22 Ekim 2019 Salı

"Devekuşlarıyla" Koşan Kadınlar



Kitabın orijinal adı Kurtlarla Koşan Kadınlar. Sadece dünyada değil Türkiye’de de baskı üzerine baskı yaptı. Kadınların içsel karmaşasını bütünleyerek sağlam bir varoluşa dönüştürmeyi arzulayan yegane bir hizmet bana sorarsanız. O kadar şahane bir kitap ki geç tanıştığım halde bazı yerlerini yeniden ve defalarca okudum. Bilinç altına ve bilinç dışına ulaştığı yöntemi buradan paylaşmayacağım lakin amacına ulaştığı konusunda şüpheniz olmasın.
Neden Kurtlar?
İnsana en yakın davranış kalıpları ve içgüdüsel benzerlikler gösteren güçlü bir simge. Simgesel anlatımı çok yüksek.
Benim başlığım neden devekuşlarıyla koşan kadınlar?
Çünkü Türkiye’de kadınların tam olarak yaşadığı bu. Devekuşu attan daha hızlı koşar. Ayrıca erkek devekuşu bir aslan gibi kükrer. Gel gör ki; bizim efsanemizde de devekuşu, bir tehlikeyle karşılaştığı zaman düşmanını görmemek için başını kuma gömer. Yani bizim yolculuğumuz bu mantıkla devekuşlarıyla yapılmakta.
Fakat ben yine de bize özgü hikayelerle durumu biraz daha deforme etmek istiyorum.
Türkiye özelinde kurtlardan ziyade, mesela ayılarla koşan kadınlar hatta ayılardan son hızla koşan yine de kendisini kurtaramayan kadınlar var. Her gün şiddetin türlüsünü yaşıyorlar. Sadece fiziki değil psikolojik şiddet de vahim durumda ve kadınlık adına ağır bir trajedi yaşanıyor. Kadın tanımını nerden tutarsanız tutun; ne cinsiyet, ne duygusu ne de varlığıyla tam olarak bilinç ilişkisine geçilmiş değil ülkemizde. Erkeklerimiz anneleri dışında kızları dahil kadını nereye koysun hakikaten şaşırıyorlar. Emin olun bunu en eğitimlisinden en eğitimsizine kadar size ispatlarım. Gözlemledim ciddi ciddi üşenmeden izledim. Eğitimlisi de eğitimsizi de kendine bir kız babası modeli bulmaktan öteye gidemiyor. Mahalleden ya da bir yerden. Hangi çevredeyse koşullar biraz da ona göre değişiyor.
Meseleyi basitleştirmekten yana değilim ama gerçeği bugünlük Borges ya da Marquez gibi büyülü olarak sunamayacağım. Kimse çarşafların ucuna tutunarak gökyüzüne yükselemedi henüz. Hala saçlarımızın altında taşıdığımız zihin ve onun köküne inen inançlarla besleniyoruz, hareket ediyoruz ve konuşuyoruz. Demek istiyorum ki; şartlar seni hala güncellemiyor. Farkında mısın?

Daha ötesinde iş dünyasını düşünelim. Bazı erkeklerin kurtlar kadar aç davranıp kadınlara açmadıkları alanları bizzat deneyimlediğinden yazıyorum. Belki yazıla yazıla ihtimalen de olsa gelecekte yapılmaz umudum hala var. Onu naif ve çıkıntı durmayı göze alan bir romancı gibi hala besliyorum.
Ülkemdeki gazetecilik biçimini ve gazetecileri gördükçe kendime gazeteci demekten çoktan vazgeçmiş bir bireyim. Buradaki birey kelimesinin altını çizmek istiyorum. Çünkü gerçekten bir birey olarak çaba vermenin yanındayım. Türkiye’deki gazetecilik ise ana akımda erkek cenahı birbirlerinin paçasını tutarak yapılıyor. Kadınlar bu konuda kesinlikle daha bireysel. Akla ilk gelen örnek; Ayşe Arman kendi röportajlarını, kendi işlerini, hayatını ortaya döktüğü bir model koyuyor ortaya. Tartışırsınız, seversiniz sevmezsiniz fark etmez. O neyse onu ortaya koyuyor. Kendi paçasını tuta tuta ilerliyor.
Erkek tarafı diye ayırmak gerçekten zoruma gidiyor, hoş değil. Hele benim gibi hayata cinsiyetsiz bakan biri için inanın daha gıcık bir durum. Ancak başka türlü anlatmak da kolay değil. Bir dolu köşe yazarı düşünün ya da gazeteci, isim vermeyeceğim. Arasında şuan işlerinden uzaklaştırılanlar da olsun. Hepsi yine birbirinin paçasına tutunarak geziyor. Hiçbirinin bağımsız tek başına yaptığı bir iş yok. Aralarından çıkan yeni jenerasyon var ama ilginçtir o da paçasını ufaktan kaptırıyor. Tuhaf tuhaf isimlerler gruplar halinde, 80’lerin komşuculuk ve mahalleden arkadaşlar zihniyetiyle duruyor. Küçük kollektif mahallelerinde yaşıyor hepsi erkek gazetecilerin. Oradan ayrılanı kurt kapar diye herhalde. Dolayısıyla kurtlarla koşmuyor bizim kadınlarımız, buralarda başka simgeler var. İşe yarasa hiç sorun değil ama faydasız bir kolektivizm.

Kendi kadın mesai arkadaşlarının getirdiği işi ham diye yutup, üstüne bir de “sunucu ile ortak mı olunur” diye ortada dolaşan sonra da ekranda kadın hakları savunuculuğu yapan gazeteciler de var. Kendi bahçesindeki zehirli otlardan tekini bile yolmadığı gibi otoritenin zehirli otlarına kafayı takmış. Peki arkadaşım otoritenin hatasını söyle elbette ama senin inandırıcılığını nereye koyalım? Senin öncelikle kendini ve kadınları aldatmanı, aç gözlülüğünü, işin üstüne yatmanı ve emeği yok saymanı biz nereye koyalım?
Bu noktada da hayat devreye giriyor. Görüyorsunuz zaten basın adına öyle bir kara bir dönemden geçiyoruz ki, çoğu gazeteci işsiz kalmasının yanı sıra insanlık sınavından da kalıyor.
Fikirlerini korumaya çalıştığı yerde, asıl duruşunu koruyamayan insanların, bana göre bu ülkede söyleyecek mühim sözleri yoktur. Olsa da zaten bir yere ulaşmaz.

Türkiye’nin matbuat tarihinin değişmesi için birkaç jenerasyon ötesinde öncelikle bilinç değişimi şart. Mevcut ve yeniye, kendinden farklıya izin vermeyen, sadece onların işaret ettikleri otorite değil aynı zamanda şikayet sahiplerinin bizzat kendisidir.
Bir de zamanında iktidarın yanındayken orayı burayı arayıp ona/buna iş vermeyin diyen adamların şimdi kendilerine üstelik eski arkadaşları tarafından aynısı yapıldığında, “adaletsizlik bu” diye çıkışmalarını ayrıca komedi filmi olarak mı izlesem henüz karar veremedim.
Gerçekten gazeteci erkek grubu arkadaşlara toptan şunu sormak istiyorum. Tek sorunca üzerlerine alınmıyorlar kolektif hareket ettikleri için. Acaba ne zaman yetişkin bilincine geçersiniz? Haber edin.
Sevgiler.















15 Ekim 2019 Salı

"Purolu Adamlar" Miti

Aslında tanım bana ait değil, hakkını yemiyim Adriana Lima ile olan birlikteliğine atfen ilginç bir tespitti. Kendisinin kazandığını purolu adamların kaybettiğini söylemişti Metin Hara... Ya da öyle anladık. En güzel kız ‘yatırımcılar’ locasından yaratıcılar locasına geçiş yapmıştı. Bunu sınıf değiştirmek şeklinde yorumlamak çok ilginç olmayabilir ama kesinlikle değişik bir profil arzusu vardı Lima'nın seçiminde.
Kızlar arasında konuşulur, eğer birlikte olduğu adamlardan memnun olmayan ama hep de aynı tipte ısrar edenlere “artık cast mı değiştirsen” şeklinde biraz da sarkastik bir şekilde önerilir. Aynı adamlarla aynı şeyleri üstelik aynı şartlarda yaşamaya devam edilmesin diye... Neyse burada önce purolu adam tipolojisini açmak istiyorum. Tabi kendi içinde içtikleri purolara göre apayrı sonuçlar çıkarmak mümkün ama çok detaya girmek gerekli değil...

Bizde bir nevi zenginlik ya da güç sembolü haline dönen puro gariptir Freud için meditasyon gibi kendi başına kaldığı özel bir deneyimdi. Kaldı ki Freud’u düşününce insanın aklına önce içimize bastırdığımız arzulu duygular geliyorsa. O zaman puro içen adamlar libido sembolü mü olmak ister? Yahut bu tüten dumanın altında iyi sevişen bir adam duruyor mesajı mı var?

Sonuç olarak onların da bir anlamda talep görmesinin bu derece puro ısrarının ayrıca sebepleri olması lazım.

Etrafımda gözlemlediğim birkaç tipten bahsedebilirim. Kimi gerçekten puro ve şarap, viski birlikteliğini bir zevk olarak şahane harmanlıyor. Onların yanında kimilerinin puro olası bile gelir. Beni de bu kadar zevkle hayatına katar mı merakı gibi... Tutkuları, zevkleri olan adam niteliklidir nihayetinde bakın açısıyla... Hatta taraftar olduğu takıma güç üzerinden değil tutkuyla bağlıysa yine şahanedir. Bir kadına da tutkuyla bağlanabilir. En azından bir yerde becermiştir. Ama güç üzerinden bir bağlılık ya da bağımlılık kurmuş yahut aidiyet yaratmışsa "adamdan" hayır beklemek yanlış olur. Başka evi de yuvası da yoktur. Güç onun ana vatanıdır.

Diğer profil ise varlık elde eder etmez puronun dumanıyla gezer. Ne yaptığından zerre haberi olmadığı gibi desinler kısmı onun için hayati önemlidir. Öte yandan pek de varlıklı olmayıp puroya dadananlara statü heveslisi diyebiliriz. Ya da iyi anlamda henüz gitmediği yere ulaşmanın provasını yapıyordur. Ama bu puroya kocaman bir saatin de eşlik etmesi şart mıdır? Sanmam. En basitinden kendini bilmek saat ve purodan değil de madem bir işe kalkıştın arkadaş o zaman o pantolonla ayakkabı nedir diyen bir çevreye de sahip olmayı gerektirir.

Neticede hayali purolar birliği bunu gerektirir. Mit böyle der.

Ama bu kez de ortada tutkuyla içilen puro değil arzulanan hayaller vardır.

"Purolu adamların" kaçı puroyu neden içtiğini bilmek bir yana bunu düşünmüş olabilir mi?

Sanırım özentisiz yani bağımsız bir puro içiminden bahsetmek buralarda zor.

Bir dakika tam bu noktada Adriana Lima, Hara ile ayrılmadan önce annelerinin terbiye edemediği adamları büyütmek sizin işiniz değil kadınlar gibi bir şeyler yazmıştı Instagram’a. Konuya Freud'dan değil Jung'dan girişmişti. Çünkü Freud'a göre baba, Jung'a göre ise anneden kaynaklanır sorunlarımız!
Hazır olun ağır bir soru geliyor. Bir anlamda purolu ya da purosuz, Türk erkeklerinin anne kompleksi yaygın mıdır? Daha ötesinde bir şeyleri bastırmak adına purolarını emzik olarak kullanıyor olabilirler mi? İstisnaların hakkını yemeyelim. Ama uluorta her yerde puro içmek bir güç simgesiyse bilinç dışı emziği çoktan icat etmiş demek.

Alışkanlığımız olan tüm şeyler onlarla kurduğumuz anlama göre bizi tanımlar. Hepsi başka bir duygumuzu ve ihtiyacımızı yansıtır. Acısını bastırmak için içen, zevkle içen veya hüzünlendiğinde içen gibi farkında olmadığımız bir anımıza denk gelmiştir bu seçim. O vesile neden ve hangi sebeple puro içtiğimizi bilmek belki de Metin Hara’nın tanımlamasına da denk geliyordur. Tanımlayarak purolu adamlar diye örtülü şekliyle işaret ettiği ‘sığ adamlar’ diye yaftalanılan o alandan çıkışı sağlar birçoğu için. Belki...

Fakat günün sonunda zaten kaybeden ve kazanan olarak bakıyorsak içen de içmeyen de aynı ‘kaderi’ deneyimler.




Not: Yazarın ana vatanı fikirler ve 360 derece bakabilmek olduğundan, puro içen ya da içmeyenle değil sadece anlamla ilgilidir.

2 Ekim 2019 Çarşamba

Ergen Seks...

Ahlakçı bir yerden yaklaşmam söz konusu değil. Zaten doğru ve yanlış kalıplarını derinlikli ve nitelikli bir anlayıştan saymıyorum. Zaman bir anda tüm doğruların üstünü çizdiği gibi yanlışları da göklere çıkarabilir. Çok örneği var. Önce hain sonra kahraman olanlar, gidenin arkasından gözyaşını sel yapanlar. Hatta bu topraklarda nedense en iyi insanın da yaşayanlardan olmaması meselemiz var. Hepsi bir yana deneyimin biricikliği ile ilgileniyorum. Kendimizi bozdura bozdura harcamamızı düşünüyorum. Her konuda ama! Saatlerce düşündüğün adam ya da kadın, günlerce kahrolduğun iş, yetmeyen gerekçelerin her neyse...

Hayat hepsinin üstesinden gelmek ve içinden geçmekte ilgili. Bundan zerre şüphe duymuyorum. Sadece bazı durumları anlamlandırmanın ötesindeyim.

Konu genç jenerasyon...

Artık ergen yaşlarda cinsel hayata merhaba diyorlar. Annelerden dinliyorum. Sahi o kadar erken mi? İlk tepkim istemsizce oluyor. Otomatik ve tepkisel davranmak istemediğim, çeşitli kalıplardan bakmak istemediğim için bence şöyle diye bir yorum kondurmak hiç istemiyorum. Fakat içime bir kıymık battı batıyor sanki kıyamadım. Cinselliği şeytanlaştırdığımdan değil aksine çok özgür şahane bir deneyim. Ruhla olursa insanı yeryüzünden sürükler. Ancak duyduklarım karşısında ilk önce bir yutkunuyorum. Anlatan velilerin çaresizliği gözlerine yerleşmiş. Hepsi ayakları üzerinde duran sağlam çocuklar yetiştirmek istiyorlar, kontrol delisi olmanın derdinde değiller yine de hep işte bir ama takılıyor herkesin dilinin ucuna, en sessizin bile boğazında bir ama var yutkunamıyor.

Çocuğum yok bilmiyorum. Olsa ne derim onu da kestiremiyorum. Şimdiki gibi mantıklı gerekçeler üzerinden mi yürürüm yoksa deli deli tepkilerim mi olur yaşamadan bilemem.

Herkes açısından 360 derece düşünsem de o ‘ama’yı zihnimden kovamıyorum.

Muhtemelen erken denen tanıma göre şartlanma sahibiyim.

Benim baktığım yerden yargılar içinde görüyor da olabilirim. Yine de onların da ‘ama’ları var. Fakat bir vücutta gezinen eller sadece sayı değil ki...

Yoksa sayılar hümanistçe başka bir şey mi söylüyor? Kararsızım. Benim jenerasyon kodlarımda ruha işleyen her şey var ellerde. İki insanın bir olması, kendi kader planlarını birbirlerine aktarması. Dokunmanın ötesinde artık ebedi tanışıklığa ulaşmaları ve daha niceleri var…

Konuya, “Genç yaştaki kızların/erkeklerin cinsel ilişkiye girmeleri normal mi?” gibi bir yerden bakmıyorum, bakamıyorum. Normal ne ki? Kim normal? Kime göre? Çoğunluk kurbanları olunca normal, kafanı kaldırınca zaten geçimsiz veya anormal ya da asi diye yapıştırıyorlar başka başka tanımları…

Ben sıfatların da ötesine geçerek başka bir şeye daha bakıyorum. Mesela dinledikleri müziğin türü bir ipucu daha veriyor.

Çok hümanistler. Mero dinleyen gençler, “Bana sana bir şey olabilir” diye zihnilerinin derinliklerine kazıyorlar. Taşıdıkları anlayışa bakar mısınız? Oysa kaç jenerasyon “Sana bir şey olmaz” diye büyütülerek kimseyle ve birbiriyle bağ kuramadı. Yeniler bağ kuruyorlar. Hem de gerçekle bağ kuruyorlar. Otorite zerre umurlarında değil. Çünkü otoriteryen değiller. Önceki kuşaklar gibi otoriteyi yenme eğilimleri, akımları falan da yok zaten bildikleri, geldikleri gibiler. O yüzden de bu jenerasyonu kendi bildiğimiz doğrularla yetiştiremeyiz. Aksine onlar bizi yetiştiriyor. Eğer görürseniz. En basiti Birleşmiş Milletler’deki genç kızın sosyal medyada dolaşan konuşması. Siz kimsiniz diyor başka kelimelerle! Ve ne doğru. Gerçekten kimiz ki? Kendi açımdan, bizden önceki jenerasyonlar kendilerini bu dünyanın sahibi sana sana öldü ve ölüyor. Her doğruyu onlar biliyordu.

O yüzden ne seviştiler ne de sevdiler insan gibi!

Şimdi ise yeni kuşak cinselliği de çok doğal bir yerden görüp hayatı içine alıyor.

Cinsellik dediğin Neale Donald Walsch’ın tanımıyla “sinerjik enerjinin karşılıklı sunumu.”

Sende ne varsa ona, onda ne varsa sana akması demek. En eskilerin tabiriyle bıçak bıçağa değmeden bilenmiyor haliyle bir olmak demek.

Ve hallerden hallere geçiş demek...

Yeni jenerasyonu kendi hallerimizle ve kelimelerimizle anlamak yerine onlara alan açmak ve onların deneyimlerini gözlemlemekten yanayım. Müdahaleyi insana yakıştıramadığımdan otoriteryen tavrı önce evde sonra da sokakta bırakmanın öncüsüyüm.


(Not: yazıdaki jenerasyonun üst yaş sınırı 19)

13 Eylül 2019 Cuma

Bir Erkeğin Uyanışı

 

Dünyada sevilecek tek kadının annesi olmadığını kabul etmesiyle başlar. Duygularıyla baş edebilmeye cesaretle adım attığında başlar. Cenneti, annesinin ayağının altında değil kendi seçimlerinde ve iradesinde aradığında başlar.
Annesinin değil, anneliğin kutsal olduğunu idrak ettiğinde bağımlılık ilişkisi kurmaz haliyle oğlan çocuğu gibi dolaşmaz artık erkek. Kendi seçimlerinin sorumluluğunu alıp etrafı suçlamadığında hayatı da başlar. 
Biliyorum hiç birimizin yolculuğu öyle kolay değil. Ne dalgalar aşıp, hangi dağlardan yuvarlanıyoruz. Ve hayat, kitaplarda anlatıldığı gibi her zaman öyle kolayına gitmiyor. Filmler kadar romantik sahnelerimiz olamıyor. Yağmurun altında öpüşerek finaller yapamayabiliyoruz. Fakat rollerimizi karıştırıp filmin devamı için ısrarcı olursak isteneceğimiz yer bir adamın bizi sardığı kollar değil, yakasına ya da paçasına yapıştığımız kendi oğlumuz olabiliyor… Bazen kadının yeterince sevilmediği yerde ise fatura erkek çocuklara kalıyor. Bile isteye değil elbet. Ama tahsilatı anne yapıyor. Çünkü bilinç dışı böyle çalışıyor, dişiyi dengeye getirirken kimlerin kurban olduğu bazen konu bile olmuyor. Ta ki taraflardan biri uyanıp oyundan çıkana kadar tekrar sahneler, gelen giden kadınlar bu hikayeyi hatırlatmaya devam ediyor.

Bize yüklenen kadın ve erkek rollerine eş, sevgili, anne, baba, çocuk, kardeş vs yi eklemek ve bunlarla başa çıkabilmek zamanla yarışmanın ötesinde ve hiç kolay değil. Hariçten gazel okumadığımın bilincindeyim. Çünkü bu meseleyi anlamak için ciddi bir külliyat devirdim. Uzmanlarına sordum. Deneyimleri izledim. Geçmişten gelen olayların örgüsünü takip ettim. Toplumda anneliğin gözden kaçmayacak oranda kadınlar tarafından yaslanılacak güvenli bir dağ gibi yaşandığı artık yeni bilgi bile değilken, yeni olan; genç jenerasyonun da bundan çıkacağına aynı düzene eşlik etme çabası. Yani bu kadar bilginin olduğu yerde hala bilinç dışı denen toplumsal alışkanlıklara teslim olmamız. Farkındalık yaratmayışımızdaki ısrarın yanında öfkeyle baş başa kalışımız! Bizi öncelikle çevreleyen fikirlerimize bakalım.
Söylediğimiz gibi yaşamakla, sözlerimizi davranışlarımızla desteklediğimizde aslında erdemler bizi buluyor. Katılığı kararlı olmakla karıştırmadığında bir erkeğin hayatı cennet oluyor. Erkekliğin ataerkil model yani evin reisi rolüyle sadece bir kural koyuculuk olmadığını fark etmesiyle başlıyor uyanışı. Belki de omuzlarına yüklenen o büyük rollerde ezilmeyi bırakıyor. O da sonuçta bir çocuktu günün birinde… “Bir kadına söz geçiremedin” türü genel geçer kalıpları içinden çıkardığında, söz geçirmek değil söz birliğine hatta zaman zaman da ayrı fikirleri benimsediğinde gücü başlıyor. ‘Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır’ sözünden ziyade, her başarılı erkeğin öncelikle kendi kişiliği vardır şeklinde motto sahibi olmakla yola çıkıyor. Manipülasyonlara niye geçit versin ki olgunluk. Övülmeye de ihtiyaç duymaz, yerilmeye de. Kendini bilir, dinlemek ister.
Zevkin almak sevginin ise vermek olduğunu hayatına uyguladığında tamamlanır.
Annesiyle arasına sağlıklı bir mesafe koymakla başlar bir erkek. Annesinin kocası değil sadece evladı olduğunun bilinciyle yaşar. Adam olmayı değil insan olabilmeyi önemser. 
Hiçbir cennet annelerin ayaklarına serilmez. Tabanlarından nehirler geçmez. Anneler de yanılır, hata yapar. Ve elbette iyi bir evlat yetiştirmek için çabalar bir anne. Ayrıca bu yazı anneleri kötülemez. Ne büyük emeklerle çocuğuna kol kanat geren annelerin bir noktadan sonra özellikle erkek çocuklarıyla bağını sağlıklı bir mesafede tutması ve kendi hayatlarına bakmasını diler ancak bu yazı. Çünkü bağ, bağımlılığa dönüştüğünde önce yetersiz hisseder erkek, ilişkilerine bağlanamaz, bereketi istikrar bulmaz...
Oğullarının büyümesine izin vermeyen anneler var. Hepsi çok iyi niyetli. Lakin içten içe şu hayatta kendisinden başka sevilecek bir kadın olmadığı yanılgısı, o biricik anneleri bile kendi tuzağına çekebiliyor.
Oysa izin vermek sadece izin vermek gerek… Kendi hayatına gidene hoşçakal arada yine muhakkak gel diyebilmek…



28 Ağustos 2019 Çarşamba

AİDİYETSİZLİK ÇAĞI


Bir sonraki dönemin açılış başlığı olacak “Aidiyet Çağı”. İzleri, hissi şimdiden var. Ancak henüz yerleşik bir farkındalık yok. Artık aidiyetin her türlü yükü omuzlarımızda öyle ağır çekiyor ki biz ilerleyemiyoruz.

Hiçbir aidiyet gerçek özgürlüğü vadetmez.
Bundan hemen evli ve bekar çıkarımı yapmayın. Bekarlık da bir aidiyettir ve siz bekarlar locası mensubu olarak anılırsınız. Meselem ilişki bazlı aidiyeti değil. Temelden demirlendiğimizi ve uzaklaşmaya çalışırken limanı da söküp götürdüğümüzü anlatmak istiyorum.

Nerede doğduğun, ailen, adın, evin, dinin, arkadaşların, sık gittiğin restoranlar, kedin, köpeğin, çocuğun, kıyafetlerin ve artık sana ait olduğuna inandığın ne varsa ya da kendini ait hissettiğin her neyse…
Sevgilinin kolları da aidiyetin olabilir, 40 yıllık karının ve senin adının yazdığı nikah defterin de. Tüm bunlara göre sen daima bir yerlere aitsin. Ama en başta dünyaya tanımlısın. Sonra düşüncelerin, söylediklerin, yuttukların da sana ait! Liste o kadar uzun ki, sanki buraya sadece aidiyet sarmalını deneyimleyeme gelmişiz! İpleri çözmekle bitmiyor. Nerden baksan binlerce ipin arasından gözünü açmaya çalışan belki de hiç oralı olmayan birisin. Hiç aklına gelmemiş bile olsa sayısal olarak belli aidiyetlerin insanısın. Sen de bir aidiyet neferisin.
Bu bizim tek gerçeğimiz mi sahiden? Niye bu kadar mülkiyetçiyiz? Binlerce yıllık deneyimin aktarımı aidiyet sarmalına mı dolaşmaktı?
Sorular çok büyük. Fakat hikayenin rol modelleri en baştan belliydi. Hepimiz Adem ve Havva’dan geldiğimize göre kadın ve erkek olarak tanımlanmış acayip rollerle zaten birbirimize ait kılındık. Yani başlatmadığımız sarmalın içine düştük diyelim. Deneyimi temsil eden elma, başka bir dünyayı hayal eden merak Havva ve aksiyonu alan güçlü erkeğimiz de Adem oldu… Binlerce yıl geçti…. Adem ve Havva’nın elması olan deneyim, markalaşıp elimize tutuşturuldu. Artık her türlü evrimle baş başayız.

Ancak insanlar yine de kaybolmak istiyor. Bunu görmemek mümkün değil…
Mesela doğduğun ülkenin insanları hakkında bir dolu şikayetin olabilir. Tıpkı başkaları gibi. İşte efendim Türkler şöyle, zaten böyle de yapıyorlar türünde tespitlerinde haklı olabilirsin. Fakat başka bir ülkeye gittiğinde orada da benzer haller var. Herkes kendi insanından olabildiğince memnuniyetsiz ve şikayetçi. Yani genel anlamda ırk ya da ülke çatısı altında birleşen insanlar mı birbirini bu kadar yoruyor yoksa onları birleştiren bu mantık mı yorucu? Anlamak zor. Belki de yüklenen anlamlar ağar çekmeye başlamıştır.
Bir de şöyle düşünelim. Bir tatile gittiğini farz et. Herkesten, her şeyden uzaklaşıp sağlıklı düşünme gayretindesin ya da belki hiç düşünmemek sadece tatil yapma hevesindesin. Diyelim ki ülke dışına çıktın. Kimseyle de konuşmak gibi bir isteğin yok. Rahat bir köşeye oturdun. Kimsesiz, hiçsiz sadece varlığını deneyimlemek istiyorsun. Tanımladığın ve tanımlandığın en ufak bir bağın yanında yok o anda. Fakat hayat bu ya! Pat diye aniden birisi “nerelisin/hangi ülkedensin” diye sordu. Belli çünkü sen de onun gibi gezmeye gelmişsin. En azından görünürde böyle. Sorunun ardından içinden gelen bir gürültü, unutmak, kaybolmak istediğin her anı geriye çağırmış gibi sanki siren sesleri çalıyor zihninde. “Ben mi, İstanbul” diye afallayarak verdiğin yanıtla sanki gökyüzünde uçarken, yeryüzüne kafa üstü çakılıyorsun. Ardından hiç istemediğin “ben de İstanbul’a gitmiştim, yemekler güzeldi, işte şurası şahaneydi” derken aidiyetin paçana yapışmış gibi seni bırakmıyor. Hatta muhabbet ilerlemesin diye oradan uzaklaşmak istiyorsun ama bu mümkün değilse zaten aidiyetin resmen gırtlağına sarılmış oluyor. Beni bırakıp gideceğini mi sandın! Aidiyete düşüş bu anlamda her türlü pavyondan bile ağır bir yenilgi gibi yumrukluyor seni.
Fakat öte yandan iki insanın dünyanın bir ucunda birbirlerini hiç tanımlamadan, nereli ve hangi bağlarla nasıl tanımlandıklarını bilmeden yapacağı sohbeti düşünsenize. Kendinizden bahsetmeden bir şeyleri konuşmak. O kadar zor değil. Sadece alışık değiliz. Mesela ben bitter dondurma seviyorum çünkü siyah çikolatayı hayatın anlamıyla ilişkilendiriyorum falan. Böyle saçma bir varsayımım olsun ne olduğu önemli değil. Sorun, bunu anlatmak için neden insanların kim ve nereli olduğunu bilmek zorunda olmam! Basit bir örnek bu. Fakat önemli. Örneğin senin İtalyan olduğunu öğrendiğim anda İtalyanlara özgü kitlesel hafızadan bir bilgi akışı içine giriyorum. Bir de bunlara önceden kendi bildiklerim ekleniyor. Dolayısıyla ben sana artık bir filtreden bakabiliyorum. Bu filtre dahilinde seninle kurduğum iletişimde zihnimde artık İtalya ile kategorize edildin. Ne bileyim Türk dediğinde başka bir dalga boyutuna geçer gibi bir bilince ilerledim. Ve bu sarmaldan genel anlamda bir kurtuluş yolu bulmamakta da ısrarcıyız. Sorularla yoruyoruz birbirimizi. Çok önemliymiş gibi beş dakika sohbet ettiğimiz insanın nerdeyse şeceresini merak ediyoruz. İnsanı önemsiz kıldığımdan değil sadece deneyimin kendisine teslim olamayışımıza içerliyorum. Bu halimiz saçma geliyor. Öte yandan şimdiki çağda yaşadığımız tüm psikolojik sıkıntıları düşünüyorum. Galiba insan özünde bu kadar aidiyeti kaldırabilecek güçte bir varlık değil.
Kimsesiz olmaya da hakkı var ama olamıyor. Yani istisnai durumlar var ancak onlar bile “kimsesizliği” belli bir aidiyet limanında sığınmacı gibi bir durum olarak algılıyor. Yani orası bile boş değil. Aidiyet bütün koltukları kapmış gibi geçit vermiyor!
Bir yere gittiğimizde ya da normalde bile nereli olduğunun ne önemi var ki? Beynimizde bir kategori merkezinden referans almadan iletişim kuramıyor muyuz? Aslında tüm sorular aynı yere çıkıyor! “Sen hangi bahçenin gülüsün?” Çünkü biz sadece koklayamıyoruz.
Her şeyi olduğu gibi kabul edelim, sormayalım öyle olması gerektiği gibi yaşayalım anlayışından bahsetmiyorum. Onun tasavvufta yeri var. Ve o bile başka bir aidiyeti içeriyor. Ben hiçbir tanımla örtünmemekten bahsediyorum. Adımdan başlayıp, nereli olduğuma, işim vs hepsi benim örtülerim. Sen sordukça ben bir kat daha giyinerek, kendimi örterek konuşuyorum. Sonunda tüm o örtülerin altında sen benim gerçeğimi bulamadığın gibi ben de ona ulaşamıyorum.
Oysa bir insanla hiç konuşmadan onu izleyerek geçirdiğin bir günde belki sadece dans etsen, onun vücuduyla sana anlattıklarına bakabilsen, seni elleriyle de sevmeyi becerebiliyor mu bunu görebilsen…
Tek bir gün eksen hayatına ve sadece deneyim üretsek, hiç söz koymasak aramıza, hiç soru sormasak birbirimize ve gerçekten hissetsek… Hiç konuşmasak, tek halimiz varlığımız olsa aidiyet düşer miydi yakamızdan?






23 Temmuz 2019 Salı

KİTLE HİSTERİSİ



Sobalı ev toplumunda bize özel bazı söylemlerimiz vardı. Sonra hayatlarımız değişip yerini daha konforlu şartlara bırakınca kimi söylemler de otomatikman kalktı ama garip bir şekilde duygusu hala içimizde.
İşte bunlardan bir tanesi olan sobalı evlerin en derinden benimsediği “götün açıkta kalsın” haykırışı, odanın kapısını arkasına kadar açık bırakan insana çığırılırdı. 
Ev ahalisinin tek göz odadaki ısınma çabaları içeriden baltalanmış, hissedilen soğuğun acısı ise kapıyı açık bırakandan misliyle çıkartılırdı.  
Bu psikolojik yakarış elbette sobaların en azından büyük şehirlerde kalkmasıyla birçoklarının içinde garip bir uhde olarak kaldı. Bugün ise memlekette sürekli birileri kapıyı açık bırakıyor ve içeriye giren bir şeylere karşın diğerleri de aynı duyguyla başka başka haykırışlar yapıyor. 
Örneğin sosyal medyada dolaşan bir video var. Adamın biri okumanın hiç önemli olmadığını kendince anlatmaya çalışıyor. “Okumayı da okuyanı da sevmiyorum hatta milleti bozuyor diyerek çıkarımlar yapıyor. Hatta kendi oğlunu da yererek okudukça salaklaştı diye enteresan bir tespit de yapmış. Onun kendi ortamındaki kapıyı açık bırakan oğlu olduğu için haliyle diyemediği “götün açıkta kalsın” meselesini sadece duygusuyla oğluna yansıtıyor. Başka bir odada ise kendisine daha üstten bakan Twitter kullanıcısı, bu adamı sayfasında boş, gereksiz özgüvenli ve kara cahil olmakla suçluyor. Bir nevi sizin yüzünüzden bu haldeyiz diyor. O da kendi odasındaki kapının, bahsettiği cahillikteki adamlar yüzünden açık kaldığını savunuyor. Tabi hepimiz meselelere bir odadan baktığımız için genel olarak odaya giren ve çıkanın içeriğini değil de kapıyı açık bırakanları her türlü melanetten sorumlu tutuyoruz. İsyanımızı öfkemizi onlara yöneltiyoruz. Ama odada neler olduğuna dair nitelikli bir anlayışa sahip miyiz? Emin değilim.
Etrafımızdaki herkesi ve her şeyi kötülemek, eleştirmek kimileri için bir tercih olabilir ancak bunu Twitter üzerinden işer gibi yapmanın kendisi dahil hiç kimseye faydası olduğunu sanmam.
Bana göre eleştirinin amacı ya da sonucu ilham vermiyorsa, eleştirenin ne kadar haklı olduğu işe yaramaz. Görüşü beş para etmez. Sokakta oraya buraya işeyen ve kokuya sebep olanlardan farksız sayılabilir. Çünkü onun da yarattığı, sosyal ortamı kokutmak ziyadesiyle insanları kendisinden uzaklaştırmaktır.
Saçmalamak istiyorsak kendi hayatımızı harekete geçiren başka türlü saçmalıklara aksiyon alsak keşke… Birilerinin söylediği zırvaları onları etiketleyerek bir de memleketteki olan biten suçu tamamen onların üzerine atarsak, kendimizi temize çekmiş mi oluyoruz. Vatandaşlık görevlerimizi böylece yerine getiriyoruz herhalde! Esasen beğenmediğimiz ne varsa hepsinden biz de sorumluyuz.
Ama ne yazık ki duygusal girişim yönü yeterince gelişmemiş bir toplumuz. Yaşatılmayı bekler halde gibiyiz ya da saldırgan öğeler içeren duygusal çıkartma harekatlarının girişim olduğunu sanıyoruz. Hep dış etkenler tarafından zedelenme korkusuyla risk almıyoruz. Vallahi kendimize kolektif değersizlik yaratıyoruz. Daha kötüsü kitle histerisine dönüşen eleştirilerimiz artık insanlıktan hiç nasibini almıyor.
Çevremizdekilerin duyarsızlığından yakınıyoruz, nedense kendimizi bunun dışında tutarak!
Ben kesinlikle Jung gibi düşünüyorum. “Eğer dünyada bir şeyler yanlış gidiyorsa bende de bir şeyler yanlış demektir” sözünü her daim hatırlatan bir yaşantıyı yakalamamızı umut ediyorum.
Ve yazımı Milan Kundera’nın söylediği gibi bitirmek istiyorum. “Hayat bir kere yaşandığı için yargılanamaz”





9 Temmuz 2019 Salı

BABALAR ÖLMEZ Kİ...


Ne kadar yapmadıklarım varsa toplamı benim babam. Gerçekten tam kavuşamadığım ilk adam ve ellerimin arasından kayan…

Çok ufaktım. Evde oyun oynarken neden bilmem televizyonu öpmüştüm. Bana kızdın mı yoksa güldün mü hatırlamıyorum. Geleceğimin mesleğini daha o günlerde öpüp de başıma koyduğumu bilemezdim. Ara sıra annemle gerilirdiniz. Annemin senden çekindiğini hatırlıyorum. Sonra başka bir gün sen valizini topluyordun. Resmimi gizlice valizine koydum. Yanında benim resmim olursa seni düşündüğümü anlarsın sandım. Duramıyordun evde. Ne sıkıntın varsa kalamadın, gittin. Senin ardından annem beni giydirdiği gibi evden çıktık. O kadar endişeliydi ki, yaptığının doğru ya da yanlış olduğunu düşünemeyecek haldeydi. Telaşla anneanneme geldik. Ben artık babamı göremeyecek miyim diye sorduğumda annemin ne cevap verdiğini hatırlamıyorum. Sonra sen beni görmeye geldiğinde bazen kaçtım senden biliyorum. Kızıyordum sana, kendimce ceza veriyordum. Benden mahrum kalırsan tamamen dönersin gibi gelmişti. Anneannem, dedem ve annem öyle çok korkarlardı ki, senin beni alıp bir daha getirmeyeceğin gibi Hollywood senaryolarıyla yaşıyorlardı. Babam tarafından kaçırılacaktım. Daha beş yaşında babası tarafından kaçırılmanın korkunç bir ihtimal olduğunu dolaylı olarak öğrendim.
Beni almayı başardığın zamanlar da oldu. Sana evde bütün olan biteni anlatıyordum. Çünkü benimle arkadaş gibi konuşmayı beceren tek kişiydin. Babaannem, amcamlarla oynardım sonra ertesi gün belli bir saatte eve bırakırdın. Beni sevmediğini hiç düşünmedim. Sen sanki dünyayı kurtarıyordun, ben de seni bekliyordum. Evde hakkında pek iyi konuşmuyorlardı. Onlara göre; delinin tekiydin, kafana eseni yapardın, senden korkulurmuş. Ne yapacağın belli olmazmış. Ama onlar anlattıkça ben sanki Don Kişot’tan bahsediliyormuş gibi dinlerdim. Fazla hayal kurardım. Sancho Panza’ndım. Seninle gideceğimiz yerler, geldiğinde tek parça eşya almadan evden fırlayacağımız günleri düşünürdüm. Aslında beni bir prens değil sen kurtaracaktın. Sonra beraber dünyayı kurtaracaktık. Sen gelemedin. Sonra bir anda bütün ziyaretlerin bitti. Kimse bir şey söylemedi. Seni günlerce pencere kenarında bekledim. Kışın kapalı pencerenin buharına adımı yazar, yazın ise açık pencerenin dışına otururdum. Ben anneannemin evinden gidene kadar sen bir daha gelmedin. Okula başladım. Annem okul kıyafetlerimi aldı, dedem okula götürdü hatta ben ilk gün okulda yalnız olmaktan çok korktum. Okulda erkek çocuklar peşimi hiç bırakmazdı. Onlara gıcık olurdum. Hepsini dedeme şikayet ettim. Aslında evde seni bir tek dedem seviyordu. Beraber çok gezmişsiniz. Yokluğunda dedemle ben gezdim. Beni motoruna attığı gibi her yere götürürdü. Anneannemin bu kızı erkek çocuğuna benzettin serzenişlerini hiç dinlemedi. Senin götürmen gereken her yere dedem götürdü beni…
Annemin bazı huylarını hiç sevmezdim ama gelmediğin için sana anlatamadım. Ne zaman niye karar verdim hatırlamıyorum ama kendi kendime büyümek ve kendi kararlarımı almam gerektiğini fark ettim. İlk kararım da öncelikle seni hayatımdan tamamen çıkarmak mümkünse adını bile anmamak oldu. Seni yok saydım. 13 yaşındaydım galiba “benim babam yok” dediğimde. Öfkeliydim. Acımı taa derinlere bastırmışım. Senin, biricik kızını terk ettiğini kabul etmek yerine benim seni yok saymam daha iyi gelmişti. Güç bendeydi, asıl ben seni istemiyordum. En azından uzun bir süre kendimi buna inandırdım. O yüzden gelmeyen, aramayan, ilgilenmeyen ve giden tüm adamları önce kendim gönderdim. Söz verip de tutmayanları yok saydım. Elbette yok saydıklarım gözüme, nefret ettiğim haller de hayatıma girdi. Bana seni hatırlatmak için tıpkı senin gibi yaparak… En önemli günlerimde yanımda olamayıp, en ihtiyacım olan anlarla başa çıkamadılar. Önyargılarım arttı, insanlara olan inancım sevgim o kadar çok azaldı ki, onların sadece en zayıf noktalarını görmeye başladım. Korunma yöntemiydi en ufak bir tehlike anında zaaflarından insan yaraladım. Anayasada henüz suçu yok ama insanlık cephesinde hoş değildi.

Yıllar geçtikçe sırf tepkiden mi bilmiyorum evdekilerin seninle ilgili saydıkları tüm o “kötü” özelliklere büründüm. Kötü diye niteledikleri ne varsa onu yansıttım. Babam gibi asi, babam gibi delinin teki, babam gibi ne yapacağı belli olmayandım. Onun varlığının onurlandırılmadığı yere bayrak açıp kendimi diktim. Yok saymama rağmen varlığını yaşattım.
Yıllar sonra bir araya geldiğimizde anladım. Senin yokluğun benim hayatım olmuş, başarım olmuş, karakterim olmuş. Böyle bir hediye vereceğini düşünemezdim. Sen yokken inşa ettiklerim kocaman olmuş yeşermiş ben olmuş. Üstelik gelip “beni fazlasıyla geçmişsin” dediğini biliyorum. Bu kez varlığınla ektiğin aidiyetimi sensizlikle harmanlayıp dallanıp budaklandım ben. Sırf benim adımla aynı diye her defasında ısrar kıyamet buluşmak istediğin Bahar Pastanesi’nde etrafa gururla anlattığın kızınım ben. Senden zerre şikayeti olmayan...
Gazeteciliği geninden aldığım ve zekanı paylaştığın kızın olarak biliyorum senin kelimelerin duyulamadı. Sesin istediğin kadar çıkamadı. Ama ben senin kelimelerini kendi kelimelerime ekledim. Seni taşıyarak yazıp konuşacağımı bil. Gittiğin yerde huzur bul.



12 Haziran 2019 Çarşamba

ÇOĞUNLUK SORUNSALI

Ben okudum, izledim, gittim, durdum, yedim, içtim… Ucu açık gibi görünen deneyimler çeşidini trend haline getirip yine çoğunluğun onayına sunmak ve nedense hiç özgün olmayan şeylerin, başarı gibi ortaya saçıldığı bir şiddete maruz kalmak.
Durumumuz aşağı yukarı böyle. Hem de epeydir. Bunu okuyanlar arasında ‘e yani?’ diye soranlar ise bu vasatlığı içten içe normalleştirmiş olanlarımız. Bir de fırsatçılar var. Yani ‘evet ama tüm dünyada böyle’ diyenler için zihin kullanma kılavuzu henüz tamamlanmadı. Üzerinde çalışıyorlar. Öte yandan çeşitli vesilelerle ‘hayır ben öyle düşünmüyorum diyen kimileri de kıskanıyor türünden dayanaksız fikirlerle suçlanıyor. Analitik düşünceyle itiraz edenin yerildiği, çoğunluğun sırf taraf belirlemek adına kendince kutsallaştırdığı her “başarı” adeta taçlanıyor. Tabi o kadar enteresan ki, bir heves sevilen kişiden daha birkaç yıla ne bileyim birkaç aya kalmadan bir başka vesile ile de anında soğuluyor. Değişik bir sevgi anlayışı.

Neyse, nitelikten değil nicelikten geçen başarıyı esas alınca tuhaf hikayelerimiz oluyor. Sonuçta dayanak noktamız çoğunluğun onayladığı bir durumu aşırı istenir kılmak. Mantıklı mı? Hayır. Nedenlerini her açıdan açıklayabilir miyiz? Hem evet, hem hayır. Açıklasak da kabul görür mü? Kesinlikle hayır. Çünkü, çoğunluğun işaret ettiği şeye doğru çekilmek için artık yerleşik bir sağduyu var. Zaten bu kez başka bir çoğunluk, durumu kırmak yerine atomu parçalamayı seçiyor gibi. Zaten genetiğimizle kuşaktan kuşağa aktardığımız davranış bilincimiz de böyle biçimleniyor. Kırmak bir yana aksine daha da güç kazanıyor. Ne yazık ki… Ama birleşmek üzere değil de, tuhaf bir şekilde ayrıştırmak üzere toplanan sayılar oluyor. Mantıkla açıklamak zor.

Diyebilirsiniz ki, ‘iyi de bizde öyle çoğunluk nerde? İki tarafız. Bir oraya çekilmeye çalışılıyoruz bir diğer tarafa’ Haklısınız, öyleyiz. Hatta taraflardan taraf beğenmeyenler nerdeyse sistemde barınamaz haline geldi. Hangi tarafı tuttuğunu söylemek bir kimlik tespiti daha ötesinde güven testinden geçmek gibi olmayacak dinamiklerle ele alınıyor. Mantık alır gibi değil. Ama en baştan söylemiştim. Tüm bu taraflıkta mantık aramak yapabileceğimiz en büyük hata.

O yüzden mantıklı olmayan tartışmalar zincirinde ismi ortaya atıldı Uğur Dündar’ın. Alışılmayan bir vesile ile Binali Yıldırım tecrübeye işaret etti. Gerçekten güleyim mi ağlıyayım mı bilemedim. Senelerdir ekranlardan ve gazetelerden dışlanan bu tecrübenin, aniden kıymete binmesi bir tek bana mı ilginç geldi?
Yani bugüne kadar televizyonlarda habercilik adına değiştirilen ne varsa, ismi zikredilen Uğur Dündar dahil tüm tecrübeli isimlerin üstü çizildi. Borsamız artmış olmalı ki herhalde bir bir yeniden gündeme geliyoruz. Fakat bu esnada farkında olmadan başka bir şey yaptı Binali Yıldırım. İşaret ettiği tecrübenin kıymetinin altını çizerken, yıllardır iktidarın yaratığı habercilik ve gazetecilik anlayışının da bir çırpıda üstünü çizmiş oldu.
Evet evet kesinlikle emin olabilirsiniz. Hem de kendi içlerinden birisi olan Binali bey tarafından. Artık fikir kimden geldi bilmiyorum ama bu kesinlikle kaş yapayım derken göz çıkarma operasyonudur… Zaten ölü doğan o tarz yani mantıktan çok uzak yanlı haberciliğin cenaze namazı çağrısıdır. İlgililere duyurulur…
Neyse bu mantıksızlığı da bir kenara bırakacak olursam tümüyle başka bir şeye konsantre olmak istiyorum. Yani başka türlü bir mantıksızlığa!
Tabi bu esnada Uğur Dündar düşündü taşındı moderatörlüğü kabul etmemeye karar verdi. Türkiye’nin acilen normalleşmesi gerekiyormuş. Teklif ilk geldiğinde çok normaldi sanırım çünkü önce bir sevindi. Yani bunu inkar edemeyiz değil mi? Sonrasında ise yapmayacağını, neden yapmayacağını ve neden yapmadığını açıkladı. Ona tepki gösterenlere kariyerinden tozlu albüm fotoğraflarıyla cevap verdi. Ama bana sorarsanız, Uğur Dündar gazetecilik refleksiyle değil televizyoncu duyarlılığıyla hareket etti. Suçlamıyorum. İnsan her zaman yaptıklarıyla tanımlanmaz yapmadıkları, kabul etmedikleri ve seçmedikleri de onları tanımlar. Dolayısıyla Uğur Dündar verdiği kararın kendisi için hata mı yoksa doğru bir tavır mı olduğunu zaman gösterecek. Ve bu zaman hepimize, bu kadar ufak bir şeyin insanın hayatını nasıl etkileyebildiğini de anlatacak sanırım. En azından benim hikayelere olan tutkum anlık seçimlerimizin bizi neye dönüştürdüklerini izlemeye ve anlamaya devam edecek…

***

Öte yandan sayın okuyucular bir vesile çeşitli yerlerde paylaştığımdan, dedikodu hükmünde kalmasın diye buraya açık açık yazıyorum. Son zamanlarda sıklıkla bahsediyoruz ya, şöyle normalleşelim böyle normal olalım diye… Yalnız bir şeyi lütfen atlamayalım. Her şey normalleşirken araya sıkışan zehirli otları temizlemek de hepimize düşer. Bu vesile zamanında 24 Tv’de epeyce kötülük eken Akif Beki gibi iktidarla bir yerlere gelip sonra gözden düşünce sözde “muhalif” yazılar yazarak araya kaynamaya çalışan tipler için normalleşmek mümkün olamaz. Çıkışlar sağdan arkadaşım, demekten imtina etmeyelim.





22 Mayıs 2019 Çarşamba

Kişisel Gelişim Tasası



Son yıllarda nerdeyse dayatmaya dönüşen ciddi bir saygısızlık var. Yani sokaktaki insanın tahammülsüzlüğünden ya da en yakın dostların dahi birbirlerine, ilişkilerine duymadığı saygı değil konum. Tam anlamıyla kurumlar eliyle yapılan bir aşırılık söz konusu.
Evet bir süredir çoğumuz hayatımıza daha farklı anlamlar katmaya çalışıyoruz. Ruhsal olarak tekamülden tutun da, uzak şark felsefeleri dahil pek çok katmandan beslenme gayretindeyiz. İnstagram, twitter felsefe taşı gibi! Sırf iki cümleyle bile olsa amacımız her şeyimizi anlamlandırmak. Şunu bu yüzden yapıyormuşum, işte küçükken annem böyle yapmadığı için, babam bilmem ne olduğu ya da olmadığı için ben böyleymişim. Tabii kazdıkça senaryolar, anlam arama hali bitmiyor haliyle. Daha da derine inenler önceki hayatlarından getirdiği “bedelleri” temizlemeye çalışıyor. Bu arada yanlış anlaşılmasın bunların hiçbirine karşı olduğumu anlatmaya çalışmıyorum. Ben aradaki insan telaşını ve sömürü halinde ticarete dökülen bu yolu onaylamadığımı belirtiyorum. Mesele, aslında kendisini varoluşsal olarak konumlayamayan bir insanın, başkaları tarafından tanımlanma hatta tamamlanma ve onaylanma ihtiyacına kadar varan hisleri. Çoğu zaman da histeri halleri. Kendi hikayesine bakmayışı denilebilir bir ölçüde ve çabasızlığı… Psikoloğa gittiğimizde kimse şapkadan tavşan çıkarmıyor. Bizim hikayemizi bize başka bir yolla anlatıyor. Senin kendine anlattığın kelimelerin yerine elbette yargı koymadan başka kelimeler seçiyor. Belki de ilk kez yargılanmadığı bir yerde olan insan ne yapsın çaresiz kabullenişine bilmem kaç seans ve bütçenin ardından kavuşmuş oluyor. Fakat ben buna da karşı değilim. Çünkü insanız. O an gerçekten tam olarak ne yaşadığımıza, nasıl yaşadığımıza hakim olamayabiliriz yahut koca bir geçmiş tarafından yutulmuş olabiliriz. Elbette destek alacağız almamak garip olurdu.

Kötülük şurada ki, ayrıca bunu serbest piyasayla falan açıklayamayız. Hiç değilse yazdığımız ve sattığımız kitaplar konusunda bir parça etik olalım. Psikoloji alanında işin uzmanı olmayanları “çok satanlar” şemsiyesinin altına sokup kahramanlaştırmayalım. Bu zaten yayıncıları kurumsal anlamda üfürükçülüğe kapı aralamaktan başka bir yere sevk etmiyor. Günün sonunda harcadığınız insanlar kadar çok para kazanırsınız. Ve o harcanmış yaşamlardan kalan duygular, kehaneti gerçekleştiremediği için o sözleri hunharca etrafa saçanları muhakkak bulur. Çünkü yerçekimi var oldukça denge arayışı bitmez.
Söylediğimiz her sözden, attığımız her adımdan sorumluyuz. Ama ben insanlara mesaj verelim diyemem mümkünse bunu hiç yapmayalım. Kalkışmayalım. Gerçekten bir şey söylemek istiyorsak kendi hikayemizi olduğu gibi anlatmak kıymetli. Çıkarımların sana kalsın. Gerçekten üstü kalsın. Yazmak da okumak da en naif haliyle bir limana demirlemek gibi gerçekleşir. Yazar kalemini bilgisayarını her neyse alır içinde birikenleri damıtır. Okuyucu da değerli bulduğu kitabı yatak odası kadar en mahrem yerine götürür. Bir ilişki kurulur arada. Okuyan tüm kelimeleri kendi yaşamı üzerinden okur. Tüm hikaye artık onun hikayesi ve düşünceleriyle de harmanlanır. O kitap artık onun akrabası olur, başucu kitabı olur ne bileyim olur da olur. O yüzden kıymetli yazarlar, kıymetli okuyucular yaratır ya da tam tersi olur. Fakat çok satmak adına yazılan kitaplar parası için, makamı için, güç için kurulan ilişkilere benzer. Sonunda kimseye fayda getirmediği gibi taraflardan biri hatta bazen hepsi muhakkak yolda kalır.
Vallahi tüm bunları dünyayı düzeltmek üzere söylemiyorum. Derdim, insanı mahvetmek için bu kadar uğraşanlar varken, insanı yüceltenler neden olmasın ki? Kimseye didaktik mesajlar da vermek istemiyorum. Herkesin kendi hayat hikayesini dinleyebilirim. Hepsi özgün gelir. İnsanların, yaşadıklarını anlatma biçimiyle çok ilgiliyim. Fakat önerim olamaz. Olmamalı. Çünkü, insanlara tek tip davranış modeli önerenler, onların hikayelerine saygısızlık yaptıklarının hala farkında değiller. Bizi belli davranış kalıplarına sürükleyen her türlü fikirden uzak ara kaçmak gerek. Üç adımda bilmem ne ya da size bilmem ne yapılıyorsa arkanıza bakmadan gidin, kıymetinizi bilmeyene selam bile vermeyin gibi ucuz hatta bayağı söylemlerin kitaplaştırılmasını ve yayılmasını insana kötülük olarak görüyorum. Onların yollarını kaybetmelerine sebep oluyorlar daha fenası hiçbir yere çıkmayan haritaları ellerine tutuşturuyorlar. Kişisel, ruhsal gelişim adına yapılan bir kötülük var.





24 Nisan 2019 Çarşamba

Beka değil zeka sorunu var


Bunu konuşalım. Ülkede beka değil kesinlikle zeka problemi var. Niyetim, durduk yere kibirli olmak veya ukala görünmek değil. Tabii ki, biraz düşünen insanı bile kibirli kıvama getirecek tuhaf bir azim de var. Öte yandan bilgi süzgecinden geçtiği halde gerçeği “sert söylem” olarak niteleyenler de dolu.
Yine de sözüm herkese!
En azından bir kulağınızı açabilir misiniz?
Öncelikle şunu merak ediyorum. Söylediklerinizi duyuyor musunuz?
Duysaydınız ve daha ötesinde, ne söylediğinizin farkında olsaydınız belki de ebediyen susardınız. Çünkü biz feci derecede kanıksanmış duyarsızlığın pençesindeyiz. Ve toplum olarak iyileşmekle ilgilenmek bir yana aksine daha da pespayeleşiyoruz.

Son dönemde insanlıkla ilgili majör sıkıntı, kavramların içeriğiyle hiç ilgilenilmemesi. Daha açık bir ifadeyle, çoğu kimsenin ne söylediğinden haberinin olmaması!
Sanki insani değerlere karşı otomatik bir duyarsızlaşma halindeyiz ve nedense bunu hiç yadırgamıyoruz. Otomasyonda ilerliyoruz. Hatta ilerleyemediğimiz için sadece konu başlıklarından bahsetmiş oluyoruz. Çünkü içerikle ilgili davranışı örtüştüremiyoruz.
Gerçekten bir gün kendinize “ben ne anlatıyorum?” ve “ne yapıyorum?” şeklinde sorular sorarsanız bilin ki farkındalık kazanmaya doğru gidiyorsunuz. Sakın arkaya bakmayın derim.

Mesela dürüstlükten bahsederken, hatta bunun bir erdem olduğuna dair neredeyse tiratlar atarken daha köşeyi dönmeden dürüst davranamıyoruz. Çünkü bizim için dürüstlük tam anlamıyla nedir ve hayattaki aksiyonu nasıl olmalı meselesini nitelikli olarak düşünmüyoruz. Sadece dürüstlüğün ne olduğuna dair bazı fikirlerimiz var. İçerik yok. Dolayısıyla çok duyduğumuz şeylerin, kendi üzerimizdeki varlığından emin oluyoruz ama tüm bu sandıklarımızdan geçmeyince içerik kaybı yaşıyoruz. Boşluğa sürükleniyoruz.
Tamamı çok yüksek kavramlar olan hak, hukuk, adalet, vicdan, merhamet gibi büyük değerler üzerine sadece bir otomasyonumuz var. Zaten böyle olmalı diye sanıp ama somuta karşılığını koyamıyoruz. Sonunda tabii ki samimiyetsiz kalınıyor. Ve toplumda kimse kimseye ne güveniyor ne de sevgi besliyor. Şüphe, korku ve öfke birikiyor. Çünkü tek mevduatınız korkularınız ve zaaflarınıza dönüşmüş.

Örneğin ahlak ile ilgili konuşurken, karşımızdakine güzel sözler söyleyince sorumluluğumuzun bittiğini zannediyoruz. Oysa hayata akmıyor ve gerçeklik kazanmıyor ki.
Sadece hakkında konuşmayı seviyoruz. Böylece kavrama karşı sorumluluğun da bitti sanıyorsun. Yani ahlak hakkındaki fikirlerim dolayısıyla kendimi ahlaklı kılıyorum. Oysa uygulamaya gelince konuştuklarım vücut bulmuyor, dolaşıma bile girmiyor.
Buna sadece garip bir beyin açmazı dersek insan türüne hakaret etmiş oluruz. Fakat ısrarla sorumluluk almamaya karar verdiysek ve evrimleşmemeye kesin niyetliysek, o zaman beyin açmazı diyelim ve kaderinizi hayat belirlesin. Belki iyi tarafına belki kötü tarafına ama bir yere savrulacağınız kesin…
Özgürlük, hak, saygı gibi büyük kavramlardan bahsettiğinde insan beyni artık onlara karşı sorumluluğunu bitirmiş sayamaz. Aksi halde otomatikman ve garip bir şekilde duyarsızlaşıyor. Kendi eylemlerini, kavramlardan geçirmek zorunda. Fakat içerik o kadar büyük ki, altında eziliyoruz. Daha vahimi içerik saptaması yapamıyoruz.

Birileri eline mikrofonu alıp “birlikten” bahsediyor fakat daha ertesi gün olmadan bahsettiği birlikten uzak hareket ediyor.
Ben haliyle merak ediyorum. Sizin birlik tanımınızın içinde ne var? Belli ki benim birlik tanımımla örtüşmüyor. Ya içeriği hafifletelim ve siz bu kavramın altında ezilmeyin ya da gerçekten sizin için birlik nedir bunu net olarak anlatın…

Temel değerler, insani değerler üzerinden siyaset yapmak sonra da bunu normalleştirmeye çalışmak kadar insanlığa büyük kötülük olduğunu sanmıyorum. Hayatın bizden beklentisi bu olamaz. Birisi şiddet gördüğünde ya da linç edilmeye çalışıldığında, her kim olursa olsun bunun kınanması gerekir. Önünde, ortasında ve sonunda ama olmadan derhal şiddetin suç olduğunu adalet mekanizmasını çalıştırarak göstermek gerekir. Söylemek yetmez hayatta vücut bulması tek doğru olarak kabul edilir.
Aksi halde sosyal medyada zeka sorunlu başlıklar açılıp, şiddet gösterene çanak tutulur. Daha da kötüsü anlamsızlık toplum diye bir şey bırakmaz. Dolayısıyla zekayı koruyamadığın yerden beka da kaçar.

Kabul edelim ki, her türlü içerikten korktuğumuz için aksiyon alamıyoruz. Sadece haktan ve tanımlardan sığ bir şekilde bahsetmek gibi bir yükümlülüğümüz var sanki.
Düşünsenize, dürüstlüğün öneminden bahsedip birilerinin arkasından sürekli dedikodu yapıyorsanız, hala dürüstlükten konuşmanın peşini bırakmıyorsanız, hatta en yüce kavramların sahibiymiş gibi bahsediyorsanız bu laf kalabalığının faydası kime?
Bizim toplumun davranış paterni, belli kalıplarla hareket etmeye ve sadece kavramlardan bahsetmeye o kadar alışkın ki değişmiyor. Otomatik pilotta gibi yaşamlar var. İyi anlamda söylemiyorum. Çünkü otomasyon bize kalıp cümleler getiriyor. Yalan söylememek benim için önemlidir, ben dürüst adamım, sadığımdır aldatmam vs. vs. Peki hayatındaki karşılığı ne? Dürüstlük kovalarken sağına soluna dürüst müsün, en azından kendine dürüst oldun mu?
Sadık olmanın öneminden bahsederken acaba kaç kişiyi nasıl aldattın? Senin için aldatmak sadece özel ilişkiler üzerinden mi yaşanıyor? Belki bir mağazayı aldattın. Ne bileyim ya da birilerine sırf bir şeyler satmak için de onları aldatmış olabilirsin.
Dolayısıyla sadece bahsetmekle, kavramlara olan borcumuzu ödemiş kabul ediyoruz ya kendimizi! Hiç öyle olmuyor.
Adalet peşindeysek adil olmakla başlamak gerekiyor. Adaletin hayattaki karşılıklarının neler olduğuna dair aksiyon almamız önem kazanıyor. Yoksa hiçbir sözün hayata geçmediği sürece bir anlamı da olmuyor. Aksine insanlık sorunu yaratıyor…
İnsan zaaflarıyla çarpışıyor. Kendisini duymadan, kullandığı kelimeleri sorgulamadan inanıp devam ediyor. Hayata geçen versiyonuyla ilgili eşleştirme, örnekleme yapamıyor. Yeni patern oluşturmuyor.
Algıyı hiç açmadan da ölüp gidebilir isteyen. Otomasyonla da idare edebiliyor insan.

Fakat o zaman sorunun bekada değil zekada olduğunu söylerler, hiç bozulma emi...

27 Mart 2019 Çarşamba

Dışarıdan Besleniyoruz

Bir yemek yeme alışkanlığı şeklinde değil. Pratikte elimizde bir menü yok, “Acaba bugün hangi seçimi yaparsınız?” şeklinde soran garson da… Lakin zihnimizin ve deneyimlerimizin tetiklediği haller, bize günlük bir menü sunuyor. Mesela, patronum bugün ne derece zeki olduğumu söylerse belki motivasyonum artıyor. Akşam eşim çok güzel göründüğüme dair bir şeyler fısıldarsa şahane hissediyorum ya da herhangi birinin kıyafetimle ilgili yaptığı iltifatla seçimlerim konusunda üstün bir zevk anlayışı rüyasına dalıyorum. Kitabımı imzalarken yeterli sayıda okuyucu gelmezse kötü hissedebiliyorum çünkü acaba bana yeterince değer verilmiyor olabilir mi? Ya da satış patlaması yaparsam dünyanın en şahane insanlarından biriyim galiba. Bir okuyucu beğenmez ve hiç de hoş olmayan bir laf ederse öfkem mi kabarır, egom mu sarsılır? Bu tür sorularla baş etmem güçleşiyor elbette.

Hatta yolda biri nerdeyse üstümden geçer gibi çarpıp beni görmediğinde hayatta görünmemiş olduğum anılarım mı depreşiyor ve ben hepsini birden önüme alıp deliriyor muyum? Ama elimde bana en son çarpan adam örneği var. Tutar yanı da fazla güçlü değil. Mesai arkadaşım işi beceremediğimi söylediğinde işe yaramaz mı hissedebiliyorum? Belki faydasız! Şu dünyada kapladığım alana yazık yahu tadına kadar varabiliyor süreç. Çünkü yaşadığımız her şeyle ilgili bir duygu üretmek zorundaymış gibi sürekli farklı olaylar yaşasak da duygusal hezeyana boğuluyoruz. Duygularımızı karıştırıyoruz. Sonra konuyla alakası olmayan birileri hiç farkında olmadan bir bam teline falan dokunduğunda tüm duygusal çöpü ona boşaltmak için şehvetli hatta öfkeli bir istek duyuyoruz. Hadi bakalım piyango sana çıktı. Genelde haksızlıklar da buradan doğuyor zaten. Sokağa çıktınız diyelim, etrafta birbirlerine sürekli çöp atan insanları düşünsenize! Ne kadar tuhaf bir görüntü değil mi? Ama biz bunu psikolojik olarak sürekli yapıyoruz. Bunu görmüyor olmamız durumun ne kadar vahim olduğu gerçeğini değiştirmez. Bunu görenler de var. Ve onlar, bu çöplere denk gelmeden parmak uçlarında, aralardan ve derelerden yürüyerek kendi alanlarını korumaya gayret ediyorlar. Elbette hayatın onlara da teklifi oluyor ya da önüne atıyor kaosu, hadi bakalım şimdi ne yapacaksınız Bahar hanım? Aşırı fırlama, piçin önde gideni ve sense of humor kapasitesi çok yüksek hayatın. Dolayısıyla sen termodinamik yasaları bir çıtır biliyorsan teşekkür ederim, ben eşlik etmiyorum demekten başka çare bulamıyorsun. Kafana çöpü yiyor musun? Evet. Farkı ne o zaman? Kişiselleştirmiyorsun, bu hikaye de böyleymiş diye bakıyorsun. Kolay mı bunu yapmak? Seneler alıyor. Hiç değil. Ve hayat hiç vazgeçmiyor senin açıklarını kollamaktan. Bunu bir güvensizlik olarak algılamayın çünkü hayat elindeki materyalden en güçlüsünü yapmak için uğraşıyor seninle. Hadi tamir et oraları daha yüksekte başka işler var niyetiyle uğraşıyor seninle yoksa o kadar da kötü çocuk değil yani.

Bunun en azından başlangıcı bilgi ile duyguyu karıştırmamak. Yani senin şu işi böyle yaptığına dair bilgim var. Davranışımın referansı bu ama bununla ilgili bir duygum yok! Yani senin neden öyle olduğun, olmadığın beni ilgilendirmiyor noktasına alışmakla ilgili. Fakat dışarıdan gelen her türlü söylemden öncelikli olarak etkilenmemekle ilgili.

Kısacası her şekilde, her an ve hepimiz sürekli duygu üretiyoruz. Ve bu korkunç bir hal. Başa çıkılamaz ayrıca bizi dengeden mahrum bırakıyor, yoksunluğa götürüyor. Ve kimseye sürüklenmekten başka çare bırakmıyor.

Tamam, yaptığımız her şeyin eylemcisi kalamıyoruz ve beklentilerimiz var.

Ve maalesef bizim beklentiyi şekillendirmekten başka çözümümüz yok. Ben çok düşündüm, okudum buradan başka bir çıkış bulamadım. Bilen varsa ayrıca e-mail adresime cevap atabilir.

Duygusal sıkışıklık, değerini beklentiler üzerinden tartıyor.

Yaptığım işle anlamlıyım, evliliğimle değerliyim, çocuklarımla tamım. İnsanın eğilimi bu. Üzerinde çalışması gereken ise ben anlamlıyım, sağı solu boş.

27 Şubat 2019 Çarşamba

Aldatma Edebiyatı


“Uçurumdan yuvarlandım, üzerimden tır geçti, boksörün biri beni eşek sudan gelinceye kadar dövdü, Çin işkencesine maruz kaldım. Hiç tanımadığım adamlar beni kaçırıp etlerimi lime lime etti. Birileri saçlarımı koparırken diğerleri tırnaklarımı tek tek söktü. Üzerime koca bir dağ devrildi, yük treni raydan çıkıp son hızla yüzüme çarptı ve kocaman bir gök taşı kafama düşüp beni yakıp kül etti.

Yani aslında ben aldatıldım.

Hem de hunharca ve senelerce. Onu öldürmenin eşiğinden döndüm. Gözüm öyle dönmüştü ki, her şeye ve herkese rağmen kurtulmak istedim ondan. Kendimi ondan kurtarmanın tek yoluydu yok etmek. Tanıdığım bazı kadınlar, yaşadığım şeyin çağın virüsü gibi bir şey olduğuna inanıp susmamı tembihledi. Onlar da öyle yapıyordu. Kimileri ise talihimin kötü olduğuna kanaat getirdi. Fakat kimse çıkıp da temeli en baştan yanlış atılan derme çatma hayatlara sığınıyoruz halimiz böyle perişanlık demedi.
‘Ben aldatılacak kadın mıydım’ sorusu artık vücudumun bir parçası gibi üzerime yapıştı. Aynı soru bir müddet sonra “ben aldanacak kadın mıydım” diye beynimde yankılansa da, sokakta alnıma çalınmış kara bir leke gibi sanki her geçen yüzümü okuyordu. Gariptir, yaşadıklarım için bir tek kendimi suçlamıyordum ama inandığım her kese lanet okuyordum. Öyle ki, biri dönüp adres sorsa, onu bile suçlamak istiyordum. Senin yüzünden! Belkide sen adres sormasan olmayacaktı tüm bunlar. Haliyle pembe hayallerim mora dönmüş, dişi kuş olamadan yuvam kentsel dönüşüme uğramıştı. Adım Esra. Yeni boşandım. Yok kocamı başka bir kadınla basmadım. Öyle bildiğiniz anlamda aldatılmak değil benimkisi. 45 yıl boyunca yaşanan her şey benim bizzat kendimi aldatmamdan ibaret. Başka biriyle olarak falan değil. Ben düpedüz kendimi gerçeklerden kaçırarak aldattım. Kendime hiç şans vermedim.”


Esra, benim hayali karakterlerimden biri. Hatta bu aralar en çığırtkanı. Henüz hayata geçmemiş romanın bir parçası deyin yahut zaman zaman yazdığım kısa hikayelerin bir yerinde olsun fark etmez. Her nereye aitse, sesi o kadar gür ki, hikayeden önce belirdi. Kadın ve erkek arasındaki aldatmanın çok ötesinde bir dram yaşıyor. Hayat boyu inandığı her şey yıkılmış, sarsılmış. Elbette ona bir şey olmuş. Aslında muhtemelen o yaşına kadar da çok şey olmuştur ama artık sonuncusu onu devirebilmiştir. O yüzden sesi çok yüksek çıkıyor. Kendini duyabilmek istiyor. Çünkü meselesi en başa kadar uzanıyor. Fakat yüzeysel bir zeminde tırmalamıyor. Sahiden çok gürültülü bir düşüş bu. Ve aynı zamanda bu çağın kendisi oluyor Esra... Kadın, erkek fark etmeksizin kaçındıkları her şeyle beraber kendilerini derinden aldatan insanlara anlatacak sağlam bir hikayesi var….
O vesile aldatmak ve aldatılmak bu yüzyılda, kadın erkek düzleminde kalamayacak kadar derinlikli bir konu. Cinsiyet ayrımı ya da ahlaki bakış sadece ilizyon yaratıyor.
Dünya edebiyatı ise önceki yüzyılda kadının aldatmasını trajedi olarak kabul ettiği için Tolstoy’dan Anna Karenina, Gustave Flaubert’in kaleminden ise Madam Bovary gibi müthiş roman karakterlerine sahibiz. Dişi kuş olan kadın, kutsal yuvasını kirletip anneliği hiçe saydığından haliyle olaylar trajik hale geliyordu. Yani kadının içsel çelişkilerinin iç yüzüne gitmek yerine yaşadığı hezeyanlar vurgulanıyordu. Tarihi biraz daha yakına çektikçe “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” romanındaki Tomas, kız arkadaşını aldatmadan yapamaz ama ne hikmetse biz aldatan erkeğin trajedisi yerine, ikinci plana atılan yan kadının dramını okuruz.
Televizyonlarda izlediğiniz saray entrikalarında bile padişahın düzenini sorgulamak bir yana kadınların birbirlerine çektirdiği işkenceler konu olur.
Ve her seferinde aldatmak ve aldatılmak meselesiyle sadece yüzleşmek durumu vahimleştirir aslında. Olayın kendisine bakan olmaz.
Birçok insan ise aldatmaya idare ederek iştirak eder. Hayatı, kendini, sevgilisini, kocasını, karısını idare eder. Ve bunun orta yol olduğuna çoktan ikna olmuştur. Oysa idare etmek ne bir orta yoldur, ne de bir yöntem. Nihilizm, varoluş, deizm, egozim, hatta idealizm gibi felsefik bir meseledir. Aldanmış olan ise uyumaya devam eden biricik kendimiz oluruz.



13 Şubat 2019 Çarşamba

Kıçtan Sesler Korosu

Başlık için tereddüt etmeyin yazıyı okuduktan sonra sizin için de poponuzun sesi değerli hale gelecek. Zira ben de şoktayım.
İnsan varoluşuna verdiğim değer itibariyle kendi iç sesimin o kadar da aşağıdan gelmesini anlamlandıramadım. Aslında dürüst olmak gerekirse hala kabul etmiş değilim.
En azından henüz!
Zor günlerden geçiyoruz. Fakat zor günler bile hiçbir vakit anlamını bu kadar boşaltmamıştı. Öyle görünüyor ki, anlamsızlık yeni yüz yılın baş edemeyeceği en büyük problemi olacak.
Durun meseleye geliyorum. Bilgi, zihnimin tüm kıvrımlarında yıkıcı bir etkiyle dolaştığından, hangi dozda ne aktarmalıyım ondan emin değilim...
Öyle ya da böyle insanlık maskesinin hepimizden kaçıp gitmek üzere olduğu günlere yürüyoruz. Adem ve Havva sayesinde insana atfedilen onca yüce değer, dinler, inanç, yaşama amacı ya da adına her ne derseniz deyin veriler, önümüzdeki yüzyılı ve tüm doğru bildiklerimizi tuz buz edecek kadar radikal geliyor.
Tabii ki kafamızı kuma gömüp, bulursak en sevimlisinden bir köy seçip tüm bu anlamsızlık çukurundan kaçmak da mümkün. Fakat bunu yapabilmek bile bir dolu seçenekten vazgeçmenizi gerektirebilir.

Durum şu ki;
yeni bilim dilinin size şunu söylediğini düşünün. Bugüne kadar bildiğin sen var ya, aslında sen gerçekten o değilsin. Sen nesin, kimsin? Bundan da emin değiliz. Ama sen bildiğini sandığın kişi hiç değilsin. Açıklamaları böyle dinleyince çok iyi hissettirmiyor. Açıklama ruhani de değil üstelik. Çünkü o boyuttan gelen bilgilere de duvar gibi bir duyarlılık geliştirdik.
Yeni veriler bize diyor ki; aslında sen de algoritmiksin.
Aslında çevresel dinamiklerin ve çağımızın içimizde cirit attığı saçmalığı bir gerçek olarak yüzümüze tokat gibi indiriyor. Yoksa biz sistemin olmamızı istediği kişiler haline mi geldik? Bir anlamda evet. Diğer anlamda arada kaçaklar da var. Özgün parçanız nerede ya da var mı? İşte onlar kaçaklar, sistemde barınamayanlar, devrim ya da reform yapanlar. Eser niteliğinde işler çıkarabilecek kadar asi olanlar.

Daha detaylı anlatmak lazım. Teknoloji, hayatımızdaki yerini derinleştirdikçe bilim de eş zamanlı olarak kulağımıza başka gerçekleri fısıldıyor. En dikkat çeken haliyle duygularımızın insana has, ruhani bir özellik olmadığını ve herhangi bir özgür irade teşkil etmediği yönünde yapılan çalışmalar var.
Aksine hayatta kalmak ve üremek için hızlı hesaplar yapabilmemizi sağlayan biyokimyasal mekanizmaların askerleriyiz. Yani gücünü sezgiden, esinden ya da özgürlükten değil hesaplamalardan alan bir sinir ağımız varmış.

Tehlike karşısında korku duymamızın sebebi, beyindeki milyonlarca nöronun çabucak gerekli verileri hesaba katıp ölüm riskinin yüksek olduğu sonucuyla ilişkili. Öfke, suçluluk ya da bağışlama gibi ahlaki duygular da grup içi işbirliğini sağlamak için evrimleşmiş sinirsel mekanizmalardan kaynaklanıyormuş. Tüm bu biyokimyasal algoritmalarımız ise milyarlarca yıllık evrim sürecinde yontulmuş.

Genellikle duyguların birer hesaplama ürününden ibaret olduklarını fark edemiyoruz. Çünkü bu seri hesap işlemi farkındalık eşiğimizin çok altında bir yerde cereyan ediyor. Beyindeki hayatta kalma ve üreme olasılığını işleyen milyonlarca nöronu hissedemediğimizden yılanlardan korkmamızın, cinsel eş tercihimizin ya da politika hakkındaki fikirlerimizin esrarengiz bir özgür irade sebebiyle ortaya çıktığı yanılsamasına düşüyoruz.

Fakat vahim olan şu ki; meğer bize yüreğimizin sesini dinlememiz gerektiğini söyleyen liberalizmin ta kendisiymiş. Yani cevapları aradığın içindeki ses değil.

Bu bakışa göre liberalizm, duygularımızın özgür irademizi yansıttığını düşünmekte yanılıyor olsa da bugüne kadar duygularımıza göre hareket etmek uygulamada işe yarar bir yöntem oldu. Çünkü duyguların sihirli ya da hür bir yanı bulunmasa da ne okuyacağımız, kiminle evleneceğimiz ve hangi partiye oy vereceğimiz hakkında karar vermek için kainattaki en iyi yöntem buydu! Bundan her zaman emin olmasam da sanırım buydu demem gerekir.
Ve dolayısıyla duygularımı benden daha iyi anlayabilecek hiçbir harici sistem yoktu.

Kalbimin sesi acaba kimin sesi?

Bu soruyu önümüzdeki yıllarca sıkça sorabilir cevabı da uzun bir süre ya da hiç bulamayabilirsiniz. Çünkü size yüksek bir özgüven ve yanında epey derine inecek kadar fazla bir cesaret gerekiyor.

Yine de özgür irademin olduğunu iddia etmek her açıdan mantıklı çünkü benim kararlarımla şekillendirdiğini sanmak bana iyi geliyor. Ve kimse bunu göremiyor. Yani yabancılar içimde neler olup bittiğini ve nasıl karar aldığımı hiçbir şekilde anlayamazken gizli dahili alanımı kontrol ettiğim yanılsaması içinde yaşamayı sürdürebilirdim. Ama artık emin değilim! Çünkü bilgi zehir gibi sistemime girdi. Ve henüz nereye koyacağımdan şüpheliyim. Sisteme kızgın mıyım? Genlerime bile kızmam ya da hiç tanımadığım atalarıma sövmem bundan daha mantıklı olabilir. Çünkü liberalizm, insanları yüreklerinin sesini dinlemeyi yönlendirmekten başka çaresi olmayan çaresiz bir sistem. Doğrusu mu yapılmış oldu? Sorunun kendisi bile doğru değil ama artık iç sesim de o kadar içeride ve içten değil gibi…

Bu durumda; zekâ, normalde sorun çözme becerisi, bilinç ise acı, neşe, zevk gibi duyguları hissedebilmek olurken liberal dünya bizim nöronlarımızı tahrip etmeye nereden başlamış olabilir?

Muhtemelen Sanayi Devriminin ardından ve İkinci Dünya Savaşı döneminde. En korktuğumuz ve en coşkulu anlarımızda.

Suç yine insanın kendisinde mi? Belki kısmen. Özellikle bir dolu şeye rağmen kullanamadığı iradesi çığ gibi büyüdükçe sistem hedefine ilk kez insanı bu şekilde koyuyor. Tüm işlevlerinden arındırmak üzerine… Üstelik gözetim rejimlerinde yaşayacak olan yeni insanlık önümüzdeki yılların bilim kurgu filmi değil gerçeğin ta kendisi olacak.

Size, Yuval Noah Hariri’nin kitabından okuduğum bilgileri harmanlayıp damıtarak aktarıyorum. Çarpıcı tespitlerin bulunduğu bu kitabın ana fikri, elbette abartıyorum ama sanki insanın kalıbını hiçbir zaman dolduramadığı, bu saatten sonra da buna gerek kalmadığı gibi de okunabilir.

29 Ocak 2019 Salı

ÇIĞLIK


Tarihi bir pasta dilimi gibi dönemlere bölsek öncelikle karşımıza dikilen efsanevi sanat eserleri ile göz göze geliriz. Örneğin, Michelangelo’nun Floransa’dan Roma’ya bakan Davud heykeli. Aslında Medici ailesinin Vatikan’a kalıcı olarak iletmek istediği mesaj; ‘ayağını denk al, her işimize karışma’ şeklindedir. Ve bunu Davud heykeli aracılığıyla söylemeyi tercih ederler. Ailenin, sanata verdiği büyük destek sayesinde Rönesans gibi bir aydınlanma devri yaşanınca haliyle böyle bir güçle, birilerine laf anlatmaya çalışmak zaten abesle iştigal ve basit görünür. Ancak, ortaya heykelimi dikerim gerisine karışmam üslubu maalesef kendini günümüze kadar getirememiştir.
Yoksa bugün düşündüğümüzde Türkiye’de mesela, Koç Ailesi diyelim ki, iktidarla bir sürtüşme içerisine girdi ve konuya ilginç bir sanat eseriyle cevap vermeye niyet etti! Misal yani. Fakat ardından yaşanabilecekler kesinlikle sanata ve sanatçıya dair olmayacağından mesaj da ortada kalırdı. Zaten bir süre sonra ama onlar da böyle yapmamalıydımcılar çıkıp, sanat dediğin gibi tuhaf nutuklar çeker, sonuçta hepimiz sanattan soğurduk. Durumun muhatabı da Michelangelo olsaydı eseriyle beraber ya kaçar ya kendini bir yerden atardı. O vesile sanatın Türkiye’deki karşılığı adeta popüler olan sanılırken aynı zamanda tehlikesiz sular ve gerçekle fazlaca ilişkisi olmayan konular üzerinden döner. Veya ilişkiler sığ bir yerinden tutulur. Ama ilişkilerin o noktaya gelmesine sebep olan gerçekler muhakkak ve hatta sistemli olarak göz ardı edilir. Kültürümüz yüzleşme iklimini sevmez. Soğuk gelir, bünye alışık değildir. Dolayısıyla sanatın sadece ve sadece gerçeği işaret eden kısmı da görmezden gelinir. Zira gerçek içinden geçmekten hoşlanmadığımız Avrasya Tüneli kadar derin ve karanlık da olabilir. Ayrıca bazen geceleri de kapalıdır.

Popüler dediğimiz departman ise eğlence içeren ve gelecekte sanatçıya bile gerek kalmadan algoritmalar tarafından yapılacak başka bir sektör halini almaya başladı. Şimdiden insanların biyokimyası üzerinde etkili olan şarkıların benzerlerini yapay zeka üretebilecek hale geldi. Yani bir anda yüzlerce popüler şarkı sahibi olacaksınız. Hatta size özelleri bile algoritmalar sayesinde önünüze hazır gelecek. Bu durum gerçek sanatçıları mı büyütecek yoksa tamamen ortadan mı kaldıracak bilmiyorum. Ancak algoritma dünyası, gerçeği işaret etmek gibi bir kaygıyla üretim yapmadığından gerçek nedir diye başka kapılar da aralanabilir. Ve muhtemel ki, kişiye özel sunulan gerçeklik yeni dönemin başka türlü bir saçmalığı olabilir. Sonuçta bakmayınca kaybolduğunu sanan alternatif akımlar, onun orada durmaya devam ettiğini görmek istemez. Bu akım, düşününce zengin olacağını vaat ettiğinden, sen fakirlere bakarsan bir nevi uçurumdan yuvarlanırsın.

Yine de bu kadar veriye rağmen sokaklarda mutluluktan coşan insanlar görememek üzücü hale geliyor. Sanki her geçen gün insanlar birbirlerine daha gergin, tahammülsüz ve daha sevgisiz davranıyor. Bunun neden ve nasılı ile elbette ilgileniyorum ama durumu sanatın damarlarından nasıl anlatabilirim sorusu benim açımdan daha nitelikli bir hale geliyor. Beni üretime sürüklüyor, teşvik ediyor...

Henüz halimizi simgeleyen bir sanat eseri görmüş değilim. Dolayısıyla bu çağın belki de en büyük ikonu akıllı bir telefon olabilir. Ayrıca heykelini istedikleri yere dikebilirler zira herkes şu ara kendisine fazlaca tapıyor.

Teknoloji sayesinde, farkında olmadan yeteneklerinden ve becerilerinden hızla uzaklaşan insanın elinde kalan ise içsel dünyasında yaşadığı karmaşa ve kendisiyle kopardığı bağı tekrar kuramamak oluyor. Gerginlik, stres, kavgalar, şiddet, tartışmalar, anlamsızlık çukuru, hızla geçen zaman, yüzeysel ilişkiler de üstüne gelince pencereden baktığınız manzara görünüyor. Kendinizi onlardan biri olarak saymıyorsunuz belki ama sokağa çıktığınız andan itibaren tam da onlardan birisiniz. Ve hepimiz bir süredir sebeplerini başka şeyler de arasak da birbirimize duyulmayan ama aynı türden içsel çığlıklar atıyoruz.

İçinden geçtiğimiz çağı en iyi anlatan resimdir, Çığlık.

Norveçli ressam Edward Munch’un 1895 yılında yaptığı Çığlık isimli tablosu dünyanın en pahalı eserlerinden birisi olmasının yanında ressama yaşattığı olağanüstü duygularla da hatırlanır. Olağan bir günün aniden sıra dışı hale dönmesi, gök yüzünün aniden kızarması, tuhaf bir uğultunun duyulmasıyla durumu tamamen doğanın çığlığı olarak algılar ressam. Sonrasında ise hissettiği derin korkuyu resme döker. Ona göre korku sadece insana ait olan değil, doğanın da yerden göğe kadar yaşadığı bir andır ve Munch buna şahittir. Doğa ile bir olan sanatçı için aslında müthiş bir gerçeği açığa çıkarmıştır. Duygular sadece insana ait değildir, doğanın ve başka türlerin bunu ifade etme biçimi tamamen algılar ötesi olabilir.

İçsel çığlıklarınızı duymanız dileğiyle…

2 Ocak 2019 Çarşamba

Körleşmek ve Aşırı Niteliksiz Şeyler


Böyle bir manifesto yazmak istese insan önce körleşmenin toplumsal anlamı ve uzantısını incelerdi. Sonra neden şeylerin durup dururken niteliksiz diye tanımlandıkları üzerine düşünürdü. En kötü birilerine sorar, işin içinden çıkabilmek adına başka bilgi ve fikirler arasında bir yerlere demirlerdi zihnini.

Eğer Türkiye’de yaşamasaydı!

Artık ülke ikliminden kaynaklanmadığına emin olduğum sürece göre ise tarif ettiğim niteliksiz şeyler bile mumla aranır hale geldi. Ey Vasatizm diye bir yazı yazmıştım.
Çünkü vasatlık en azından “ama neden öyle” gibi bir soruyu masaya koyuyordu. Hiç değilse arada “emin misin” diyen ikilemleri vardı. İşin bir yönüyle kendi içinde bir “namusu” vardı. Vardı da vardı. Size zaman tünelinden bir örnek vereyim.
Akşam ana haberleri sayesinde başını Reha Muhtar’ın çektiği vasat anlayışın, “acı var mı acı” şeklinde yönelttiği soruyla standardı düşen habercilik değil, Reha Muhtar’ın kendisi olurdu. Bunu bilinçli olarak yaptığından, kendini tv’de var edebilmesi için, ilk önce harcaması gerektiğini gayet iyi biliyordu. Ve bozdura bozdura harcadı kendini. Harcadıklarını sonunda şöhret ve reyting olarak topladı. Sayesinde her akşam izlenen travesti kavgaları tuhaf boyutlar kazandı. Ama ilginç bir şekilde iyi yanı toplumda travestileri görünür yaptı. Üstelik ana haberde. Yani vasatlığın kendi normları içinde itilip çekilebilen esnek yanları da vardı.
Yeter ki kuralına göre oyna! Savunduğumdan değil ama vasatlık, sistemin içinde biraz aklı çalışan birinin hızlıca yükselmesine imkan veriyordu. Vasatizme dokunmadığın sürece sivrilebilirdin. Farklı olduğunda yukarı geçiş vizesi kolay alınırdı.
Sonra başka dengeler geldi, devran döndü. Tüm izinler ve vizeler iptal edilmekle kalmadı pasaportlar da toplandı.
Yeni çizgiler çekildi, sınırlar değişti. Vasatlığa bırak dokunmayı selam veremez hale gelindi. Çünkü biri çıkıp “bunlar bize çıplak olduğumuzu söylüyor oysa biz giyinmeyi sevmiyoruz” dedi. Yani tam böyle demedi de, siz anladınız işte!
Yeni seviye olan bayağılık tüm geçmişi aranır hale getirdi.
Çünkü başka duruşlar dikiliyor karşımızda artık. Mesela dolduruşla harekete geçen, sorgulamayan, baksa da görmeyen, sığ ve söylenene/ gösterilene körü körüne inanan…
Ve daha bir sürü şey!
Yine de mesele kör olmak ve niteliksiz şeyler değil, mesele uykuda kalmak için dev bir direniş olması!

*********

HEDONİK FEDAKARLIK TARİFİ

Halk arasında “aman rahatım bozulmasın, çimde oturayım ama kıçımı karınca ısırmasın” güdümüyle sergilenen duruş biçimi. En işgal edeni olmasına rağmen rahatlık alanını terk etmemek uğruna nefes alıyor sanki. Başka da bir şey yaptığı yok çünkü. Farkındalık ezberden. Herkesin söylediği şeyleri onlar da söylüyor. Kişi, buna da şükür deyip hayatını bir gün daha eksiltiyor. Sonuçta beterin beteri var gibi köklü bir inanç sistemiyle donatılmış. Haliyle isyanını da doya doya yaşayamıyor. Hissettiği de meçhul. Annem bizden daha fedakardı, bizim için canını dişine taktı gibi geçmişe dönük minnetleri var. Ama sorsan geçen bayramı bilmem nerde geçirmiştir. Olsun, insan hayatıdır elbette çelişki dolu olacak diyorsun ama yine bir yerde ayar tutmuyor. Fedakarlık idealleştiğinde egolar tavan yapıyor. Arkadaşlıklar konteks ve bağlam içeriyor. Kiminle anlaştığın değil de hangi bağlamda kendini gördüğün önemli. O resim içinden sana bakıldığında sen de onlarda biri olmalısın nihayetinde. Kendini kendinle değil de çevrenle konumla!
Zaten kimileri genelde kocalarını/karılarını olduğu gibi kabul etme “fedakarlığı” karşılığında toplumdaki dul statüsüne “düşmüyor.” Kabul edilmenin getirdiği “evlilik locası” ve aile toplumundaki konforu onun zaten varoluşu.

Günün sonunda “kurumsal ailecilik” gibi bir şeyler çıkıyor ortaya. Hedonik Fedakarlık ise kendiyle yakınlık kuramayan insanların başkalarıyla beraber tutundukları yegane dal oluyor.