13 Şubat 2019 Çarşamba

Kıçtan Sesler Korosu

Başlık için tereddüt etmeyin yazıyı okuduktan sonra sizin için de poponuzun sesi değerli hale gelecek. Zira ben de şoktayım.
İnsan varoluşuna verdiğim değer itibariyle kendi iç sesimin o kadar da aşağıdan gelmesini anlamlandıramadım. Aslında dürüst olmak gerekirse hala kabul etmiş değilim.
En azından henüz!
Zor günlerden geçiyoruz. Fakat zor günler bile hiçbir vakit anlamını bu kadar boşaltmamıştı. Öyle görünüyor ki, anlamsızlık yeni yüz yılın baş edemeyeceği en büyük problemi olacak.
Durun meseleye geliyorum. Bilgi, zihnimin tüm kıvrımlarında yıkıcı bir etkiyle dolaştığından, hangi dozda ne aktarmalıyım ondan emin değilim...
Öyle ya da böyle insanlık maskesinin hepimizden kaçıp gitmek üzere olduğu günlere yürüyoruz. Adem ve Havva sayesinde insana atfedilen onca yüce değer, dinler, inanç, yaşama amacı ya da adına her ne derseniz deyin veriler, önümüzdeki yüzyılı ve tüm doğru bildiklerimizi tuz buz edecek kadar radikal geliyor.
Tabii ki kafamızı kuma gömüp, bulursak en sevimlisinden bir köy seçip tüm bu anlamsızlık çukurundan kaçmak da mümkün. Fakat bunu yapabilmek bile bir dolu seçenekten vazgeçmenizi gerektirebilir.

Durum şu ki;
yeni bilim dilinin size şunu söylediğini düşünün. Bugüne kadar bildiğin sen var ya, aslında sen gerçekten o değilsin. Sen nesin, kimsin? Bundan da emin değiliz. Ama sen bildiğini sandığın kişi hiç değilsin. Açıklamaları böyle dinleyince çok iyi hissettirmiyor. Açıklama ruhani de değil üstelik. Çünkü o boyuttan gelen bilgilere de duvar gibi bir duyarlılık geliştirdik.
Yeni veriler bize diyor ki; aslında sen de algoritmiksin.
Aslında çevresel dinamiklerin ve çağımızın içimizde cirit attığı saçmalığı bir gerçek olarak yüzümüze tokat gibi indiriyor. Yoksa biz sistemin olmamızı istediği kişiler haline mi geldik? Bir anlamda evet. Diğer anlamda arada kaçaklar da var. Özgün parçanız nerede ya da var mı? İşte onlar kaçaklar, sistemde barınamayanlar, devrim ya da reform yapanlar. Eser niteliğinde işler çıkarabilecek kadar asi olanlar.

Daha detaylı anlatmak lazım. Teknoloji, hayatımızdaki yerini derinleştirdikçe bilim de eş zamanlı olarak kulağımıza başka gerçekleri fısıldıyor. En dikkat çeken haliyle duygularımızın insana has, ruhani bir özellik olmadığını ve herhangi bir özgür irade teşkil etmediği yönünde yapılan çalışmalar var.
Aksine hayatta kalmak ve üremek için hızlı hesaplar yapabilmemizi sağlayan biyokimyasal mekanizmaların askerleriyiz. Yani gücünü sezgiden, esinden ya da özgürlükten değil hesaplamalardan alan bir sinir ağımız varmış.

Tehlike karşısında korku duymamızın sebebi, beyindeki milyonlarca nöronun çabucak gerekli verileri hesaba katıp ölüm riskinin yüksek olduğu sonucuyla ilişkili. Öfke, suçluluk ya da bağışlama gibi ahlaki duygular da grup içi işbirliğini sağlamak için evrimleşmiş sinirsel mekanizmalardan kaynaklanıyormuş. Tüm bu biyokimyasal algoritmalarımız ise milyarlarca yıllık evrim sürecinde yontulmuş.

Genellikle duyguların birer hesaplama ürününden ibaret olduklarını fark edemiyoruz. Çünkü bu seri hesap işlemi farkındalık eşiğimizin çok altında bir yerde cereyan ediyor. Beyindeki hayatta kalma ve üreme olasılığını işleyen milyonlarca nöronu hissedemediğimizden yılanlardan korkmamızın, cinsel eş tercihimizin ya da politika hakkındaki fikirlerimizin esrarengiz bir özgür irade sebebiyle ortaya çıktığı yanılsamasına düşüyoruz.

Fakat vahim olan şu ki; meğer bize yüreğimizin sesini dinlememiz gerektiğini söyleyen liberalizmin ta kendisiymiş. Yani cevapları aradığın içindeki ses değil.

Bu bakışa göre liberalizm, duygularımızın özgür irademizi yansıttığını düşünmekte yanılıyor olsa da bugüne kadar duygularımıza göre hareket etmek uygulamada işe yarar bir yöntem oldu. Çünkü duyguların sihirli ya da hür bir yanı bulunmasa da ne okuyacağımız, kiminle evleneceğimiz ve hangi partiye oy vereceğimiz hakkında karar vermek için kainattaki en iyi yöntem buydu! Bundan her zaman emin olmasam da sanırım buydu demem gerekir.
Ve dolayısıyla duygularımı benden daha iyi anlayabilecek hiçbir harici sistem yoktu.

Kalbimin sesi acaba kimin sesi?

Bu soruyu önümüzdeki yıllarca sıkça sorabilir cevabı da uzun bir süre ya da hiç bulamayabilirsiniz. Çünkü size yüksek bir özgüven ve yanında epey derine inecek kadar fazla bir cesaret gerekiyor.

Yine de özgür irademin olduğunu iddia etmek her açıdan mantıklı çünkü benim kararlarımla şekillendirdiğini sanmak bana iyi geliyor. Ve kimse bunu göremiyor. Yani yabancılar içimde neler olup bittiğini ve nasıl karar aldığımı hiçbir şekilde anlayamazken gizli dahili alanımı kontrol ettiğim yanılsaması içinde yaşamayı sürdürebilirdim. Ama artık emin değilim! Çünkü bilgi zehir gibi sistemime girdi. Ve henüz nereye koyacağımdan şüpheliyim. Sisteme kızgın mıyım? Genlerime bile kızmam ya da hiç tanımadığım atalarıma sövmem bundan daha mantıklı olabilir. Çünkü liberalizm, insanları yüreklerinin sesini dinlemeyi yönlendirmekten başka çaresi olmayan çaresiz bir sistem. Doğrusu mu yapılmış oldu? Sorunun kendisi bile doğru değil ama artık iç sesim de o kadar içeride ve içten değil gibi…

Bu durumda; zekâ, normalde sorun çözme becerisi, bilinç ise acı, neşe, zevk gibi duyguları hissedebilmek olurken liberal dünya bizim nöronlarımızı tahrip etmeye nereden başlamış olabilir?

Muhtemelen Sanayi Devriminin ardından ve İkinci Dünya Savaşı döneminde. En korktuğumuz ve en coşkulu anlarımızda.

Suç yine insanın kendisinde mi? Belki kısmen. Özellikle bir dolu şeye rağmen kullanamadığı iradesi çığ gibi büyüdükçe sistem hedefine ilk kez insanı bu şekilde koyuyor. Tüm işlevlerinden arındırmak üzerine… Üstelik gözetim rejimlerinde yaşayacak olan yeni insanlık önümüzdeki yılların bilim kurgu filmi değil gerçeğin ta kendisi olacak.

Size, Yuval Noah Hariri’nin kitabından okuduğum bilgileri harmanlayıp damıtarak aktarıyorum. Çarpıcı tespitlerin bulunduğu bu kitabın ana fikri, elbette abartıyorum ama sanki insanın kalıbını hiçbir zaman dolduramadığı, bu saatten sonra da buna gerek kalmadığı gibi de okunabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder