsmet’in var gücüyle onu kavradığını hayal ediyordu sadece.
İsmet kadehinde kalan son yudumu içti, bir sigara yaktı. Kadehini doldururken Sümbül’den hırkasını ve baş örtüsünü çıkartmasını istedi. Sümbül’ün elleri titredi. Konuşacak oldu ama İsmet; gözlerini üstüne dikince, Sümbül üçüncü kadehine hırkanın içine giydiği askılı atletiyle, baş örtüsünün altından çıkan fındık kabuğu rengi saçlarını da salarak devam etti.
İsmet’in kayan gözleri ona başka bakıyordu. Hiç böyle bakmamıştı karısına daha önce. Hiç yatak odasının dışında arzulamamıştı onu. Sümbül oracıkta her şeyi yapmaya hazırdı. Kalkıp kocasının kucağına oturmayı, dudaklarına yapışmayı çok istiyordu ama yerinden kıpırdayamadı. Öylece dona kalmış, İsmet’den bir hamle bekliyordu. İsmet kadehini bıraktı ayağa kalktı. Plağa koyar koymaz Sadettin Kaynak’ın ‘bir rüzgardır gelir geçer sanmıştım’ çalmaya başladı. Karısının elinden tuttu, dans etmeye başladılar.
Kollarının arasında çok sevdiği kadını yoktu. Hayalindeki ilk danstan çok çaresizce bir sığınış vardı. Sümbül kocasının ayaklarına uymaya çalışırken takılıyordu. İsmet’le göz göze gelemiyor, kafasını sağa sola çeviriyordu. Kendini ne İsmet’e, ne de dansa bırakabilmişti. Dans ederken göğüslerini kocasına yapıştırmalı mıydı, yoksa daha mı mesafeli olmalıydı?
Durumdan rahatsızdı ama başka türlüsünü de bilmiyordu.
Bir kadın ne yapar bilmiyordu.
En son Eyüp’te, Fırıncı Tahir Sofuoğlu’nun sinemasında bir film izlemişti. Tecavüze uğrayan köylü kızının halleri vardı filmde ama tam anlayamamıştı. İkinci defa izlemeye gittiğinde ise mahallenin yaşlılarının fetvasıyla film sinemada artık gösterilmiyordu.
Annesini hatırladı. Ama O da babasının gerisinde yürürdü. Bir gün kadını görememişti annesinde. Daha çok evin anasıydı, kadınlığından vazgeçmişti.
Sümbül bütün korkularına rağmen kocasının gözlerine çevirdi bakışlarını. İsmet de hiç vakit kaybetmeden dudaklarını karısının dudaklarına yapıştırdı. Saçlarını okşamaya başladı. Ama İsmet onu bir kez bile böyle öpmemişti. Bu gece İsmet dudaklarını emiyordu. Şehvetle ısırarak dudaklarını içine çekiyordu. İsmet karısını yavaş yavaş soydu. Şarabından büyük bir yudum ağzına alıp dudaklarını Sümbül’ün dudaklarına getirdi. Ağzındaki şarabı öylece öptüğü yere bıraktı. Sonra diliyle şarabı Sümbül’den içmeye başladı. O gece salonun orta yerinde saatlerce seviştiler. Hayatlarında ilk kez yerde ve şarapla seviştiler. İkisi de her an bir yudum alıyor ağzındaki şarabı ya diğerine sunuyor ya da içiyordu. İlk kez o gece zevk almışlardı birbirlerinden. Artık Şeyh Rüstem’in her uzağa gidişi onlara başka bir fırsat oluyordu. Birbirleriyle konuşmadıkları gizli anlaşma gibiydi. Rüstem ne zaman ‘yarın yokuz torunla bir gün filanca akrabada kalacağız’ dese ertesi gecenin nasıl olacağını ikisi de bilir, iple çekerdi. Ev ahalisi bir yere gitmemişse; kimi zaman Sümbül hastayım der erkenden odasına çekilirdi. İsmet’de ona bakma bahanesiyle yanına sokulurdu. Yatağın altından çıkardıkları şarabı içmeye başlarlardı önce. Sonrada birbirlerinin olurlardı. Sümbül’ün hastayım dediği akşamlarda ise torununa Rüstem bakardı.
Yıllarca içlerine bastırıp, vazgeçtikleri ne varsa geceleri çıkardılar. Güneş doğana kadar her şey başkaydı.
Ama Sümbül her sabah kalktığında kendine aynı şeyi tekrarlıyordu; ‘geceler kocamın kalbine sevgi koymaya yetmedi’. diyordu. Sümbül çok seviyordu kocasını ama İsmet zevke tutulmuştu.. Bir süre sonra da bağımlı oldu. Gidip dokunmak istiyor, içinde olmak istiyordu karısının. Ama gündüz yine senelerdir hor gördüğü Sümbül oluveriyordu. Gecelerin fındık kabuğu rengi parlayan saçları, gündüz baş örtüsünün altına gizleniyordu. İki kadeh içtiği şarapla parıldayan, şehvetle çağıran gözler- gündüz mahsunlaşıyordu. Gündüzü olmayan ilişkileri vardı.
***
İsmet masada oğluna bakarken; hatırladığı gecelerin vicdanında yara açtığını biliyordu ama
ne yaşarsa yaşasın içindeki öfke dinmiyordu.
Ari’yi bırakalı uzun zaman olmuştu ama hala içinde bastırıyordu o küçük çocuğu. Akşamları içmezse, içine gömdüğü Ari çıkıyordu. Yüzleşmek istemiyordu. ‘beni niye bıraktın?’ sorusuna verecek cevabı yoktu. İçki ve Sümbül’le geçirdiği zevkli dakikalar uyuşturmaya yetmişti yıllarca İsmet’i. Ama Sümbül öldüğünden beri elinde içkisinden başka meyhaneci Sami bir de arasıra meyhaneye uğrayan liman kızları vardı.


devam edecek...

*****

22 Eylül 2011 Perşembe

KAÇ 'ADET SALAK' ?

Henüz ilkokula gidiyordum. Birkaç sene önce rahmetli olan öğretmenim daha o günlerde tembihlemişti. “Pazardan domates almıyorsanız ya da eşya alıp-satmayacaksanız; kilo, tane ve adeti cümlelerinize maydanoz etmeyin!
İnsana dair bir şey anlatıyorsanız; bu üçünden uzak durun! Samimiyeti bıçaklamayın!” derdi.

Gelelim bunun haber versiyonlarına…

1 adet uçak …. açıklarında kayboldu veya Allah korusun ama 1 adet uçak düştü.!!
Doğrusu; 1 uçak düştü.. (çünkü insan taşıyor, duygusu var!..)
1 adet gemi….. 1 tane araç.. vs..
Yani insansız çalışması mümkün olmayanlar genelde cümle içinde nitelikleriyle ve şahsiyetleriyle yaşarlar.

Bir de insanı iplemeyen çeşitler var. Mesela; domates, patlıcan, fasulye soyu, insan olsa da- olmasa da buradalar. Dolayısıyla adet ve tanelerle hayatlarına devam edebilirler.
*
Bir çatışma, kaza v.s. olduğunda ise insan, asker, terörist, çalışan, kadın, erkek vs.. öldüğünde, yaralandığında taneyle olmaz, adetle sayılmazlar! İnsanlar!..
Zannetmeyin ki; sadece siyasiler bu tarz hataları konuşmalarına katıyor. Ekranlar, akşama kadar aynı hatayı yapan acemilerle dolu.
Bunların içinde artık komik duruma düşmekten öte geçen başka bir söylem daha var.
‘Vefat’!
Sadece İslami literatürden gelir ve terminolojiktir. Amerika’dan George ya da Almanya’dan Hans, müslüman olmamışlarsa, hayatını kaybetti ya da yaşama veda etti gibi ifadelerle anılmaları gerekir.
Yani yaşamını kaybedenler, vefat edemezler.
Bu konuda iki kitap okuma zahmetine katlanmadıkaları için- çam devirmenin artık normal karşılandığı bu günlerde- böyle çamları devirenler artık bizden değildir,
ehli değildir.
****

AHLAKSIZ “OSCAR”!!!
‘Ahlaksızlık nedir?’ diye sorulsa; kendimce bir sürü şey sıralarım. Sonra biri gelip bu- bir sürü şeyi, başka başka fikirlerle çürütebilir.
Ama ben öyle büyük bir ahlaksızlık biliyorum ki; üstüne bütün dünya toplansa- bunu çürütemez, değiştiremez! yine de en büyük ahlaksızlık olarak kalır! Hatta ahlaksızlıklar Oscar’a aday gösterilse, kategoride dünyanın en kötüsü seçilir!
Neden mi?
17 Eylül’de Adnan Menderes için yaptığım özel yayına hazırlanırken, saatler süren ses kayıtlarıyla geçen gecelerimin devamı kabusla bitti!!
Evet senelerdir Adnan Menderes hakkında bir çok şey okudum, asılmış fotoğraflarını gördüm. Böyle bir durumu hayvanlıktan beter suçladım!
Ama ben sesleri duyduğumdan beri bunların da ötesine geçtim. Zaten mahkemeye gitmeden asılacağı belli olan eski başbakana oynanan tiyatroyu dinlerken insanlığımdan utandım!
Ama asıl; Aydın Menderes’in, Taha Akyol’la beraber yazdığı kitaptaki bir açıklama beni şok etti.
Bir ülke düşünün ki; astığı başvekilin- asılan ipinin parasını ödeme emriyle ailesinden istiyor.
Ahlaksızlığın dibine vurmuş eller; “ip parası” istiyorlar.
Üstüne ödeme emri gönderip, ‘ipin parasını ödeyin’ diye emrediyorlar.
Benim için bu yüzyılın en büyük ahlaksızlığı budur!

16 Eylül 2011 Cuma

LA FURTUNA 6

"Kaçabilen canını kurtatır"

Ensar’ın günü yoğun geçti, geleni- gideni bitmedi dükkanın. Yeni siparişler de ilerideki dükkanı tutmaya yetecek kadar para getirecekti. Üstelik daha yaz başlamadan işlerin birkaç haftadır bu kadar iyi gitmesi şaşılacak şeydi. Zamanlama ve şansının da yeni dükkanı işaret ettiğine iyice inanmaya başladı.
Akşam eve gelirken babasına bir şişe şarap aldı yoldan. Bazı akşamlar Sami’in meyhanesine takılırdı İsmet. Ensar ise babasına ne eşlik ederdi, ne de içmeyi severdi. Babasının içkisine her zaman karşı çıkmıştı. Hayatında ilk kez, kendisine tuhaf gelse de babasına içki aldı. O’nu içki alırken gören çırağı Hüseyin’in gözleri yerinden çıkar gibi kocaman oldu. Çırak daha ağzını açmadan- Ensar; ‘Babam her şeyinden vazgeçti ama içkisinden geçmedi. Sanki tutunduğu tek dal. Bazen benden daha çok sarılıyor içkiye. Vazgeçemiyor. her şeyden daha fazla sadık içkisine….’ Hüseyin bunun altında bir şey olduğunu anlayacak kadar iyi tanıyordu Ensar’ı. Hala şaşkındı, inanmadığı gözlerini kaçırmasından belliydi. Ensar dayanamadı; ‘bak Hüseyin yukarı taraftaki dükkanı istiyorum. Bizim için daha iyi olacak o dükkan. Daha çok büyüyüp zenginleşeceğiz. Babam daha dedemin yanına verildiğinde vazgeçmiş kendinden, şimdi vazgeçmek zorunda kalacağı çöp bile istemiyor’..
Hüseyin cevap vermedi. Bakkal Hasan’ın köşesine gelince sessizce biraz ilerdeki evinin olduğu sokağa yöneldi. Ensar haklı olduğunu düşünse de bir sıkıntı girdi içine. ‘Niye Hüseyin’e savunmak zorundayım ki’ diye düşündü.
Eve girdiğinde babası uyuyordu, mutfağa girdi. Sofrayı özenli hazırladı, annesinden kalan beyaz örtüleri masaya serdi. Babasının kadehini çıkardı. Güç bela şarabı açtı. Babasını uyandırmadan etraftaki plaklardan birini koydu. Sadettin Kaynak’ın; ‘Yadeller aldı beni’ en sevdiği bestesiydi. Önce bir cızırtı çıktı ama Ensar biraz kurcaladıktan sonra şarkı duyulmaya başladı. ’Yadeller aldı beni, taşlara çaldı beni. Yardan ayırdı felek, gurbete saldı beni. Yol verin geçeyim, dumanlı dağlar. Dağların, ardında nazlı yar anar ……... Yol uzun gurbet acı, dağlar var ara yerde’..
İsmet uyandı. Yatağından kalkmadan şarkıyı usulca içinden söylemeye başladı. Oğlu odaya girince şarkıyı hiç duymamış gibi sesini çıkarmadı, gözlerini kapadı. Ensar babasının omzuna dokundu; ‘baba bak senin plağı koydum. Sofrayı hazırladım. Sana sürprizim de var.’ İsmet yattığı yerden doğruldu. Gözlerini ovuşturup Ensar’a doğru baktı. “bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü dedenin sözüydü değil mi?’’
Ensar anlamamış gibi mutfağa tencereyi almaya gitti. Masaya geldiğinde öylesine sohbet açar gibi sakince cevap verdi, babasına.
“baba bugün işler çok iyiydi. Dükkanda ne var- ne yok sattık. Üstelik peşin. Yeni siparişler de aldık. Hakkımız değil mi kutlamak.’ İsmet’in yüzü güldü; ‘hakkımız elbet evlat ama dereyi görmeden paçaları sıvama bakalım sen. İş bu! iyi günü var, kötü günü var.’
Ensar babasından bu sözleri duymayı bu akşam hiç istemiyordu. ‘Bir kadeh şaraptan içsin hele, sonra tatlı tatlı anlatırım nasıl olsa’ diye geçirdi içinden.
***
Yemek sofrasında İsmet ikinci kadehini doldururken, Ensar konuyu açtı. “Baba bizim dükkan işlerimize küçük kalıyor. Daha büyük bir yere geçmemiz lazım.” İsmet uzun zamandır esnaftan duyuyordu Ensar’ın dükkanı kolladığını ama ses etmemişti. Böyle bir sohbetin geleceğine hazırlıklıydı. Oğlunun ne kadar inatçı olduğunu biliyordu, dedesinden beter damarı vardı. Bir kez kafaya koydu mu önünü alan olmazdı. Okulu da ani bir kararıyla bırakmıştı. İlk okuldan sonra onu okula ikna edememişti kimse. Meseleyi inada bindirmeden başka bir şeye inandırmak lazım bu oğlanı diyordu. Ensar’ı cevapladı; bence erken. Bu sene işler iyi gitti diye seneye de aynı şeyin olacağını bilemeyiz. Hele biraz daha geçsin sonra o kararı sen kendin verirsin. Ensar emin bir ses tonuyla; ‘ben o kararı verdim’ dedi. İsmet bu kadarını beklemiyordu. Ensar’ın gözlerindeki toy kararlığı gördü. ‘bak evlat orası bizim işimize büyük kalır, bir sene daha bekleyelim.’ Ensar hiç duymamış gibi devam etti;
-Biz beklesek ne olur, dükkan bizi beklemez!
-Başka dükkan çıkar.
-Ben işimi kısmete bırakamam. İnsanın kaderi kendi elinde. Biz hergün deli gibi çalışıp üretiyoruz. Kısmet mi getiriyor elimize veriyor biz otururken?
-Onu demiyorum. Biraz daha bekleyip görelim savaşın durumu bile belli değil. Buralardan gitmeyeceğimize garanti var mı?
-buralar bizim topraklarımız hiçbir yere gitmeyeceğiz!
-Deden gibi konuşmaya başladın. Daha doğrusu deden gibi emretmeye başladın. Sanki öldü sana bıraktı hay huyunu! İsmet ilk kez kararlı bir tonda azarlıyordu Ensar’ı. Şeyhin ona davrandığı kadar kararlıydı..


devam edecek....

11 Eylül 2011 Pazar

BİZİM GÖLGE 11

11... Tasavvufta birin bire yansıması... Kalbin mukabiliyle buluşması, ayna olması.. Hangi anlamı yüklerseniz yükleyin iki birin, tek bir olduğu rakam onbir..
**
11 Eylül!!
Birin biri parçaladığı gün.. Birin artık eskisi gibi olmadığı gün..
Dünyada herşeyin değiştiğini tarihlerle, rakamlarla bize mesajlarıyla anlatan gün..
New York'un on yıl sonra da acısını sıcak tuttuğu gün. Amerika'nın en karma, Birleşmiş Milletler gibi yaşayan kentinin kalbinin söküldüğü gün..
Binalardan sonra insanların da içinde birler- bire yansımıyor artık, arada boşluk var. Tıpkı binaların kendi yeri gibi bomboş.
Bizim meşhur lafımız vardır ya; her büyük olay için 'bin yıl sürecek' vesselam deriz! Kendimizi abartırız. Ama asıl bin yıl sürecek olan kırılma 11 Eylül'dür.
Peki biz ne diyoruz? Yani hükümet olarak da, kimi aklı selim diye bildiğimiz açıklamalar da 'efendim bu terör belasını biz senelerdir çekiyoruz, Amerika'yı en iyi anlayan ülkelerdeniz vs' gibi samimi olmayan açıklamalarımız var.
Evet biz terör konusunda çok acı çeken bir ülkeyiz ama aynı zamanda problemi de çözmeyen, aynı ülkeyiz. Doğunun erteleyen alışkanlıklarını bırakamayan, batılı gibi düşündüğünü sanıp doğulu gibi davranan bir yeriz. Sentez fakiriyiz!
Bana sorarsanız burada birin, bire hiç ulaşamadığı gölgeler gibiyiz.
***

RENKLİ TV!
Hatırlar mısınız? 90'lı yıllarda hayatımıza şarkıcı, oyuncu, manken kontenjanından bir çok isim girmişti. Gazete, televizyon nereyi açsak onlar vardı karşımızda! Sonra arkasından başkaları da türedi. Madem bu kadar kolaydı, 'ben de yapabilirim' diyenler vardı. Bir açılıp, pir açılıp yakalanmalar mı istersiniz, defilede 'kazaran' memesi açılanları mı? Skandallardan- skandal beğen dönemiydi.
Aradan beş-altı yıl geçti. Bu isimlerin yerinde yeller esmeye başladı. Öyle bir dönem geldi ki; yolda görsek hatırlayamaz olduk. Kalıcı olanları ise bir elin parmaklarını geçemedi. Çoğu rüzgar gibi gelip-geçtiler.
Niye mi söylüyorum?
Acun'un yarışmalarına baktıkça aynı filmi görüyorum da ondan.
Sadece Acun'un yarışmaları mı?
Haksızlık olur.
Ama 90'lardan farklı bir dönem olmadığını biraz dikkatli baktığınızda siz de göreceksiniz.
Bugünün isimlerini not edin. Yanlarına isterseniz yorumlarınızı da katın. Çok değil, beş yıl sonra yüzde 90'nın olmayacağını şimdiden garanti ederim.

***

Ehliyet, ruhsat!

Bizim bazı köşe yazarlarını 10 dakika dinleseniz, zannedersiniz ki dünyada her şeyi ilk onlar keşfetmiş. İlk onlara fısıldanmış herşey vahiy gibi! Ve bütün dünya da sanki onlardan esinleniyor. Garip bir aşırı özgüven ve deli gibi halleri var televizyonlarda. Ezberlediği replikleri anlatıyorlar ama söyledikleri hep aynı.
İyi yazaların ise çıkıp bağıra bağıra anlatmak gibi bir dertleri yok zaten yazıyorlar.
Düşününce keşke köşe yazarlığı ön sınavı gibi bir standardımız olsa!
Ne bileyim adam gibi bir basın konseyi olsa! ve belli bir entellektüel birikime ve alana göre ehliyet verse mesela? BM raporları gibi yasal bağlayıcılığı olmasa ama önemli olsa, önemsense mesela!
Ve sorulabilse; “ehliyet, ruhsat!” diye!..

3 Eylül 2011 Cumartesi

AKILSIZIM AMA ÖZRÜ YOK!

Akılsızlığın özrü olmaz derler. Bazımız bunu çok iyi biliyor olmalı ki; ısrarla karşıdan özür bekliyor...
Ama önce biraz daha geriye gidelim.
Türkiye ve İsrail arasında 'özür üzerine' kilitlenen kriz için Davos'a bakmamak olayın üstünden hiç geçmemiş olmaktır.
Mottosu 'one minute' olan krizi yine kötü yönetmiştik ama uluslararası platform işi bize bırakmayıp olayı, durumla hiç alakası olmayan bir moderatörün üstüne atmak zorunda kalınca kriz çözülüvermişti..
O dakikalarda yayında olduğum için gerginliği, en baştan belli olan toplantının elektiriği geldi-geliyor havasındaydı.
Şans eseri iş bize bırakılmadan orada çözülüverdi.
Bugün gelinen 'özür' gerginliğinde ise BM raporuna 'yok hükmündendir' diyebilecek kadar kör ve sağır olmayı kabul edebiliyoruz.
Özür bekleyenlerin duvara asması gereken bir rapor. Rapor harika olduğu için değil. Yönetilemeyen krizin belgesi olduğu için.

Peki İsrail özür dilemezse bizim için hayat mı bitecek? Sonra da özür dilemedin bak seni cezalandırdık durumuna mı düşeceğiz?
Yaptırımlarını bir özür adı altında toplamaya çalışan beceriksiz bir politika bu! Madem haklı olduğunu biliyorsun yaptırımlarını en baştan koyarsın, özür dilerse kaldırırsın!

Bence özrü ilk dilemesi gereken Türkiye dışişleridir. Bu işi kötü yönettiği için bizden dilemelidir.
Oraya gönderilmesine izin verdiği ve devlet olarak gitmelerini engellemediği için o insanlardan ve yakınlarından özür dilemelidir.
Devlet olmanın gereğini yerine getiremeyip vatandaşlarının hayatını tehlikeye attığı için özür dilemelidir.
Türkiye Dışişleri böyle bir krizi öngöremediği için asıl kendi halkından özür dilemelidir.
O dönem gemiye binmekten son anda vageçen yedi vekil kimse onlar çıkıp niye vazgeçtiklerini anlatmalıdır!
İsrail'e yaptırımlarını en baştan uygulamayan ülke Türkiye önce kendine bir bakmalıdır.
BM raporunun bağlayıcılığının bulunmadığını açıklamak bugün kimseyi kurtarmaz sadece güldürür.
***

HASTA BAYRAM!
Arkadaşlarımın ve herkesin bir yerlere gittiği bayramı evde hasta geçirmek de varmış.. Grip mi, nezle mi? Ne olduğunu anlayamadığım hastalık bitmek bilmedi. Meğer klimalardan geçiyormuş. Aman dikkat!
Evde vakit geçirince haliyle herşeyden anında haberdar olup, onlara kendi aralarında sıralama bile yaptırabiliyorsunuz. Benim için bayramın en büyük bombalarından biri; Metiner'in ses kasedinin ortaya çıkmasıydı. Seneler önce başka kanattan yaptığı açıklamalarmış. Ne diyim sana da geçmiş olsun Mehmet abi.
***

HÜLYA 'KAVŞAK'!
Twitter'da, Avşar ve Köse arasındaki kavga ortalığı ayağa kaldırdı. Sonunda Hülya pes edip 'bye' dedi. İlk kavşakta Twitter'dan çıktı yani. Sağlam bir sinir sistemi isteyen twitter'ın verdiği son kurban Avşar, bugünden sonra varlığını hangi sosyal medya platformunda değerlendirir bilmiyoruz ama keşke bulduğun gibi bıraksaydın Hülya!

18 Ağustos 2011 Perşembe

SESSİZ BA’ŞŞŞ’KAN..

Fikir benden değil, Beynelmilel filminden. Çok sevdiğim dostum Sırrı Süreyya Önder kaleme almıştı. Yöresel müzik düşmanı, 'medeniyet mimarları' sivil olmayan yönetimin enternasyonel müziği- zorla, vatandaşın kafasına vura vura çaldırma girişimlerini, mizahı kuvvetli bir senaryoyla anlatmıştı.
Filmi seyrederken olanlara acı acı gülmüştük.
Bir sahnede ise ‘hele loy loy...’un davulla çalınması isteniyordu. Davulcu ‘yasak’ diyor, karşı çıkıyordu ama en sonunda araya girenlerin ısrarıyla davula havlu sarılarak sessizce çalınıp söyleniyordu ki; haliyle 'yetkililerin' tepkisini çekti. Hiyenin sonunda ise enternasyonal müzik macerası ele-yüze bulaştırılmıştı.

Beyoğlu Belediye Başkanı, Misbah Demircan’ın son icraatleri- bana bu filmi hatırlattı. Çünkü artık Beyoğlu sokak müzisyenleri de enstürümanlarını havluya saracak hale geldiler.
***
İki sene önceydi.. Misbah Demircan yayınıma gelmişti ve daha o gün e-mail yoluyla gelen eleştirilerle yüzü düşmüştü programda. Yayından sonra nerdeyse kaçarak gitti stüdyodan. Kuledibi’nin düzensizliğini eleştiriyordu gelen sorular, Cihangir’in sorunları soruluyordu. Okulun yanında gürültülü içki satan yerlere dikkat çekiyordu izleyicilerimiz.
Hiç birini kabul etmemişti. Ki Cihangir’de oturan ben, bildiğim için bizzat yayında karşı çıkmıştım...

Aylar geçti malum sergide çıkan olaylarda ses tellerinden herhangi bir tını duyamadığımız Misbah Demircan, yasaklarını birbirine ekledi.
Önce, Asmalımescit’te sandalyeler kayboldu sonra sıra sokak müzisyenlerine geldi. Ben bu yazıyı yazarken sıradakini bilmiyorum. Ama, bu uygulamalarda siyah ya da beyaz yaklaşımıyla hareket edilmesini şaşkınlıkla izliyorum.
Evet Asmalımescit’te masalara biz düzenleme getirelim ama bütün hepsini kaldırıp- pireye kızıp yorgan yakmayalım!
Ara bir formül bulalım.
Sokak müzisyenlerinden belki birisi bir şey yaptı diye- (ki ne yapmış olabilir onu hiç anlamış değilim.) müzik mahrumiyeti yaşatmak ne derece akılsal hala çözemiyorum?

Müzikle değil gürültüyle mücadele ettiklerini söyleyen Demircan’ın inandırıcılığı için başka önlemler çok önem kazanıyor tam burada.
Mesela; Cihangir ve civarında gecenin bir yarısı- sokak arasından arabasının teybini sonuna kadar açıp- geçen arabaların müzikleri ne olacak?
Gecenin bir yarısı- o araba müziğiyle uyanmaktansa kapıda konser olmasını tercih edenlerdenim.
Örneğin; okul yanı ve evlerin, yaşamın olduğu mahalle aralarında içki satan bazı bakkalların yirmi dört saat açık olması ne olacak?
Karşı değilim ama gece yarısı şişe gürültülerinden tutun da, içki almaya gelen gürültülü insanların yeri Taksim-Beyoğlu merkez yerler olmalı, ara sokaklar değil.
Son olarak gece yarısı ve sabahın köründe mahalle aralarında korna çalınması konusunda ne yapmayı düşünüyor?
Adam bir anda basıveriyor kornayı yolda, yataktan sıçratıyor.

Gürültünün paşası- eğlence yerlerinde, merkezde değil. Evlerin olduğu ara sokaklarda, mahallelerde!!!





Pili, prezentabı bitmiş gazetecilik!

Hatırlayan çok olur, iş ilanlarında ‘prezentabl eleman aranıyor vs’ yazardı. Altına da istenilen özellikler dizilirdi.
Hala o iş ilanları ciddiyetle var.
Şunu bilecek… şu mezunu olacak, 10 parmak yazacak v.s..
Dalına göre, işine göre özellikleriniz, olmazsa olmazlarınız şart!
Örneğin muhasebeci olmak için hesap bilmek lazım, pilot olmak için ciddi bir eğitim ve aynı zamanda sağlıklı, dirençli bir fizik gerekiyor.
Bir de eğitimli değil ama alaylı olmak var.
Mesela boyacı, usta-çırak ilişkisinden doğuyor, alttan yetişiyor. Yani bir gün öylesine eline fırçayı alıp duvar boyamaya başlamıyor.
Moda tasarımcılığı deseniz hem eğitim, hem yetenek.
Terzilik zaten ustasız mümkün değil..
Aklınıza hangi meslek gelirse gelsin muhakkak bir okulu-eğitimi ehliyeti ya da ustası var.
Bırakın şirketleri, lağım temizlemeyi bile kafanıza göre yapamazsınız. Onun da bir prosesi var. Belediyeye başvuracaksınız, size öğretecekler v.s vs. Bir günde çöpçü de olunmuyor.
Hayatın şartları böyle..
Buraya kadar her şey normal. Hayat zaten böyle bir şey.
Benim itirazım kendi mesleğimin kritersizliğine!
Çünkü bir günde ‘olunan’ tek meslek!
Şaka falan değil.
Biri isterse bir günde gazeteci oluverirsiniz.
Bir düşünün.
Hangi okuldan mezun olmak gerekiyor, kim eğitiyor ve ya kim ne diyor?
Hadi ondan vazgeçtim. Yetenek vardır, ve çalışarak gerçekten karşılığını almaya başlarsınız.
Ama o da bir günde değil!!!

Bizde ise patron veya müdür yoldan birini çevirse ‘gel kardeşim sen bugün işe başla’ dediği andan itibaren, artık gazeteci!

Peki THY, Pegasus veya Air France herhangi bir adamı ‘gel kardeşim sen artık pilotsun’ diye oturtsa ne olur düşünebiliyor musunuz?
Aynen!
Gazeteciliğe de olanlar budur!

İzzet Çapa’yi çok severim, istediğini yapmasının hiçbir sakıncası yok. Ama onu ciddiye alıp ‘gazeteci’ sınıfına sokanlara itirazım var.
Lerzan Mutlu’nun ciddi ciddi röportajcı olduğunu zannedenlerin artık üşüttüğünü düşünüyorum.

Pili, prezantablı bitmiş başka bir gazetecilik varsa ben blogcuyum, yazarım, televizyoncuyum, Baharım ama gazeteci değilim..






17 Ağustos 2011 Çarşamba

“BARIŞI SATMAK, YAVRUM, ZORDUR”..



‘Şimdi, hemen başlayacağım ve sana bu hayalleri neden gördüğümü ve savaşı durdurmanın neden bu kadar zor olduğunu söyleyeceğim. Bu daha çok madeni paranın paslı yüzü, caymanın sundurması, ve iyi iş görmez, hiçbir zaman görmedi, çünkü barış için heyecan duymak zordur.
Ya da iman etmek, ya da seksüel yaklaşmak, ya da bayrağın ucuna bağlayıp sallamak, ya da her neyse…
Sözcükleri sen döşe; ben yorgunum. Yani, padre, barış Pazar çanı kadar yatıştırıcıdır.
Barış için ulusal marşlar yazılmaz, kızlar önünde barış için soyunmaz, hiçbir zaman görmeyeceğin kentler ve sular ve tepeler ve günbatımları ve fahişeler görmezsin, yabancı bir kentte bilmediğin bir dilde sarhoş olmazsın ve valinin karısını çimdiklemezsin kaybedecek hiçbir şeyin olmadığı için.
Savaş sanat bile yaratır…
Savaş olmasaydı Hemingway şişman ve osuruklu bir matadorun pembe gözlü şarapçı picadoru olurdu. Savaş ona batı yarıkürenin şaşı yarasalarına bir peri masalı uydurması için altın kapıyı açtı. Barışı pazarlamak, yavrum, zor.
Neden, neden, neden, kahretsin, neden?
Kalafatını ayarla, anlatacağım...
İnsanlar barışın ne olduğunu bilmiyorlar çünkü insanlar(çoğunluk) sözde barış zamanında bile barışa hiç sahip olmadılar….’


O, bu satıları seneler evvel sokaklarda gördü ve anlattı..
Charles Bukowski’den bahsediyorum.

Son zamanlarda ateş arasında kalanlar, ateşin düştüğü yerler ve uzaktan izleyenler… her kimseniz en etkili soruyu yıllar evvel satır arasına sığdıran adam şöyle diyor.


“Barış diye bir şey hiç olmadı”…







Kitap: Charles Bukowski (Kahraman’ın Yokluğu)




8 Ağustos 2011 Pazartesi

LA FURTUNA 5

"Kaçabilen canını kurtarır"

20’li yaşlarında iki genç kızdı gelen. İkisi de gelir gelmez salondaki divana bıraktılar kendilerini. Yüreklerindeki yüklerin ağırlığından ezilmiş gibi iki büklüm oturdular divana. İçlerinden daha toplu olan; “Sizin falınızın bahsini çok duyduk. Sesler geliyormuş, duyulmayanı duyarmışsınız.’’ dedi. Kelimeleri ağzında zor tutmuş gibi oturduğu yere çöker çökmez- dilinde ne varsa bıraktı.
Kızlardan biri daha zayıf ve çelimsizdi. Melek’in ağzından çıkacaklara göre orada yığılıp kalacak kadar bitkindi. Anjel önce zayıf olana bakmak istedi. Kağıtları kızın önüne açtığında; daha bir şey söylemeden kızın gözünden yaşlar süzülmeye başladı.
Kızın yüzüne baktı-tekrar kağıtlara döndü ve; “çabuk pes etmişsin ama kaçmayı da düşünüyorsun. Korkuyorsun çok.’’ Hem kartları sıralıyordu hem de birbiriyle bağlantısı olmayan cümlelerle olayı çözmeye çalışıyordu sanki.
Sonra durdu; ‘Bu adam Müslüman değil dimi?’ kız tedirgin oldu, gözünden sessiz yaşlar boşaldı. Sessiz ağlıyordu.
Anjel içinden ‘hayatımda gördüğüm en sessiz ağlayan insan’ diyordu. O kadar kadını görmüştü ağlarken; komşuları, annesi, halası, kız kardeşi, kendisi, Fatma nine dahil hiçbir kadının ağlamasına benzemiyordu. Sessiz olduğu için daha da içine işliyordu Melek’in.
Kız eliyle yüzünü kapatmaya çalıştı. Konuşmak istedi ama boğazında düğümlenen bir şey mani olmuş gibi yutkundu. Diğer topluca olan arkadaşı onun yerine konuşmaya başladı; “evet Müslüman değil. Geçen ay babasından istemeye geldi ama babası kapçıklı dedi, gavur dedi evden kovdu adamı. Buraya gelen askerlerden biri, ülkesine dönmek zorunda. Arkadaşımı da götürmek istiyor ama o hem kendi ailesinden korkuyor, hem de ya dinimi bıraktırırlarsa diye dertleniyor. Yarın gece yarısına kadar sevgilisi bekleyecek. Arkadaşım karar vermek zorunda ama…” cümlesini tamamlamadan zayıf olan kendi adına konuşmak istedi, gözyaşlarını sildi. Sırtını dikleştirdi, toparlanabilmiş gözüküyordu. “babam beni arkadaşının oğlu ile apar topar sözledi. Çocukluğumdan beri tanıyorum sözlümü ve hiçbir şey hissetmiyorum. Kendimi onun karısı olacak gibi de hissetmiyorum. Kalbimin üstünde ağrı hissediyorum sadece. Yarın gece hangi kararı vereceğimi bilmiyorum.”
Fatma Nine duyduklarına şaşırmış dizlerini dövüyordu. Vah vah diyordu sonra kulak kabartıp biraz daha dinliyor tekrar sızlanmalarına devam ediyordu. Melek kartların yanından kalktı. Kıza daha da yaklaştı, kaşlarını çattı ve “niye geldin buraya” diye sordu.
Nine şaşırmıştı. Ne demek niye? ‘anlattı ya evladım’ diyecek oldu ama sustu. Karışmıyordu Melek’in işine, sonradan yanılan kendisi oluyordu çünkü. Melek yeniden sordu “neden geldin buraya?”. Kız şaşkın, kafasını kaldırdı. “Az önce anlattım. Ben ne yapacağımı şaşırdım ama..” Melek ses tonunu yükseltti kıza; Anjel diye seslenseler bu kadar kendinden emin bağıramazdı, biliyordu. Anjel’i birkaç kişi biliyordu orada. Onlar da hatırlamıyordu belki. Anjel’i daha dışarıya, insanlara tanıştırmamış gibi hissediyordu. Melek oradaki kimliğiydi Anjel içindeki hayallerini bilen sırdaşı gibi. Kızın cevap veremediği saniyelerde Anjel halini düşündü sonra tekrar Melek olduğunu hatırlayarak kıza bağırmaya başladı. “sen ne yapacağını şaşırmamışsın! Sen bas bayağı evlisin kocanı terk ediyorsun!. Senin burada bir çocuğun da gözüküyor. Evet burada istemediğin bir adam var ama sen onunla zaten evlisin. Sen bana diğer adamla kaçmanın kolay olup olmayacağını soruyorsun”.. Kız şaşkındı! Bu kadarını tahmin etmiyordu. Ağzını açmak istedi ama neye yarardı ki.. Melek birkaç karta daha baktıktan sonra göğsünü kabartarak “beklediğin cevabı vereceğim” dedi. Tekrar kartlara döndü. Birkaç kez baktığını kontrol edercesine başka şekillerden de baktı. Fatma Nine eline aldığı bir kağıt parçasını kendine doğru sallamaya başladı. Cevap geciktikçe onu da ateş basıyordu. Ortaya 3 kart açtı. İlk kart sinek 3’tü. İkincisi maça papazı. Üçüncüsü ise karo 3’dü..
Melek’in yüzünde bir tebessüm belirdi. “bu gece git yarını bekleme. Yarını beklersen olmaz. Gider gitmez evleneceksiniz. Selanik’e götürüyor seni, mutlu olacaksın. Bir çocuğun olacak bu adamdan. Senin hayatının sevdası bu adam. Sana sevdalı, sen de ona”...
Kız duyduklarına inanamıyordu. Daha iyisi ne olabilirdi ki diyordu kalbi. Apar topar çantasına elini attı- tam parasına ulaşacakken Melek mani oldu. “Daha bitirmedim.”!..
O cümlenin gerisinin iyi gelmeyeceğini odadaki herkes biliyordu. Duymak istemiyordu. Kaçarak uzaklaşmak istiyordu oradan ama yapamazdı. Vücudunu yeniden divana bıraktı. Gözleri ağırlaştı. Fatma Nine de duyduğu habere sevinemeden gözlerini açtı. O da Melek’in gözlerine ‘her şeyi söylemek zorunda mısın be kızanım’ dercesine baktı.
Melek iki kart daha açtı; “buradaki her şeyini bırakman gerekiyor. Dediklerimi anlamaz gibi yapma. Bunu konuşmuşsunuz zaten. Adam sana tek şartın bu olduğunu da söylemiş. Üstelik gittiğinde orada adını da değiştireceksin, dinini de! Etraftan dolayı mecbur kalacaksınız. Çocuğunu götürmeyi aklından bile geçirme! Götüremezsin! Çocuğunu alırsan, buradaki kocan peşini bırakmaz ve seni er geç bulur, öldürür. Bunu sen de biliyorsun.” Kız iyice divana çöktü. Yanındaki tombul arkadaşının hali ise şaşkınlıktan dili tutulmuş gibiydi. Kendisine fal baktırmaktan bile vazgeçti.
Melek genelde gelenlere soru sormaz, gördüğünün dışında yorum yapmazdı fallarında ama bu kadar ağır bir durumla da hiç karşılaşmamıştı. Kıza döndü; “Yapabilecek misin?” diye sordu. Ağlamaktan cevap veremedi. Tekrar sordu. Sessiz ağlamalar bu kez hıçkırmalara dönüştü. Kızdan bir cevap alamayacağını anlayan Melek net ve sert bir sesle; “Kendine ve buradaki hayatına ihanet etmekten başka çaren yok. Eğer gideceksen sana ihanet edeceksin. Seni bitirip burada bırakacaksın. Aileni unutma pahasına, buralara dönmeme pahasına atmak zorundasın adımını. Buradan götürdüğün her parça seni orada mutsuz eder. Çocuğun dahil her şeyi unutacaksın. Seçimini yap ve ya bu gece ya git, ya da kal!” diyerek cümlesini tamamladı. “Benim söyleyeceklerim bu kadar.” dediğinde, Fatma Nine misafirleri uğurlamak için kapıyı gösterdi. Odaya döndüğünde Melek’e baktı. “gitmesi şart mı kızım.” Melek kartlarını çekmeceye koyarken; Yanındaki arkadaşı kocasıyla yatıyor. her şeyi kocasına da anlatıyor. O yüzden fal baktırmaktan vazgeçti, kaçar adımlarla çıktı kapıdan. Ama bakışlarımdan o kadar korktu ki; bu gece kaçacağını kimseye söylemeyecek. Aslında bu onun da işine yarayacak arkadaşının kocasıyla evlenecek. Eğer yarın akşam kaçmaya kalkarsalar pusu kuracak ailesi, ikisini de öldürecekler. Ama bu gece, aniden kaçarlarsa kendilerine yeni bir hayat kurabilirler.” Fatma Nine şaşkındı. Hangisine dua etse bilemedi. Onların kavuşması mı önemli, yoksa geride anasız kalacak öksüz bebek mi? Ama bebek her halükarda öksüz kalıyorsa, bari kadın mutlu olsun diye geçirdi içinden. Evli barklı kadın ‘tövbe tövbe’ dese de vicdanı kadının kaçmasından yana oldu. Melek, ninenin hala olayın etkisinde olduğunu fark etti, kapıdan çıkmadan Nineye döndü; “Nine 15’imden beri fal bakıyorum ve anladığım bir şey var. Sessiz olduklarını sanıyorlar. Ama aslında o kadar sesli ve bağıra bağıra yapıyorlar ki dinlemiyorlar, duymuyorlar. Zihinlerinin sesinden mahrumlar. Etrafında ki seslerden yoksunlar. Fatma Nine tesbihine sarıldı; sanki duyması gereken neyse işitmeye çalışır gibi; Es Semi… Es Semi.. Es Semi… eski ritüeli biliyordu. Babasının Eyüp’den hatırlı dostları geldiğinde öğrenmişti.





*** devam edecek***

7 Ağustos 2011 Pazar

LA FURTUNA 4

"Kaçabilen canını kurtarır"

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Ses vardır her yere gelir, sen varsan her şey ses verir. Dokunduğunu duyar, gördüğünü işittirir. Ses sana yol gösterir. Etrafından gelen seslere bak, onlar sana yol verir.

‘‘Ne huzurumuz kaldı burada ne de biz. Bölündük. Parçalara ayırdılar bizi. Annemler bir yana dağıldı, amcamlar ayrı bir yana. Parça parçayız. Her gece rüyamda ayrı bir yanımı kesiyorlar korkusuyla uyanıyorum. Bacaklarımın üstünde koca koca yaralar çıktı. Korkumun haritasına dönüştü yaralarım. Hangi gün bir olay çıksa, bir kavga sesi duysam vücuduma bir yara daha ekleniyor. Yine bizi almaya gelecekler sanıyorum.
Halamla biz kaldık koca evde. Halam vazgeçmiyor inadından. ‘Malımızı, mülkümüzü, emeğimizi Müslümanlara hediye ettirmem. Satmadan gitmeyeceğim. Ölsem de burada öleceğim’ diyor, başka da bir şey demiyor.’’
Furtuna*(Trakya Olayları) dün kadar tazeydi Behar ailesi için.
Olaylardan bir müddet sonra ise kasaba sakinleri, Melek diye anar olmuştu Anjel’i.. Bir keresinde isminin anlamını soran birine Melek olduğunu söyleyince 'Uzunköprülülerin Melek'i ol’ diyordu yaşlı Fatma nine.
***
Melek (Anjel) çocukken annesinden öğrendiği iskambil falından hiç vazgeçmedi. Halası söylense de, O İstanbul’a gidebilmek için baktığı fallardan gizlice para biriktiriyordu.
Anjel’in okuduğu kartlar, içine baktığı sudan çıkanlar- hayretlere düşürürdü gelenleri. Köylü, kasabalı kim varsa peşine düşerdi. Trakya Olayları’nda da Uzunköprü’lü kadınlar sayesinde canlarını kurtarmışlardı. Yan komşu Fatma nine duvarın üstünden soluk soluğa bağırdığında- Melek ailesiyle birkaç gün oraya sığınmıştı.
Anjel’in falından nasiplenen mahallenin kadınları sahiplendi onları. ‘Erkekleri bir galiyana gelip dışarıda Yahudi avına çıkmıştı’. Kim gelse böyle anlatıyordu Fatma Nine.. Yaşına hürmeten sesini çıkaran olmazdı. Edirne’nin Melek Efendi’sinin torunlarındandı Fatma Nine. Hatırı büyüktü. O günler derin iz bırakmıştı hepsinde. ‘Fatma Nine olmasa olaylar durmazdı’ esnafın birbirine söylediği cümleydi.

***

Edirne’nin kışı çok soğuk geçiyordu bu Şubat. ‘Kapı dışarı çıkmak için deli olmak lazım’ diye söylendi Elsa, sonra Anjel(Melek)’i uyandırmak için odasına girdi. Odayı boş buldu. Mutfağa gidecekken kapı açıldı, içeri giren Melekdi.
-Halacım erken uyanmışsın.
-Bu soğukta nereden geliyorsun kızım.
-Fatma nine çağırdı.
-Yine biri mi gelmiş kısmetine baktırmaya? Kısmeti, beğenmedikleri Yahudilerin fallarında mı bulacaklarmış!!
-Sen hangi kadının kısmet ayırdığını duydun hala? Kadın milletine fal de, kısmet de! Akıllı kadının kısmeti şeytan olsa kaçırmaz! Kısmet geldi mi tutmak lazım! Yoksa kuş olur uçar!
-Kısmetin de bir hudutu var! Kafana her konan kuş kısmet mi? Kafana karga mı konuyor, yoksa serçe mi bileceksin! Hani mesela senin çok istediğin şu İstanbul’a götürecek kısmet nerde? Yok! Ama karga çok!
Anjel midesinden boğazına kadar can sıkıntısı hissetti. Halasının sözleri midesine oturdu.
-bizim burada yiyecek ekmeğimiz vardır elbet..
-Hep o Fatma Nine lafları bunlar.. yiyecek ekmeğimiz varmış burada daha! Bu kız aklını kaybedeli ne kadar oldu elohim!!!.. diye söylenerek odasına gitti Elsa.
Sandığından takılarını çıkardı. İstanbul’a gidecek güvenilir birini bulsa bunları bozduracaktı. Bu takıların çaresine artık baktırmak lazım diye düşünüyordu ne zamandır. Şimdiden ayırmak iyi fikirdi. En azından takılarıyla vedalaşmak için vakti vardı Elsa’nın. Kimisi eski yıpranmıştı. Bileziklerin hepsini satsa fena olmazdı. Bu aralar İstanbul’dan para getiren de olmuyordu. Paraya sıkışmadan bu bilezikleri en azından elden çıkarmakta fayda var diye düşündü.
***
Anjel mutfakta birkaç tabak yıkadıktan sonra akşam için yemeği erkenden hazırladı. Birkaç saat sonra yine Fatma Nine’nin evine fal için gelecekler vardı. ‘Furtuna’dan sonra halası eve tek bir müslümanın girmesini istemiyordu. Trakya Olayları’nda dağılan ailesinden geriye hüznüyle, kiniyle yaşıyordu Elsa Behar. Olanlardan Uzunköprü’deki herkesi suçluyordu.
Melek de fallarına küçüklüğünden beri tanıdığı, anneannesi gibi sevdiği Fatma Nine’nin evinde bakıyordu.
Yemeği bitirince Anjel, halasına haber verip Fatma Nine’nin evine gitti.
Kapı önünden dolaşmak istemedi, söz olmasın, herkes şüphelenmesin diye dikkatli davranıyordu. Arka bahçedeki yıkık duvarın üstünden atlayarak geçti, Fatma Nine’ye.
4 senedir yıkılan duvarı kimse onarmak istemiyordu. O gün Demirci Sokaktaki evlerine ulaşmak için yıkmışlardı duvarı serseriler. Elsa ‘içimizdeki acı geçti de duvarı onarmak mı kaldı’ deyip dokunmadı bile duvara. Fatma Nine’nin de eli varmadı. O da tek taş koyamadı yıkılan yere. Hem huysuz Elsa’dan çekiniyordu, hem de söylemese de içten içe hak veriyordu huysuza.
Melek kapıdan girince Nine hamur pişiriyordu. Hamurları sobanın üstüne koydu. Kapıda Anjel’i görünce;
-gel kızanım gel, yeni lokma döktüm. Sana peynir de çıkarayım iyi gidiyor yanında. Çay da demledim. Afiyetle yeriz.
-Nine ne çok seversin bu hamuru.
-Nenem, anam da severdi, ben de seviyorum. Unumu- hamurumu da kendim yapıyorum, peynirimi de. Ben karneyle kuyrukla uğraşacak kadar genç değilim kızanım. Gençler gitsin alsın bana yeter bunlar. Kör boğaz işte ne versen doyuyor.
-Nine senin lokman çok lezzetli oluyor. Bir de akıtman var, onu da çok seviyorum. Baklavan da çok güzel oluyor ama senede bir kere yapıyorsun.
-Sen yufkayı aç, ben sana yaparım. Yeter ki sen her gün gel. Hiç gitme buralardan!
-Öyle deme nine! İstanbul’a gitmeyi çok istiyorum. Babamlar o kadar çok kitap gönderdi ki; İstanbul hakkında, sanki orada yaşıyormuşum gibi hissediyorum.
-Haklısın ama ‘siz giderseniz ben bir başıma ne yaparım diye düşünüyorum zaman zaman. İhtiyarlık bencillik işte! Yaş ilerledikçe kendini fazla düşünüyor galiba insan!
Anjel üzülse de böyle bir şeyin olmamasını istedi. ‘ninecim halamın zaten evi satacağı yok, her alıcıya ayrı bir bahane buluyor. Alıcılarla doğru dürüst konuştuğu bile yok. Biliyorsun bir sana selam veriyor. Kimsenin doğru dürüst yüzüne bakmıyor.
-ben halanı anlıyorum kızım. Acıyı kabullenmek her cana uymaz. Nasıl her şeyin bir yuvası varsa, anahtar bile deliğine uyuyorsa bu acıyı halan hiçbir yerine koyamadı. Kabullenemedi. Zordur, koca yürek lazım! Sen daha gençsin çabuk unutursun. Ama halan savaşta nişanlısını kaybetmiş. Burada ailesi gitmiş, her bir yana dağılmış. Az mı bunlar?
-Ama halam kendini hayata da kapattı. Benden başkası yok hayatında kimseyi de görmek istemiyor, İstanbul’a da yerleşmeye ikna olmuyor. Burada acı çeken insanları anlatıyorum ama boşuna.
-Halan kendine olan sadakatinden vazgeçmedi ki, başkalarını anlasın yavrum!.
-ne demek bu?
-Halan ayrı can kaldı. Babam söylerdi hepimiz bir şekilde parçalarımızı bıraka bıraka insan-ı kamile ulaşırmışız. Başkalaşmadan, kendini inkar etmeden yaşadığın ömürden hayır gelmezmiş.
Fatma Nine birkaç cümle daha edecek gibi oldu ama kapıya gelenler sabırsızdı. Belli ki aceleleri vardı. Gürültülü yumruklarla kapıyı vurmaya başlayınca Anjel kapıya doğru koştu..



devam edecek...