26 Eylül 2010 Pazar

TÜBİTIRLAK

Değişim herkes için nereden başlar hiç bilinmiyor. Ama bazen Türkiye için bir oradan bir de buradan başlıyor. ‘Nereden tutturursak’ geni aktifleşiyor bazı zamanlar. Profesyonel, işinin ehli, her adımı kuralına uygun atan profiller de var. Ama kısa yol sevenler, naif yürekler hatta realiteyle sürrealite arasında gidip gelenler de…
Bu arada değişim moda olmuşken benim hayatımda da bir şeyler değişiyormuş, doktorum söyledi. Çünkü vücudum sebepsiz yere bazı garip tepkiler veriyormuş. Örneğin aniden nabzımın iddiayla 125’e dayanması, benim soluğu 10 dakika içinde acil serviste almam ve neticede hiç bir şeyin çıkmaması yeterli referansmış.
En azından doktoruma göre ‘vücudum değişime adapte oluyormuş.
Tıpkı Türkiye gibi…
Bir bakıyorsunuz en garip olayda nabız yükseliyor. Sonra bakıyorsunuz endişe edilecek bir şey yok. Ama genel tabloda değişiklikler var.

Şimdi paylaşacağım durum ise tüm bunların arasından sıyrılan, kafasını çıkaran başka gelişme. Aslında durumu kaleme alalı epey olmuştu.
Ama bir şey eksikti. Araştırdım, birkaç kişiye sordum. Hiç birinden tatmin edici cevaplar alamadım. Hatta bazıları bu organizasyonu destekler nitelikte fikirler verdi. İçim hala rahat etmedi.
Biliyorum bir şey var, bir gariplik var ama ne?
Derken beklenen sözler Cumhurbaşkanı Gül’den geldi.

Önce konuyu anlatayım. Bundan birkaç hafta önce internet haber sitelerinden birinde bir haber kafamı karıştırdı.
Başlık; ‘Tübitak’tan beyin göçünü tersine çevirmek için ABD’ye çıkarma’…
‘‘İstikamet Türkiye’ sloganıyla önümüzdeki aralık ayında düzenlenecek kapsamlı etkinlikte süper beyinlerin Türkiye’ye dönmeleri istenecek’’. Yani tersine beyin göçü teşviki için elden ne gelirse yapılacak.

Hayatı teknoloji ve bilimin etrafında dönen bir arkadaşıma danıştım.
Aldığım cevap daha da kafamı karıştırdı. Seneler önce bu beyinlerin ne şartlarda oralara gidip tutunma çabalarını da unutmuş değiliz.
Arkadaşım; beyin göçünün geçmişte Türkiye şartlarında kaçınılmaz hale geldiğinden bahsetti. Özellikle hem siyasi hem de zihniyet standartlarının onların çalışmalarına destek değil, köstek olabilecek durumlar yarattığını söyledi. Ama sonra ‘bence de buraya dönmeleri iyi fikir’ dedi. Nedenini sormadan açıkladı. ‘Çünkü Türkiye artık bir çok yatırım ve projenin arkasında ve onların ‘know how’ına ihtiyacımız var’ demesi benim kalemimi biraz daha bekletmeme sebep oldu.
Hala sorularım var!...
Tabii ki dönmek isteyen dönebilir. Ama popüler başlıklar ve özel organizasyonlarla bunu cazip kılan adımlar, non-profesyonel ve çok naif. Çünkü zaten dinamiklerin işaret ettiği yerlerde olacaklar. Olmaları da gerekiyor.


Bunları düşünürken, parçaları yerine tam oturtamayıp, konuyu bir süre daha akışına bırakmıştım.

Bu akşam koltuğuma uzanmış halde Ipadimden okuduğum bir habere kadar!

Cumhurbaşkanı, ABD gezisinin Boston ayağında 80’e yakın Türk akademisyenle akşam yemeğinde bir araya geliyor. Açıklamalarıyla da konuyu reel bir boyuta taşıyor. Her şeyden önce inandırıcı ve net.
Abdullah Gül; ‘’Tabii sizlere kolaycılığa kaçıp, ‘beyin göçü oldu, dolayısıyla bu kadar kıymetli insanlar Türkiye’ye gelin’ deme kolaycılığını göstermeyeceğim’’.. diyor. Ardından ‘Türkiye çok değişti, gelirseniz başımızın üstünde yeriniz var ve buraya sizin gibi gelen gençlere destek olun’ gibi nazik açıklamalarını da ekliyor Cumhurbaşkanı.

Gördüğüm bu haberle mantıklı bir cevap bulduğuma sevinip, şu noktada buluşabiliyorum.
‘Zihniyet standardı’…
Değişimin dinamiklerini yaratmak daha esaslı bir çözüm geliyor. Projelerle ortaya çıkmak, o beyinleri projeler için çağırmaktan bahsediyorum.
Kendileri için değil. Projeler için, buluşulabilecek ortak noktalar ve üretim için.

Yani karnaval gibi çıkılacak bir tur yerine, onların burada olabileceği dinamikleri ortaya koyabilmekten bahsediyorum.

25 Eylül 2010 Cumartesi

‘‘PATİNAJDAN TEKAMÜLE’’

Son konuşan biraz ağır konuştu. Hem dikkatleri başka yöne çekti, hem de herkese bir nevi ayar verdi.
Başbakan Erdoğan’dan bahsediyorum. Dikkatle izliyorum canlı yayını. Tepkisini sakin, inişli çıkışlı bir üslupla dile getiriyor. Bağırmıyor ve böyle bir ton kullandığı için de her geçen dakika biraz daha içine giriyorum sözlerinin.
Seçtiği kelimeler, vücut dili, bakışları herşeyi göz hapsimde.
Kimin ne yapması gerektiği algısını resim gibi net masanın üstüne koyan bir başbakan. Önce bunu görüyorum. Sonra içeriğe daha çok odaklanıyorum.
Tophane olayı için gereğinin yapıldığını söylüyor ama bunu yapanlara da direkt açık bir mesaj özellikle yollamıyor.
Trabzon ve Van’daki ayinlerde yöre halkının gösterdiği anlayışa teşekkür ediyor. Yani Tophane’ye de diyor ki ‘efendi olun!’. Üstelik bunu mesajı alan tarafın anlayacağı dilden yapıyor.

***

Çok sevdiğim bir tanıdığımın ofisindeyiz. Bazı yabancı misafirleri de var. Atmosfer biraz kokteyl havasında, haliyle her şeyden konuşuyoruz.
Söz yine dönüp dolaşıp bu aralar kaçamadığım referandum tartışmalarına ve Türkiye’ye gelince, arkadaşım ‘sana bir e-mail göndereceğim bunu görmen lazım’ dedi.
E-maile bakıyorum. Le Monde Türkiye Muhabiri tarafından yazıldığı belirtilen bir analiz. İçeriğinde;
‘’Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor.
Bu ülke korkulduğu gibi, ırka ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı.
Daha korkunç ve daha temel bir bölünmeye gidiyor.
Cumhuriyet boyunca süren "kültürel bölünme".
‘Bu artık iyice kesinleşti’ diyerek de daha ilk paragrafta altını çiziyor aslında anlatmak istediklerinin.
Analize devam ettikçe ‘peki darbe olursa ne olur?’ sorusundan sonra okumayı bırakıyorum. Hatta ciddiye de almıyorum. Çünkü hayatımda bu yıl duyduğum kadar çok darbe kelimesini ve senaryolarını daha önce duymadım. Bilinçaltıma daha fazla işlemesinden korkuyorum. Benden sonraki nesillerin, çocuklarımın da bu kelimeyle barışık olamayacağını sanıyorum.

Sonra dikkatim tekrar canlı yayında konuşan başbakana kayıyor.
Erdoğan bir anda herkesi 1994 yılına götürüyor. ‘Belediye başkan adayı olduğumdan beri yaşam tarzlarına müdahale edecekmişim şeklindeki yalan haberlerden artık bıktım. Çok bayatladı’ diyor. Tophane olayının medyada büyütülmesine kızarken 8 senedir AKP’nin iktidarda olduğunu hatırlatıp ‘Türkiye’de mahalle baskısı yoktur’ diye konuşmasına damgasını vururcasına ses rengini değiştiriyor.

Basının yaptığı haberleri eleştirirken de lafı öğle bir yere getiriyor ki!
Hani ‘amiyane’ bir söz vardır. Çok ağır lafların yutulamadığı, hazmedilemediği hatta ne yapılacağı bilinemediği anlarda ‘Al bir kaya nereye dayarsan daya’ diye çıkıverir ağızdan. Böyle soğuk duş etkisi yapabilecek bir kavram kullanıyor.
Başbakan tarihi sözleri bırakıyor o an dilinin ucundan. Artık geriye dönüşün olmadığının da farkında.

‘Tekamül etmiyorlar, patinaj yapıyorlar’ diyor basına.

Basının Menderes dönemine ait zihniyetle iş yaptığının altını çizerek; ‘Menderes’e atılan başlıklar aynı, zihniyet aynı, değişen bir şey yok. Çıkarıp arşivlerden aynı şeyleri yazıyorlar’. sitemini ekledikten sonra peşine bağlıyor bu sözleri.

Şimdi bu cümleyi kimin söylediğini ve nasıl söylediğini bir uzaklaştırın kendinizden. Tamamen anlamına odaklanın.
‘‘Tekamül etmiyorlar, patinaj yapıyorlar!’’…
Başbakan doğru söylüyor. Günlerdir süren referandum tartışmalarından ne anladınız?
Hala darbe tartışılıyor. Hala İslam tartışmaları var. ‘Evet diyenler şöyle ama hayır diyenler de böyle’ şeklinde yapılan etiketlemeler var. Herkes yine taraf ve birbirini suçluyor. Bazı yazarlar artık eksen tanımıyorlar, her anlamda dümdüz gidiyor. Bazıları da eline bayrağı almış alenen koşuyor gittiği yere kadar.

Türkiye’nin ‘kültürel bölünme’ yaşayacağı varsayımında olanları ve darbe paranoyaları taşıyanları bir kenara bırakıp, başka bir bakış açısı koyabilsek!
Patinaj yapıldığı zaten ortada. Ama bununla yüzleşebilecek yürekler ya da kalemler çıkabilecek mi tekamül için? Yani başbakan 'yüzde 42 için çalışma yapıyoruz niye hayır dediler merak ediyoruz' derken basın da kalan milyonların traji için araştırma yapıyor mu niye bu kadar az okunuyoruz diye?

21 Eylül 2010 Salı

AHLAK DERKEN?

Beş yıl önce soğuk bir pazar günüydü. Trafik yoğun, hava koşulları zorlu, ve aynı gün İstanbul trafiğini felç etmeye yeten Fenerbahçe-Galatasaray maçı vardı. Arkadaşlarım trafikten dolayı 1 saat sonra ancak gelebileceklerini haber verdiklerinde, beklemek için en yakın alış veriş merkezinin içindeki kitapçıya girdim. Rastgele açtığım ve şuan ismini hatırlayamadığım kitapta önüme gelen cümleler, hayatıma davet edilmiş gibiydi.
İnsanın üç hali vardır diyordu kitap. 'Olduğu gibi, olduğunu zannettiği gibi ve olmak istediği gibi’...
O günden sonra her insana yaklaşımımda referansım oldu bu bakış açısı.
Şimdi paylaşacağım durumu da bu zemine oturtunca en azından birinde istikrar olsa diyorsunuz.! İster istemez.

Bir Haber kanalının yeni dönemdeki tartışma programlarından ‘…..’u izliyorum.
Atılan başlık, 'Ahlak elden gidiyor mu?’
Başlığın temsil ettiği içeriğe bakıyorum. Acaba bir yolsuzluk mu tartışılıyor yoksa birilerinin hakları mı elinden alınmış?
Hayır!..
Ekrandan dizi görüntüleri geçiyor. Fatmagül’ün Suçu Ne? İle Beren Saat ve Küçük Sırlar ile Sinem Kobal’ı görüyoruz bol bol.
Beren Saat’in ve Sinem Kobal’ın böyle bir tartışmanın görüntüsü olmaktan çok hoşlandıklarını sanmıyorum. Tabii dizinin bu kadar tartışılması ayrıca reytingleri açısından olumlu. Önümüzdeki hafta daha çok izlenecektir hiç şüphem yok. Ama benim takıldığım kısım başka. Başlık!.

‘‘Ahlak Elden Gidiyor mu?’’

Zannedersiniz 'kutsal ahlak kitabı' var tv’nin elinde ve birazdan açıklayacaklar.
Ve biz madde madde bileceğiz artık ne ahlak içi ya da ahlak dışı…
Gayrı meşru ilişkileri ahlak dışı olarak açıklayan bazı konuklarsa dizilerin
toplumu özendirdiğini iddia ediyor.

E çikolata reklamları da beni özendiriyor. Üstelik diyetisyenim de tembih etmişti. ‘İzleme ve özenme’ diye. Tüh! Büyük işkence!.. Ben kime anlatayım derdimi?.. Çikolata firmaları mı çikolata üretmesin, yoksa reklamları mı yapılmasın? Ya da belki benim aklım başımdadır ve yememe tercihimi kullanabilirim.

Hala bekliyorum bir yerlerden ‘bu tartışma şaka’ gibi bir şeyler çıksın ama yok.
Tartışma ara ara aynı eksen üzerinde dönüyor. ‘Eskiden daha masumduk’.
Evet fakirdik de, toplum olarak üstelik. Hatta ne dizi çekilebiliyordu ne de film.
Öyle evde sobanın başında oturuyorduk. Tek kanal ne yayınlarsa el mahkum izliyorduk. Bunu mu özlediniz? Anlamadım. Zenginleşmemizde ve çeşitlilik üretilmesinin zararı ne?
Günlerdir referandumu tartışıyoruz. Referandum sonrasında sivil insiyatifi, değişimi ve toplum olarak zenginleşmeyi savunuyorsak ki bence mantıklı. O zaman bir haber kanalı, ahlakın çerçevesini dizilerdeki cinsellik üzerinden çiziyorsa bu tartışma, hangi yıllara ve tam olarak hangi döneme hitap ediyor, ben çıkaramadım.

Kanalı değiştirmek üzereyken sunucunun sorusuna istinaden biraz daha bekliyorum.
‘Cinsellik ve şiddetin hala neden ekranlarda kullanıldığı’ soruluyor. Hatta epey ileri gidilerek ‘bunu vermenin başka yolu yok mudur’ sorusu dökülüyor ortaya.
Tabii yabancı yapımlardan bahseden yok bu arada.

Merak ediyorum ‘the tv’ veya arayış sahipleri; ahlakı ne zamandır yatak odaları, etek ve pantolonların içinde arıyor?
Ya da daha farklı sorabilirim. Haber yapmaya ne zaman başlayabilirsiniz tam olarak?

Hayatta olanın ekrana yansımasından daha masum ne olabilir ki… İyi ya da kötü ama birileri bunu yaşamış. Tabii ki tvde daha abartı gözükebilir çünkü ortada prodüksiyon diye bir şey var. Yaşanmışlığı cazip kılıp izletme kaygısı var. Rekabet var. Serbest piyasa var.

Aslında sorun, inanmasalar da bunu söylemelerinde. Zihniyette yani. Onlar hayatın ekranlardan çıktığına inanmak istiyor, trendleri televizyonun belirlediğini sanıyorlar.
Halbuki çıkış noktası her zaman hayatın ta kendisi oluyor.
Haber, dizi, sinema, program ne olursa olsun hayattan ayrı değil. Ayıramazsınız. Hatta yazı yazarken bile hayatın dışına çıkamazsınız.
O zaman biz neden kendimizden bu kadar rahatsızız?

Başta dediğim gibi insanın üç hali. Olduğu gibi, olduğunu zannettiği gibi ve olmak istediği gibi. Hangisi olduğuna siz karar verin.

Karanlığın Yolu Gode’den Godem’e

Adı Jennifer. New York'da yaşıyor. 32 yaşında moda tasarımcısı. Her gün gazetelerde başka bir haberi çıkıyor. Kimi giydirdiği, kiminle çalıştığı, ne giydiği, hangi kulüpte ve kiminle olduğu takip edilen bir trendsetter.
Senelerdir erkek arkadaşı yok. Aslında vakti de yok. Kiminle çıkmaya kalksa terk ediliyor. Çünkü gerçekten vakti yok. Kendini tamamen işine vermiş. Daha ilkokula giderken New York'un en iyi tasarımcılarından biri olacağının hayaliyle yaşamış. En büyük rakibi Donna. Ve birkaç isim daha…
Takip eden yıllarda başarısı artarken bir gün karşısına Mario çıkıyor. İtalyan artist, seksi, yakışıklı, uzun boylu, çekik gözlü, sanatçı. Önceleri Mario'nun ona ilham veren o sıra dışı sanatçılardan biri olduğunu zannediyor. İlgiyle dinliyor Mario'yu, sergilerine gidiyor. Sonraları daha da yakınlaşıyorlar. Ve Jenny o yakınlaşmalardan birinin sonunda kendisini Mario'dan hamile buluyor.

***
Her şey yavaş yavaş belirsizleşmeye başlar.
Kara delik gibi. Birinin midesine çöker, öbürünü de uyutmaz.
Karanlığın neresine kadar gidilebilir? Soru bu!..
En derindeki, en dipteki insandan çıkabilecekleri düşünün. Paranoyak mı, sapık mı, hasta mı, deli mi? Ya da bütün hayatını sadece ilizyonlara feda edebilecek bir akılsızlık mı?
Yoksa o karanlıklara korkmadan gidip sizi bekleyenlerin ortasına koca bir feneri çakabilecek kadar cesur bir yürek mi?

Kendi GODE'sini içinden çıkarmayı başaran kadınlardan birini tanıdım.
New York, Battery Park'da Fashion Week partilerinden yorulduğum bir günü tamamen kendime ayırmaya karar verip, vücudumu kitabımla çimlerin üzerine attım. Güneş yüzüme vururken bir yandan da gökdelenlerin arasında ama çimlerin üzerinde uzanma duygusu ayrı bir çelişki benim için.
Ve ben bütün çelişkilere aşığım, bayılıyorum. Yaşam onlarsız çok tatsız ve kuru olurdu.

60'lı yaşlarında bakımlı, iyi giyimli güzel bir kadın, elimdeki kitabin yazarının bütün kitaplarını okuduğunu söyleyerek yanıma oturdu. Kitabı okuyanların gizli kardeşliğinden bahsetti. Çok önemli olmuş yazarın fikirleri onun hayatında.
Yazarın, insanın kendisini yüzünün ele verdiği inancını birbirimize hatırlattık, gülümseyerek. İkimiz de kimliğimizin yüzümüz olduğunu bilerek sürdürdük konuşmayı.
'GODE'nle ne zaman tanıştın?' diye sordu birden bana. Adını bile duymadığım GODE'den, GODEM ile tamamlanmak üzere başladı yolculuğumuz.

Ortak bir noktamız daha vardı. Bazı yerler vardır. Daha derin nefes alırsınız, güç kaynağı oradadır. Gider gider, tekrar takar baterileri doldurursunuz.
İkimiz için de New York gerçeğin, hayatın merkezi. Kalan her şey belirsiz. Bunu söyledik ilerleyen dakikalarda birbirimize. Sonra tekrar o karışık noktaya döndük.
Nedir GODE? Yanlış mı duyuyorum, bir anlamı var mı? diye sordum.
O kadar meraklandım ki, bütün sorularımı nefes almadan sormaya başladım. Etrafta az önce duyduğum çocuk bağrışmaları, sesler, kornalar, bisiklet zilleri, protestocuların az ilerideki sokaktan gelen 'New York'da yıkılan ikiz kulelerin orada camii istemeyiz' diyen gürültüleri de kesildi. Sadece o ve ben kaldık. Kalan her şeyin sesi kısıldı bir anda.

'GODE sadece bir gölge'..
'Tanımlanmamış olan, içi doldurulmamış yaşam, henüz. Dışarı çıkmasına izin verilmeyen bir gölge. Herkesin içinde olan karanlık yanı. Kendimizin bile tanışma cesaretini gösteremediğimiz parçamızın adı GODE. Bazen acımasız olan, bazen en zavallı ya da sapık olabilen, karanlığın dibinin olmadığı yer' dedi.

Neden tanışma ihtiyacı duyayım ki karanlık yanlarımla, gayet iyi işte herşey. Hem bu düzeni bile zor oturtmuşum, zaten herkes bir icat çıkarmış diye aralıksız sıralarken susturdu beni.
'Bu yanını çıkardığını yüzünden görebiliyorum bana yalan söyleme, sana onu nasıl yine içeri koyacağını, yani... GODE'ni nasıl GODEM'e dönüştüreceğini anlatacağım. Karanlığı tekrar içine koyman lazım. Bunu söyleyen, olmamış belli'... sözleriyle içim ürperdi. Kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başladı.

***
Jennifer, Mario'nun bebeğine sahip olmaya karar verir. İnsani duygularım, annelik duygularım diye sebepler bulur kendine. Bu arada bir sure sonra doğum, bebek derken işleri pek iyi gitmez. İlgilenemez. Firması batar ve artık hiç birşey tasarlayamaz duruma gelir. Mario'nun eve geç saatlerde gelmesinden iyice şüphelendiği gecelerin birinde onu başka bir kadınla yakalar. Ardından boşanma gelir. Evin taşınması derken elinde ne varsa tüketir.
En yakın rakibim dediği Donna ise artık bir Donna Karan’dır.
Donna Karan, New York'un en genç, yetenekli ve popüler tasarımcıları arasına girerken, Jenny her gün çocuğuna mama parası bulabilmenin peşine düşer.
Bütün kızgınlığı, nefreti, geçmiş hırsları, kötü günleri ve karanlığa dair ne varsa üstündedir. Böyle hisseder.
Ta ki bir rüyaya kadar.

Bir gece rüyasında tepelerde bir mezar satın alır kendine, üstelik çukurunu da kazdırır ve kendisinin buraya gömülmesini istediğini söyler yanındakilere. Uyandığında kan ter içinde kalkıp sigara yakar. Bu kez ölümden korkar. 'son noktam bu olmalı' diye düşündüğü anlarda... Sokaktan birisi seslenir.
Ses uzaktan gelir. Bu saatte kim birine seslenir diye meraklanır. Kim olduğunu göremez ama ısrarlı bir ses sanki onu hayata bağlamak istercesine yüksek ve ısrarlı bir tonda GODE diye bağırmayı sürdürür. Üstelik bıkmadan, aynı tonda dakikalarca sürer bu bağırış. Ve her bağırış ona biraz daha bugüne kadar hiç hissetmediği güçte bambaşka, açıklayamayacağı duyguları yükler.
Sanki bir mucize onu yukarı çıkarır.
Tozlarını, yüklerini çukurda bırakır. Her şey çok çabuk olur. Ve o andan sonra artık her şeyin değiştiğini derinlerde bilerek, hissederek hatta şaşırarak mutlu gider yatağına Jennifer.
Durumunun adını ise GODE’dir. Tamamlanmıştır artık onun karanlık yolu.
Tüm bu felaket gibi görünenler ortaya çıkaramadığım karanlık yanımın bana yansıttığı ilizyondu der. Kabul eder.

İşleri yoluna koyma sürecini ise GODEM diye adlandırır. Karanlığı tamamlanmış yol olur, GODEM. 30 yıl önce başına gelir bunlar Jenny'nin...

Jenny, Battery Park'da bana GODE’den, GODEM'e geçişi gösterdi. Senin karanlığını da izin ver benim çukuruma koyalım diyecek kadar nazik bir yolla üstelik.

Jenny, New York'un en tatlı, en varlıklı ve etkin kadınlarından biri. Uzun zamandır kendi işinin kraliçesi. Ve evet gerçek adı Jennifer değil. Ama hikayesini yazmamı ancak bu şartla kabul etti.


(Martı’nın Günlüğü, BF)

15 Eylül 2010 Çarşamba

NE TARAF?

Yolum THY gece seferiyle New York JFK'den Istanbul'a dogru...
Son derece rahatsizim. Gozlerim yaniyor, burnum akiyor. 9 kusur saat ucaktayim. Kitap, gazete ne varsa okuyorum. Bir yandan da okudukca cildiriyorum. Bir ulkede referandum olur da tartismalari bu kadar sig olabilir mi diye huysuzlaniyorum. Referandum tartismalarinda yaraticilik bulamiyorum. Yok cunku.
En bastan soyliyim ben evet dedim. Cunku her seye hayir demeyi sevmiyorum. Cunku bu anayasanin icinde kisisel olarak ilginc buldugum seyler disinda anormal birsey yok. Cunku birileri en azindan laf uretmekten daha fazlasini yapiyor. Cunku degisime bir yerlerden baslamak, hic baslamamaktan her zaman daha iyidir.
Tabii ki elestirdigim noktalar var. Ornegin referandumun fazlasiyla sembolik algilanmasi ya da algilatilmasini gereksiz buluyorum.
Mesela; anayasa degisikliginin ne yazik ki sadece Akp'nin tekelinde olmasini ve diger partilerin Akp ne yaparsa karsi olan tavirlarini fazlasiyla egoistce buluyorum. Bu kisilerin hala uretimi degil, kisisel cikarlarini on planda tuttuklarina inaniyorum. Ustelik de bunu bazi degerleri korumak adina yaptiklarini iddia ediyorlar.
Ben Akp'yi savunmuyorum. Mesele zaten Akp meselesi degil. Turkiye'nin onune degisimi, vizyonu koyabilecek fikirlerin yanindayim. Kisilerin degil. Ama Turkiye bu degisimi yasayorsa, ozellikle de basının icinde degisimi savunan bazi kesim sig tartismalarin gölgesinde kalmamalı.
Buyrun size somut bir ornek.
Yasemin Congar. Cok onemli bir yazar ve gazeteci. Washington'da cok iyi islere imza atti. Epeydir Taraf Gazetesi'nde. Taraf, onemli islere imza atiyor ama bazen israrla farkli olmak adina da komik duruma dusuyorlar. Ornegin; zaman zaman kafalarinda canlandirdiklari, benim 'masa basi toplumu' olarak adlandirdigim onlarin ise 'hayallerinde' yasattiklarina inandıgim kisilerden turettikleri analizler var. Kimi zaman asiri bilincli toplumlar hayal ediyorlar analizlerinde, zannedersiniz toplum olarak hepimiz birazdan Nobel Baris Odulu’nu kucaklayacagiz. Ya da Turkiye’nin sahil seridindeyseniz İslamofbik egilimleriniz her an hortlayabilir. Uc toplumlari var kafalarinda.

Peki Yasemin Congar gibi tecrubeli bir ismin, referanduma ‘hayir’ cikaran sahil seridi icin 'tuzlu su muhafazakarlari' gibi kabiz bir kavram yaratmasi tesaduf mu? Bunun adina aslında kavram bulma degil, meydani bos bulduk salliyoruz asagi yukari denir. Ya da Amerika da Islamofobo’yi hararetle tartisiyor. Onumuzdeki gunlerde bu konularda size bazi acilimlarimiz olacak demenin on anlatimidir.
Sebep bence her ne olusa olsun yine de referanduma hayir oyu kullananlarin tercihlerine saygi duymak yerine, muhafazakar ve islamofobik egilimli olmakla suclamasini insanin biraz da yasadigi yere saygi duymasi adına zeka eksikligi olarak algiliyorum.

Yoksa ben de birey olarak Ahmet Altan'in yazdigi 'toplumun zenginlesmesi ve artik bu ''devleti'' kendi patronu olarak gormemesi, patronluk taslayan devletten sikilmasi' analizini yurekten destekliyorum. Hatta daha da oteye gidiyorum. Bu vergiler maaslardan kesilmesin gidip bizzat yatirsın herkes. Devlet de vatandasina guvendigini gostersin. Birey olmanin gucunu, degerini daha da icsellestirelim hepimiz. Hesap sorma anlayisimizda da citayi yukari cekelim.
Hepsine varim.
Ama birileri hayir dedi diye onlari ‘tuzlu su muhafazakarlari’ adi altinda islamofobik egilimli yapmak, degisimi destekleyenleri de ‘yandas’ tarafina oturtmaktan farklı degildir. Inandirici olamaz.

14 Eylül 2010 Salı

AMERICAN WAY

Islam, muslumanlik, camii, kuran.. Bu kelimeleri New York'da bu kadar sik duyacagim hic aklima gelmezdi. Bisikletimle gezdigim Battery Park'da bile mola verirken, yine bir yerlerden bu tartisma hortlayiveriyor yanimda. Her defasinda da kendimi icinde buluyorum. Taraf da oldugum yok. Kim nasil mutluysa oyle yasasin. Ben cogunluk boyle istiyor 'demokrasisine' inananlardan degilim. Hatta oyle demokrasi mi olur diyenlerdenim. Ama azinligin da hakkimiz soke soke aliriz tavrina da inanmiyorum. Zorla olmuyor bazi seyler.

Aslinda meselenin bu kadar tartisilmasinda sakinca da gormuyorum. Tartisilsin. Herkes icinde ne var ne yok cikarsin. Sonra ortada ne kalmis ona bakalim.
Amerika da bunu cok iyi bildigi icin islamin (metaforik anlamda soyluyorum) icini disina cikarana kadar tartisicak.

Iste bir ornek.
Amerika islamofobik mi?
Sorunun sahibi Larry King, yayinda sordugu konugu ise Donald Trump.
Kongre secimleri heyecani bile henuz Islamik Merkez'in yikilan ikiz kulelerin yaninda yapilmasi ya da yapilmamasi tartismalarina yaklasmis degil. Hararetle suren tartismalara bu aksam celebrityler de eklenince yorumlar artik freni bosalmis arabanin icerisinden gelen cigliklara donustu. Duvara toslayan araba ise suan icin pastor gozukuyor. (11 Eylul'u kuran yakma gunu ilan etmek isteyen kacik papaz)

Ilginc olan, herkesin dinini ozgurce yasamasi gerektigini soyleyenler bile 'ama yikilan kulelerin oraya cok yakin, daha ileri bir yerlere tasirsalar camiyi daha iyi olur' diyor.

Tipki Donald Trump gibi...

Trump, tartismanin icine sadece teorik olarak girenlerden de degil. islamik Merkez'in binasini alma girisiminde bulunmus. Ustelik degerinden yuzde 25 oraninda daha fazla bir fiyat onererek. En azindan soyledigi boyle.
Binanin sahipleri ile gorusmus, Trump'in onerdigi rakamdan cok daha fazlasini odediklerini soylemisler. Donald Trump bolgeyi sevmedigini, o kadar yuksek bir degere sahip olamayacagini anlatirken kiziyor.
Trump, emlak piyasasinin krali. Is adami olarak da bir kurt. Hatta pozitif avantajci. Televizyonda bile kariyeri buyuyor. Uzun soluklu islerin adami. Dolayisiyla fiyat ve piyasa konusunda Trump'in soylediklerini ciddiye almamak mumkun degil. 'Binayi satanlari taniyorum oyle bir fiyat olmasi imkansiz, belli ki yeni sahipleri satmak istemediler bana' diyor.
Camii konusunun yeterince gerginlik yarattigi gorusunde olan Trump, inanclara karsi olunmadigini ama bolgenin hassas durumunun anlasilmasi gerektigi fikrinde. Hatta bu yuzden cok yakin arkadasim dedigi Belediye Baskani Michael Bloomberg'le fikir ayriligi yasamis. 'camii konusunda Bloomber'in yaptiklarina katilmiyorum' gorusunu acikca yayinda soyluyor.

Larry King gorusunu paylasmamayi tercih edenlerden. Kuran yakma girisiminde bulunan Pastoru kastederek, Donald Trump'a soruyor 'Amerika islamofobik mi oluyor?'
Donald Trump, kuran yakmaya calisan pastor icin 'kafayi yemis' yorumunu yaparken, olayi medyanin fazla buyuttugunu, medya ilgilendikce de pastorun konustugundan bahsetti. Canavari medya yaratti yorumunu yapti. Ama islamofobya yok demedi.
Tum tartismalara ragmen aslinda ikisi de nereye dokunup dokunmayacaklarini bilen kritik isimler, dolayisiyla tartismayi uzatmadan konuyu sinirli surede bitirdiler.
Donald Trump'la New York'da bazi toplanti ve davetlerde defalarca karsilastim. Her defasinda da epey sohbet ettik. Hicbir zaman, herhangi bir yere camii yapilmasi konusunu cok umursayacak bir profil vermedi. Ama durumdan avantaj cikarma ve bas rol konusunda her zaman oncu ve cesur profiller verdi, adimlar atti. Bu da onu Donald Trump yapan onemli bir tavir. O yuzden Donald Trump bu davranisiyla bir tasla bir cok dala isbet ettirenlerden. Basarili girisimcilik boyle birsey.

Tipik Donald, bir sure sonra da camii icin ben arazi satin aliyorum, buraya insaa edelim diyecektir bir ihtimal diye gulumserken, cilginca birseyle karsi karsiya oldugumu farkediyorum. Saka mi diye izliyorum. Hayir degil.
CNN America'da 360'a konusan Michael Moore, 'camii bu kadar rahatsizlik yaratiyorsa ustune ben de para vericem hemen yapsinlar' diyor. Amerika'nin bu tartismalari coktan asmasi gerektigini, bu filmi daha once cok gordugunu anlatan Michael Moore 'meseleye islam acisindan bu kadar sembolik bakiliyorsa, yikilan kulelerin aniti gibi korkuyla algilaniyorsa bu camii, o zaman bence yakinina yapmak yanlis. Direk yikilan kulelerin oraya yapilsin bu camii' diye hararetle konuya oyle bir daliyor ki anchor Parker bile ne diyecegini sasiriyor. Studyoda garip bir sessizlik yasaniyor. Micheal Moore, Los Angles'den baglandigi icin 'acaba yayin mi kesildi' bakisi firlatiyor kameraya. Bir sure sonra anchorman Anderson Cooper yeniden devreye girip meseleyi daha genel bir cercevede toparliyor.
Moore, sozlerinin sonunda ise lafi donup dolastirip Bush karsitligina getirmeyi basariyor.
Takip eden dakikalarda CNN'in, Michael Moore'un gorusunu cok sevdigini soyleyemem ama Michael Moore'un 'George W. Bush yuzunden' cikislariyla, Bush'un yine damarina basmayi basardigini soyleyebilirim.

Bu ulkede gercekten 'South Park' diye buyuklere cizgi film, niye var cok iyi anliyorum. Herkes o kadar cok seviyor ki gundemin icine girmeyi, malzeme cok. Haklilar.

Hatirlar misiniz? Once nefret gelecek, sonra hikaye, sonra kahramanlar, en son da kabullenis demistim. Surec aynen Amerikan way...

12 Eylül 2010 Pazar

J AND I IN NYC

New York'daki ilk haftam. Erkenden uyanip Centrel Park'da yuruyus yaptim. Sonra Plaza Hotel'de Nbc News'in onemli isimlerinden biriyle kahvalti randevum vardi. NYU'dan tanisiyoruz. 2 yildir gorememistim, kapidan girince gozlerime inanamadim. Kilo vermis, bosanmis, sac ektirmis bambaska bir adam geldi karsima. Nerdeyse asik olabilecegim bir adam. Dayanamadim, 'keske karinla daha az samimi olsaydim' cumlesi cikaverdi agzimdan.
J, New York'un bilinen isimlerinden. Dunyada olup biten herseyi bilen ya da bir sekilde ayrintilari biraraya getirebilen deli bir adam. Hayatimda gordugum en zeki beyinlerden biri.
NBC'de onemli bir gorevi var ve ayni zamanda bir cok sirkete danismanlik yaptigi icin ismini buraya yazmam soz konusu bile degil.
Kahvaltida, ben New York'u cok ozledigimden bahsederken. 'eski new york'u ozlemis olmalisin, isler artik eskisi gibi degil' dedi.
Kahvalti masasindaki New York Times'i bana dogru uzatti. Ilk sayfasinda New York'da ikiz kulelere yakin bolgede kurulmasi planlanan Islamik Merkez'e iliskin yapilan anketi gosterdi. Ankete katilan cogunluk o bolgede boyle bir merkezin varligini istememis. Gazete de buna epey genis yer vererek anlatmis. 'E nolmus yani' dedigimde. 'Burada daha ilk haftan, bu konudaki tartismalari gordukce duyduklarina inanamayacaksin' dedi.
Aynen oyle oldu.
Gunlerdir bu konuda yapilan her turlu haber ve tartismaya sahit oldum. New York'un suan en buyuk meselesi bu gercekten. Hatta 11 Eylul 2001 saldirilarinin 9. yil donumu oncekilerden cok daha gergin gecti. Papaz Jones'un kuran yakma tehditleri saatlerce butun kanallarda canli olarak verildi. Obama bu gelisme uzerine aciklama yapmak zorunda kaldi.

Ilk kez Manhattan'i bu kadar tahammulsuz gordugumu soylemem lazim. Ama baska gariplikler de yok degil. Mesela bazi musluman taksi soforleri caddede seyir halinde arabasinin teyibinden son ses acik kuran dinliyor. Ayni taksiye biniyorum. 'Bugun kandil haberin var mi' diyorum. Cevap 'hayir'. Sadece tek takside de olmadi ustelilk. Bir tuhaflik oldugu kesin. Kim neye tepki verdigini gercekten biliyor mu? Kuskulu.

Peki 'New York'daki tepkiler asiri mi'?
Bilincaltlarindaki El Kaide korkusunu dusununce, hatta dinleyince, burunlarinin dibindeki 2 kocaman gokdelen, gozlerinin onunde cokunce hayir. Cunku korkuyorlar. Ayni seyin yeniden baslarina gelmesinden cok korkuyorlar. Onlarin tepkisi bu kadar basit. Bir de cahil kesim var tabii. Neye, niye tepki verdigini bilmeden oylece karsi cikiyor.
Ama yazdiklarimdan butun Amerika bu ise karsi gibi bir algi cikmasin tam tersi meseleyi gayet dogal algilayan ve camiinin o bolgede olmasinda sakinca gormeyenlerin sayisi hic de az degil.


Peki ne olacak?
J'nin buradaki fikri: konunun uzun zaman daha tartisilacagi ve sonunda Turkiye'nin de buradan avantajli cikacagi yonunde. Amerika kendi hikayesini ve kahramanlarini yaratmayi sever diye basliyor anlatmaya. 'Once bir kac musluman kahraman goreceksin. Film yildizi olabilir, ya da bir konuda isim birileri. Sonra ilimli Islam modelleri ve konulari yeniden acilacak. Siz o konuda cok iyi bir model olmaniza ragmen iliskileri yonetmekte son derece kotusunuz. Ama hic birsey yapmasiniz bile yolun sonu sizi otomatik olarak AB'ye tasiyacak kadar acik gozukuyor'. yorumunda bulundu.
AB er gec daha fazla direnemeyecek hale gelecek, cok sasiracaksiniz diyor.


Bu konuda doner donmez daha detayli yazacagim ama simdilik vakit ve imkan bu kadar.

1 Eylül 2010 Çarşamba

RUYADALİZM


Salvador’la açtım gözlerimi sabah…
Bıyıkları yüzümü gıdıklıyor. Kedisi de ayaklarımın ucunda. Dışarıdan gelen yağmurun sesiyle uyku tutmuyor bir türlü, çarşafların arasında dönüyorum. Yatağın ucundaki saate bakıyorum. Henüz sabahın 07:00’si. Salvador’u uyandırmak istemiyorum ama dayanamıyorum.
En sonunda kıpırdanmama dayanamayıp, gözlerini bana doğru açtı ve gülümseyerek; ‘ne rüya gördüğünü ayrıntılarıyla anlatabilirim’ dedi…

‘Hatırlamıyorum’ kelimesi dökülüverdi dilimden…

Salvador ‘hatırlayacaksın Ann’ dedi. Ve beni kendisine doğru çekti.
Biz ne zamandır, nasıl beraberiz? Hatırlayamıyorum. Ama içimde bu anı tekrar tekrar yaşadığımı hatırlar gibiyim. Emin değilim. Galiba çok uzun zaman oldu.
Ama ne önemi var ki? Bu sabah hiçbir şey hatırlamıyorum nasıl olsa…

Salvador; ‘başıma gelenlerden haberin var mı’ diye sorunca, o an kalbime bir sancı girdi.
Utandım! Hiçbir şey hatırlayamadım.
Kendime kızmaya başladım. Hatırlamam lazım dedikçe daha da kayboldum hafızamın içinde.
Üstelik kedi de kaçırmış her şeyi. Kedi ve ben çaresizce, öylece birbirimize baktık.
Sonunda dürüst olmaya karar verdim. ‘Ben bu sabah, seninle ne zamandır birlikteyim onu bile hatırlayamıyorum, nasıl tanıştık, nasıl öpüşüyorsun, nasıl sevişiyoruz? Hiç birini bilmiyorum. Sadece çok mutluyum, bunu hissedebiliyorum.
En azından!’
Salvador beni dinledikten sonra hiçbir ifade belirtisi göstermeden odadan çıktı. Hatta evi terk etti.
2 saat sonra elinde Gala için yaptığı portreyle dönünce bu sefer ben çıldırdım.
Eski eşinin evde ne işi olabilir? Adını duymaya tahammülüm yokken bir de resmini mi eve asacağım?
Yok artık, daha neler!
Sonra durup dururken bana ‘sence o mazlum mu’ diye sordu. Şu anda hayatta olmayan kadın, sence benim için tüm hayatını feda mı etti?’
Buydu soru! Cevabı verilemeyecek bir soru!
‘Ya ben’ diye bağırmak istedim. Yapamadım!
‘Senin için rüyalarda yaşamayı kabul ettim. Ben gerçek bile olamadım, ölemedim bile!’… Salvador haykırışlarımı duymadı.
Beni zalim olmakla suçladı sadece.

Olmazların hep kendi gündemi vardır zaten. İçine girmemek için direndikçe en dibine düşürür. Gala’nın, başka kadınların, kendi kadınlığımın ve düşüncelerimin altında kalmak zalimleştirdi beni.

Ama artık roller değişti.
Sıra Gala’nın. Yaşamasa bile zalim olma hakkı Gala’da. Sonra yine ben zalimleşeceğim. Rüyalar, hayattan daha acımasız. Bari burada geçerli olmasaydı bu düzen.
Ama Gala’yla ortak yanımız var, ikimiz de zavallıyız.
İkimiz de kendimizi Salvador’a feda ettik. Biz yokuz. Salvador’un oyunundayız. Sırayla birbirimizi öldüreceğiz. Hepsi bu.

Bıyıkları kadın ruhuna değen adam, Salvador Dali.

Gala, Dali’yle olabilmek için çocuğunu, kocasını arkasında bırakan kadın. Dali’nin kendisinden önce ölen eşi.
Ann ise Dali’yi rüyalarında yaşatan kadın. Hiç var olamayan, vücut bulamayan bir ruh. Varlığını kendine yakın bulduğu kişilerin rüyalarında sürdüren kadın.
Vazgeçemediği aşkı Dali’yle her gece birilerinin rüyasında yaşatıyor hikayesini. Büyük aşk yaşıyor rüyalarda Dali’yle.

Konuya giriş sebebim ise tüm bunların benim rüyamda yaşanmış olması. Dali’nin, Ann diye bir sevgilisi hiç olmadı aslında. Ama benim rüyalarımda Ann onun büyük aşkı.

(Deliliğe övgü)