23 Eylül 2011 Cuma

LA FURTUNA 7

"Kaçabilen canını kurtarır"

Yılların iç güveysi damadı, Şeyh Rüstem’e getirildiği günü hatırladı.
Rüstem, İsmet’e sahip çıktığında ailesi çoktan ölmüştü. Ari’ydi adı. Siyah şapkasıyla getirmişlerdi. Çarşıda Rüstem’in karşısına çıkardıklarında ‘temiz yüzlü-mesleği var’ demişler. Şeyh, tek şart koşmuş. ‘Müslüman olacak, ismini de değiştirecek’.. Ari olmuş- İsmet.
Esnaf Rüstem’e şaşmış. ‘İsmet Paşa’yla kavga etti, dinletemedi kendini, yanındakini İsmet yaptı.’ diye çarşıda konuşulur olmuş. Şeyhe yakışıyor mu hiç diyenler epey kalabalıkmış.
Rüstem, Ari’yi görünce İsmet İnönü’ye benzetmiş bakışlarını. Düşünmeden Ari’yi, İsmet yapmış. Kaderini değiştirmiş Ari’nin..
Şeyh, kendi kızıyla da evlendirmiş çaylak Ari’yi.
İsmet’in başka sevdiği varmış ama içinde saklamış. Ne kızın ailesine açılabilmiş mevzuyu, ne de korkudan Rüstem’e anlatmış. El mecbur Sümbül’le evlenmiş. Hiç sevememiş karısını. Önceleri akşam olduğunda dokunmak bir yana, köşe bucak kaçıyormuş karısından. Ne zaman içse- o zaman zar zor vazifesini görüyormuş.
Ensar da, babasının içtiği gecelerin birinde düşmüş ana rahmine.

***
İsmet masada çoktan toprak olan karısını hatırladı. Her şey daha dün gibi tazeydi ona. Bir yanıyla utanıyordu, vicdanı sızlıyordu. Başka bir yanı içinde sildiği Ari’yi hatırlatıyor zalimleştiriyordu içini. Eski görüntüler yine kafasında canlanıyordu;
***
Sümbül’ün içindeyken sevdiği kızın adını sayıklardı. Sümbül, duyardı ama ses etmezdi. Çok sevmişti İsmet’i. Teni- tenine değdiğinde, dudakları dudaklarınla buluştuğunda, eli isteksiz de olsa göğüslerini sıktığında inlerdi altında Sümbül. Erkeği sevmese de, kadınlığını yaşatıyordu. Sümbül’e dokunmak istemeyen İsmet’in içini ise iki kadehten sonra şehvet sarıyordu. Sümbül’ün inlemelerini kulağında duymaya başlar, kadehini bırakıp Sümbül’ü odaya çekerdi. Ev kalabalıksa en kuytu köşeyi bulurdu. Önce ısırırdı Sümbül’ü, sevdiğine gidememenin hırsı olurdu o ısırıklar. Sümbül anlardı ama tepki vermezdi. O da ellerini İsmet’in saçlarına dolar, kafasını bastırırdı. Razıydı bu hırsı çekmeye. İsmet her seferinde sanki büyük nefretle yapışırdı Sümbül’ün dudaklarına sonra her nasıl oluyorsa zevkle içinde kaybolurdu. Nefretiyle şehveti arasında bir yerin bağımlısı olmuştu. O yüzden daha da nefret ediyordu ondan. Ayıkken dokunmak istemediği sevmediği karısıyla, gece çökünce sarhoş olup zevklerin en tutkulusunu yaşıyordu.

Ama bu zevkler öyle evlenir evlenmez başlamamıştı. Evlendikten tam 5 yıl sonra kimsenin olmadığı bir gece keşfetmişlerdi kendilerini.

Bir gece Ensar, dedesiyle akrabalarına gitmişlerdi, geceyi akrabalarında geçireceklerdi. Sümbül, İsmet’in sofrasını hazırlayıp kenara çekilmiş örgüsünü örüyordu. Şeyh Rüstem kızına yasaklamıştı, kocasıyla aynı içki masasına oturmayı. Damadına söz geçiremeyince kızına buyuruyordu. Kızı da, korkusundan babasının sözünden çıkamıyordu.
O gece oturduğu minderden arada İsmet’i izliyor ama o bakınca hemen gözlerini kaçırıyordu. Birkaç kadehin ardından içkiyi fazla kaçırdı İsmet. Her zamanki gibi başlamıştı. Ama Rüstem’in yokluğundan faydalanıp daha çok içiyordu.
Sümbül’ü yanına çağırdı, karşısına oturttu. Bardağını içkiyle doldurup içmesini istedi. Sümbül karşı çıkınca, İsmet sesini yükseltti, elini masaya vurdu. ‘Hayatında bir defa ayakta da kadın ol.’.. İsmet bağıra bağıra küfürler, hakaretler yağdırıyordu. Sümbül içinden ‘allahım sen affet’ diyerek kadehten bir yudum aldı. İlk kadehten sonra bir sıcak bastı gözleri karıncalandı. Masada duran pakete uzattı elini, bir sigara yaktı. İsmet, karısının sigara yakışına şaşırdı. Sigarayı sormadan alıp yakmasından etkilendi. Sümbül’ü izlemeye başladı. Masada konuşmuyorlardı. Sümbül bir yudum kadehten içiyor, bir nefes de sigarasından çekiyordu. Şarap her yudumdan sonra Sümbül’ün vücudunu yumuşatıyordu. Yıllarca kendini sıkan kadının bütün telleri gevşeyip, bakışları değişti. Kocasını arzuluyordu. Söylemeye cesareti yoktu. İsmet’in var gücüyle onu kavradığını hayal ediyordu sadece.
İsmet kadehinde kalan son yudumu içti, bir sigara yaktı. Kadehini doldururken Sümbül’den hırkasını ve baş örtüsünü çıkartmasını istedi. Sümbül’ün elleri titredi. Konuşacak oldu ama İsmet; gözlerini üstüne dikince, Sümbül üçüncü kadehine hırkanın içine giydiği askılı atletiyle, baş örtüsünün altından çıkan fındık kabuğu rengi saçlarını da salarak devam etti.
İsmet’in kayan gözleri ona başka bakıyordu. Hiç böyle bakmamıştı karısına daha önce. Hiç yatak odasının dışında arzulamamıştı onu. Sümbül oracıkta her şeyi yapmaya hazırdı. Kalkıp kocasının kucağına oturmayı, dudaklarına yapışmayı çok istiyordu ama yerinden kıpırdayamadı. Öylece dona kalmış, İsmet’den bir hamle bekliyordu. İsmet kadehini bıraktı ayağa kalktı. Plağa koyar koymaz Sadettin Kaynak’ın ‘bir rüzgardır gelir geçer sanmıştım’ çalmaya başladı. Karısının elinden tuttu, dans etmeye başladılar.
Kollarının arasında çok sevdiği kadını yoktu. Hayalindeki ilk danstan çok çaresizce bir sığınış vardı. Sümbül kocasının ayaklarına uymaya çalışırken takılıyordu. İsmet’le göz göze gelemiyor, kafasını sağa sola çeviriyordu. Kendini ne İsmet’e, ne de dansa bırakabilmişti. Dans ederken göğüslerini kocasına yapıştırmalı mıydı, yoksa daha mı mesafeli olmalıydı?
Durumdan rahatsızdı ama başka türlüsünü de bilmiyordu.
Bir kadın ne yapar bilmiyordu.
En son Eyüp’te, Fırıncı Tahir Sofuoğlu’nun sinemasında bir film izlemişti. Tecavüze uğrayan köylü kızının halleri vardı filmde ama tam anlayamamıştı. İkinci defa izlemeye gittiğinde ise mahallenin yaşlılarının fetvasıyla film sinemada artık gösterilmiyordu.
Annesini hatırladı. Ama O da babasının gerisinde yürürdü. Bir gün kadını görememişti annesinde. Daha çok evin anasıydı, kadınlığından vazgeçmişti.
Sümbül bütün korkularına rağmen kocasının gözlerine çevirdi bakışlarını. İsmet de hiç vakit kaybetmeden dudaklarını karısının dudaklarına yapıştırdı. Saçlarını okşamaya başladı. Ama İsmet onu bir kez bile böyle öpmemişti. Bu gece İsmet dudaklarını emiyordu. Şehvetle ısırarak dudaklarını içine çekiyordu. İsmet karısını yavaş yavaş soydu. Şarabından büyük bir yudum ağzına alıp dudaklarını Sümbül’ün dudaklarına getirdi. Ağzındaki şarabı öylece öptüğü yere bıraktı. Sonra diliyle şarabı Sümbül’den içmeye başladı. O gece salonun orta yerinde saatlerce seviştiler. Hayatlarında ilk kez yerde ve şarapla seviştiler. İkisi de her an bir yudum alıyor ağzındaki şarabı ya diğerine sunuyor ya da içiyordu. İlk kez o gece zevk almışlardı birbirlerinden. Artık Şeyh Rüstem’in her uzağa gidişi onlara başka bir fırsat oluyordu. Birbirleriyle konuşmadıkları gizli anlaşma gibiydi. Rüstem ne zaman ‘yarın yokuz torunla bir gün filanca akrabada kalacağız’ dese ertesi gecenin nasıl olacağını ikisi de bilir, iple çekerdi. Ev ahalisi bir yere gitmemişse; kimi zaman Sümbül hastayım der erkenden odasına çekilirdi. İsmet’de ona bakma bahanesiyle yanına sokulurdu. Yatağın altından çıkardıkları şarabı içmeye başlarlardı önce. Sonrada birbirlerinin olurlardı. Sümbül’ün hastayım dediği akşamlarda ise torununa Rüstem bakardı.
Yıllarca içlerine bastırıp, vazgeçtikleri ne varsa geceleri çıkardılar. Güneş doğana kadar her şey başkaydı.
Ama Sümbül her sabah kalktığında kendine aynı şeyi tekrarlıyordu; ‘geceler kocamın kalbine sevgi koymaya yetmedi’. diyordu. Sümbül çok seviyordu kocasını ama İsmet zevke tutulmuştu.. Bir süre sonra da bağımlı oldu. Gidip dokunmak istiyor, içinde olmak istiyordu karısının. Ama gündüz yine senelerdir hor gördüğü Sümbül oluveriyordu. Gecelerin fındık kabuğu rengi parlayan saçları, gündüz baş örtüsünün altına gizleniyordu. İki kadeh içtiği şarapla parıldayan, şehvetle çağıran gözler- gündüz mahsunlaşıyordu. Gündüzü olmayan ilişkileri vardı.
***
İsmet masada oğluna bakarken; hatırladığı gecelerin vicdanında yara açtığını biliyordu ama
ne yaşarsa yaşasın içindeki öfke dinmiyordu.
Ari’yi bırakalı uzun zaman olmuştu ama hala içinde bastırıyordu o küçük çocuğu. Akşamları içmezse, içine gömdüğü Ari çıkıyordu. Yüzleşmek istemiyordu. ‘beni niye bıraktın?’ sorusuna verecek cevabı yoktu. İçki ve Sümbül’le geçirdiği zevkli dakikalar uyuşturmaya yetmişti yıllarca İsmet’i. Ama Sümbül öldüğünden beri elinde içkisinden başka meyhaneci Sami bir de arasıra meyhaneye uğrayan liman kızları vardı.


devam edecek...

*****

22 Eylül 2011 Perşembe

KAÇ 'ADET SALAK' ?

Henüz ilkokula gidiyordum. Birkaç sene önce rahmetli olan öğretmenim daha o günlerde tembihlemişti. “Pazardan domates almıyorsanız ya da eşya alıp-satmayacaksanız; kilo, tane ve adeti cümlelerinize maydanoz etmeyin!
İnsana dair bir şey anlatıyorsanız; bu üçünden uzak durun! Samimiyeti bıçaklamayın!” derdi.

Gelelim bunun haber versiyonlarına…

1 adet uçak …. açıklarında kayboldu veya Allah korusun ama 1 adet uçak düştü.!!
Doğrusu; 1 uçak düştü.. (çünkü insan taşıyor, duygusu var!..)
1 adet gemi….. 1 tane araç.. vs..
Yani insansız çalışması mümkün olmayanlar genelde cümle içinde nitelikleriyle ve şahsiyetleriyle yaşarlar.

Bir de insanı iplemeyen çeşitler var. Mesela; domates, patlıcan, fasulye soyu, insan olsa da- olmasa da buradalar. Dolayısıyla adet ve tanelerle hayatlarına devam edebilirler.
*
Bir çatışma, kaza v.s. olduğunda ise insan, asker, terörist, çalışan, kadın, erkek vs.. öldüğünde, yaralandığında taneyle olmaz, adetle sayılmazlar! İnsanlar!..
Zannetmeyin ki; sadece siyasiler bu tarz hataları konuşmalarına katıyor. Ekranlar, akşama kadar aynı hatayı yapan acemilerle dolu.
Bunların içinde artık komik duruma düşmekten öte geçen başka bir söylem daha var.
‘Vefat’!
Sadece İslami literatürden gelir ve terminolojiktir. Amerika’dan George ya da Almanya’dan Hans, müslüman olmamışlarsa, hayatını kaybetti ya da yaşama veda etti gibi ifadelerle anılmaları gerekir.
Yani yaşamını kaybedenler, vefat edemezler.
Bu konuda iki kitap okuma zahmetine katlanmadıkaları için- çam devirmenin artık normal karşılandığı bu günlerde- böyle çamları devirenler artık bizden değildir,
ehli değildir.
****

AHLAKSIZ “OSCAR”!!!
‘Ahlaksızlık nedir?’ diye sorulsa; kendimce bir sürü şey sıralarım. Sonra biri gelip bu- bir sürü şeyi, başka başka fikirlerle çürütebilir.
Ama ben öyle büyük bir ahlaksızlık biliyorum ki; üstüne bütün dünya toplansa- bunu çürütemez, değiştiremez! yine de en büyük ahlaksızlık olarak kalır! Hatta ahlaksızlıklar Oscar’a aday gösterilse, kategoride dünyanın en kötüsü seçilir!
Neden mi?
17 Eylül’de Adnan Menderes için yaptığım özel yayına hazırlanırken, saatler süren ses kayıtlarıyla geçen gecelerimin devamı kabusla bitti!!
Evet senelerdir Adnan Menderes hakkında bir çok şey okudum, asılmış fotoğraflarını gördüm. Böyle bir durumu hayvanlıktan beter suçladım!
Ama ben sesleri duyduğumdan beri bunların da ötesine geçtim. Zaten mahkemeye gitmeden asılacağı belli olan eski başbakana oynanan tiyatroyu dinlerken insanlığımdan utandım!
Ama asıl; Aydın Menderes’in, Taha Akyol’la beraber yazdığı kitaptaki bir açıklama beni şok etti.
Bir ülke düşünün ki; astığı başvekilin- asılan ipinin parasını ödeme emriyle ailesinden istiyor.
Ahlaksızlığın dibine vurmuş eller; “ip parası” istiyorlar.
Üstüne ödeme emri gönderip, ‘ipin parasını ödeyin’ diye emrediyorlar.
Benim için bu yüzyılın en büyük ahlaksızlığı budur!

16 Eylül 2011 Cuma

LA FURTUNA 6

"Kaçabilen canını kurtatır"

Ensar’ın günü yoğun geçti, geleni- gideni bitmedi dükkanın. Yeni siparişler de ilerideki dükkanı tutmaya yetecek kadar para getirecekti. Üstelik daha yaz başlamadan işlerin birkaç haftadır bu kadar iyi gitmesi şaşılacak şeydi. Zamanlama ve şansının da yeni dükkanı işaret ettiğine iyice inanmaya başladı.
Akşam eve gelirken babasına bir şişe şarap aldı yoldan. Bazı akşamlar Sami’in meyhanesine takılırdı İsmet. Ensar ise babasına ne eşlik ederdi, ne de içmeyi severdi. Babasının içkisine her zaman karşı çıkmıştı. Hayatında ilk kez, kendisine tuhaf gelse de babasına içki aldı. O’nu içki alırken gören çırağı Hüseyin’in gözleri yerinden çıkar gibi kocaman oldu. Çırak daha ağzını açmadan- Ensar; ‘Babam her şeyinden vazgeçti ama içkisinden geçmedi. Sanki tutunduğu tek dal. Bazen benden daha çok sarılıyor içkiye. Vazgeçemiyor. her şeyden daha fazla sadık içkisine….’ Hüseyin bunun altında bir şey olduğunu anlayacak kadar iyi tanıyordu Ensar’ı. Hala şaşkındı, inanmadığı gözlerini kaçırmasından belliydi. Ensar dayanamadı; ‘bak Hüseyin yukarı taraftaki dükkanı istiyorum. Bizim için daha iyi olacak o dükkan. Daha çok büyüyüp zenginleşeceğiz. Babam daha dedemin yanına verildiğinde vazgeçmiş kendinden, şimdi vazgeçmek zorunda kalacağı çöp bile istemiyor’..
Hüseyin cevap vermedi. Bakkal Hasan’ın köşesine gelince sessizce biraz ilerdeki evinin olduğu sokağa yöneldi. Ensar haklı olduğunu düşünse de bir sıkıntı girdi içine. ‘Niye Hüseyin’e savunmak zorundayım ki’ diye düşündü.
Eve girdiğinde babası uyuyordu, mutfağa girdi. Sofrayı özenli hazırladı, annesinden kalan beyaz örtüleri masaya serdi. Babasının kadehini çıkardı. Güç bela şarabı açtı. Babasını uyandırmadan etraftaki plaklardan birini koydu. Sadettin Kaynak’ın; ‘Yadeller aldı beni’ en sevdiği bestesiydi. Önce bir cızırtı çıktı ama Ensar biraz kurcaladıktan sonra şarkı duyulmaya başladı. ’Yadeller aldı beni, taşlara çaldı beni. Yardan ayırdı felek, gurbete saldı beni. Yol verin geçeyim, dumanlı dağlar. Dağların, ardında nazlı yar anar ……... Yol uzun gurbet acı, dağlar var ara yerde’..
İsmet uyandı. Yatağından kalkmadan şarkıyı usulca içinden söylemeye başladı. Oğlu odaya girince şarkıyı hiç duymamış gibi sesini çıkarmadı, gözlerini kapadı. Ensar babasının omzuna dokundu; ‘baba bak senin plağı koydum. Sofrayı hazırladım. Sana sürprizim de var.’ İsmet yattığı yerden doğruldu. Gözlerini ovuşturup Ensar’a doğru baktı. “bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü dedenin sözüydü değil mi?’’
Ensar anlamamış gibi mutfağa tencereyi almaya gitti. Masaya geldiğinde öylesine sohbet açar gibi sakince cevap verdi, babasına.
“baba bugün işler çok iyiydi. Dükkanda ne var- ne yok sattık. Üstelik peşin. Yeni siparişler de aldık. Hakkımız değil mi kutlamak.’ İsmet’in yüzü güldü; ‘hakkımız elbet evlat ama dereyi görmeden paçaları sıvama bakalım sen. İş bu! iyi günü var, kötü günü var.’
Ensar babasından bu sözleri duymayı bu akşam hiç istemiyordu. ‘Bir kadeh şaraptan içsin hele, sonra tatlı tatlı anlatırım nasıl olsa’ diye geçirdi içinden.
***
Yemek sofrasında İsmet ikinci kadehini doldururken, Ensar konuyu açtı. “Baba bizim dükkan işlerimize küçük kalıyor. Daha büyük bir yere geçmemiz lazım.” İsmet uzun zamandır esnaftan duyuyordu Ensar’ın dükkanı kolladığını ama ses etmemişti. Böyle bir sohbetin geleceğine hazırlıklıydı. Oğlunun ne kadar inatçı olduğunu biliyordu, dedesinden beter damarı vardı. Bir kez kafaya koydu mu önünü alan olmazdı. Okulu da ani bir kararıyla bırakmıştı. İlk okuldan sonra onu okula ikna edememişti kimse. Meseleyi inada bindirmeden başka bir şeye inandırmak lazım bu oğlanı diyordu. Ensar’ı cevapladı; bence erken. Bu sene işler iyi gitti diye seneye de aynı şeyin olacağını bilemeyiz. Hele biraz daha geçsin sonra o kararı sen kendin verirsin. Ensar emin bir ses tonuyla; ‘ben o kararı verdim’ dedi. İsmet bu kadarını beklemiyordu. Ensar’ın gözlerindeki toy kararlığı gördü. ‘bak evlat orası bizim işimize büyük kalır, bir sene daha bekleyelim.’ Ensar hiç duymamış gibi devam etti;
-Biz beklesek ne olur, dükkan bizi beklemez!
-Başka dükkan çıkar.
-Ben işimi kısmete bırakamam. İnsanın kaderi kendi elinde. Biz hergün deli gibi çalışıp üretiyoruz. Kısmet mi getiriyor elimize veriyor biz otururken?
-Onu demiyorum. Biraz daha bekleyip görelim savaşın durumu bile belli değil. Buralardan gitmeyeceğimize garanti var mı?
-buralar bizim topraklarımız hiçbir yere gitmeyeceğiz!
-Deden gibi konuşmaya başladın. Daha doğrusu deden gibi emretmeye başladın. Sanki öldü sana bıraktı hay huyunu! İsmet ilk kez kararlı bir tonda azarlıyordu Ensar’ı. Şeyhin ona davrandığı kadar kararlıydı..


devam edecek....

11 Eylül 2011 Pazar

BİZİM GÖLGE 11

11... Tasavvufta birin bire yansıması... Kalbin mukabiliyle buluşması, ayna olması.. Hangi anlamı yüklerseniz yükleyin iki birin, tek bir olduğu rakam onbir..
**
11 Eylül!!
Birin biri parçaladığı gün.. Birin artık eskisi gibi olmadığı gün..
Dünyada herşeyin değiştiğini tarihlerle, rakamlarla bize mesajlarıyla anlatan gün..
New York'un on yıl sonra da acısını sıcak tuttuğu gün. Amerika'nın en karma, Birleşmiş Milletler gibi yaşayan kentinin kalbinin söküldüğü gün..
Binalardan sonra insanların da içinde birler- bire yansımıyor artık, arada boşluk var. Tıpkı binaların kendi yeri gibi bomboş.
Bizim meşhur lafımız vardır ya; her büyük olay için 'bin yıl sürecek' vesselam deriz! Kendimizi abartırız. Ama asıl bin yıl sürecek olan kırılma 11 Eylül'dür.
Peki biz ne diyoruz? Yani hükümet olarak da, kimi aklı selim diye bildiğimiz açıklamalar da 'efendim bu terör belasını biz senelerdir çekiyoruz, Amerika'yı en iyi anlayan ülkelerdeniz vs' gibi samimi olmayan açıklamalarımız var.
Evet biz terör konusunda çok acı çeken bir ülkeyiz ama aynı zamanda problemi de çözmeyen, aynı ülkeyiz. Doğunun erteleyen alışkanlıklarını bırakamayan, batılı gibi düşündüğünü sanıp doğulu gibi davranan bir yeriz. Sentez fakiriyiz!
Bana sorarsanız burada birin, bire hiç ulaşamadığı gölgeler gibiyiz.
***

RENKLİ TV!
Hatırlar mısınız? 90'lı yıllarda hayatımıza şarkıcı, oyuncu, manken kontenjanından bir çok isim girmişti. Gazete, televizyon nereyi açsak onlar vardı karşımızda! Sonra arkasından başkaları da türedi. Madem bu kadar kolaydı, 'ben de yapabilirim' diyenler vardı. Bir açılıp, pir açılıp yakalanmalar mı istersiniz, defilede 'kazaran' memesi açılanları mı? Skandallardan- skandal beğen dönemiydi.
Aradan beş-altı yıl geçti. Bu isimlerin yerinde yeller esmeye başladı. Öyle bir dönem geldi ki; yolda görsek hatırlayamaz olduk. Kalıcı olanları ise bir elin parmaklarını geçemedi. Çoğu rüzgar gibi gelip-geçtiler.
Niye mi söylüyorum?
Acun'un yarışmalarına baktıkça aynı filmi görüyorum da ondan.
Sadece Acun'un yarışmaları mı?
Haksızlık olur.
Ama 90'lardan farklı bir dönem olmadığını biraz dikkatli baktığınızda siz de göreceksiniz.
Bugünün isimlerini not edin. Yanlarına isterseniz yorumlarınızı da katın. Çok değil, beş yıl sonra yüzde 90'nın olmayacağını şimdiden garanti ederim.

***

Ehliyet, ruhsat!

Bizim bazı köşe yazarlarını 10 dakika dinleseniz, zannedersiniz ki dünyada her şeyi ilk onlar keşfetmiş. İlk onlara fısıldanmış herşey vahiy gibi! Ve bütün dünya da sanki onlardan esinleniyor. Garip bir aşırı özgüven ve deli gibi halleri var televizyonlarda. Ezberlediği replikleri anlatıyorlar ama söyledikleri hep aynı.
İyi yazaların ise çıkıp bağıra bağıra anlatmak gibi bir dertleri yok zaten yazıyorlar.
Düşününce keşke köşe yazarlığı ön sınavı gibi bir standardımız olsa!
Ne bileyim adam gibi bir basın konseyi olsa! ve belli bir entellektüel birikime ve alana göre ehliyet verse mesela? BM raporları gibi yasal bağlayıcılığı olmasa ama önemli olsa, önemsense mesela!
Ve sorulabilse; “ehliyet, ruhsat!” diye!..

3 Eylül 2011 Cumartesi

AKILSIZIM AMA ÖZRÜ YOK!

Akılsızlığın özrü olmaz derler. Bazımız bunu çok iyi biliyor olmalı ki; ısrarla karşıdan özür bekliyor...
Ama önce biraz daha geriye gidelim.
Türkiye ve İsrail arasında 'özür üzerine' kilitlenen kriz için Davos'a bakmamak olayın üstünden hiç geçmemiş olmaktır.
Mottosu 'one minute' olan krizi yine kötü yönetmiştik ama uluslararası platform işi bize bırakmayıp olayı, durumla hiç alakası olmayan bir moderatörün üstüne atmak zorunda kalınca kriz çözülüvermişti..
O dakikalarda yayında olduğum için gerginliği, en baştan belli olan toplantının elektiriği geldi-geliyor havasındaydı.
Şans eseri iş bize bırakılmadan orada çözülüverdi.
Bugün gelinen 'özür' gerginliğinde ise BM raporuna 'yok hükmündendir' diyebilecek kadar kör ve sağır olmayı kabul edebiliyoruz.
Özür bekleyenlerin duvara asması gereken bir rapor. Rapor harika olduğu için değil. Yönetilemeyen krizin belgesi olduğu için.

Peki İsrail özür dilemezse bizim için hayat mı bitecek? Sonra da özür dilemedin bak seni cezalandırdık durumuna mı düşeceğiz?
Yaptırımlarını bir özür adı altında toplamaya çalışan beceriksiz bir politika bu! Madem haklı olduğunu biliyorsun yaptırımlarını en baştan koyarsın, özür dilerse kaldırırsın!

Bence özrü ilk dilemesi gereken Türkiye dışişleridir. Bu işi kötü yönettiği için bizden dilemelidir.
Oraya gönderilmesine izin verdiği ve devlet olarak gitmelerini engellemediği için o insanlardan ve yakınlarından özür dilemelidir.
Devlet olmanın gereğini yerine getiremeyip vatandaşlarının hayatını tehlikeye attığı için özür dilemelidir.
Türkiye Dışişleri böyle bir krizi öngöremediği için asıl kendi halkından özür dilemelidir.
O dönem gemiye binmekten son anda vageçen yedi vekil kimse onlar çıkıp niye vazgeçtiklerini anlatmalıdır!
İsrail'e yaptırımlarını en baştan uygulamayan ülke Türkiye önce kendine bir bakmalıdır.
BM raporunun bağlayıcılığının bulunmadığını açıklamak bugün kimseyi kurtarmaz sadece güldürür.
***

HASTA BAYRAM!
Arkadaşlarımın ve herkesin bir yerlere gittiği bayramı evde hasta geçirmek de varmış.. Grip mi, nezle mi? Ne olduğunu anlayamadığım hastalık bitmek bilmedi. Meğer klimalardan geçiyormuş. Aman dikkat!
Evde vakit geçirince haliyle herşeyden anında haberdar olup, onlara kendi aralarında sıralama bile yaptırabiliyorsunuz. Benim için bayramın en büyük bombalarından biri; Metiner'in ses kasedinin ortaya çıkmasıydı. Seneler önce başka kanattan yaptığı açıklamalarmış. Ne diyim sana da geçmiş olsun Mehmet abi.
***

HÜLYA 'KAVŞAK'!
Twitter'da, Avşar ve Köse arasındaki kavga ortalığı ayağa kaldırdı. Sonunda Hülya pes edip 'bye' dedi. İlk kavşakta Twitter'dan çıktı yani. Sağlam bir sinir sistemi isteyen twitter'ın verdiği son kurban Avşar, bugünden sonra varlığını hangi sosyal medya platformunda değerlendirir bilmiyoruz ama keşke bulduğun gibi bıraksaydın Hülya!