27 Aralık 2011 Salı

‘KADIN ELİ’

Olmadığı yerde- savaştan katliama her türlü fenalık vardır.
Örneği var.
Aylar öncesinde; Sırrı Süreyya’nın internette izlettiği görüntüleri hala unutamamış olmam can sıkıcı. Öyle gizli görüntüler değil. Youtube’da arayınca çıkanlardan. Maraş Katliamı’na ilişkin bir belgeseldi.
Bir anda aşağı mahalleden/yukarı mahalleden (bana sorarsanız cehennemin dibinden) gelen ‘insanlar’ (insan olduklarına emin değilim) evlerin içlerine dalıp- Alevi ailelerin erkeklerini, kadınlarını hatta bebeklerini kimi bulurlarsa öldürüyorlardı.
Kenan Evren; bir bebeği bile Alevi doğduğu için bacaklarından ayıranların olduğunu anlatıyordu, belgeselde. Akıllı almaz görüntülerdi. Ortaçağ hortlamıştı sanki insanların içinden.
Sonra Alevi olmayanların yaptığı insanlıklara da yer verilmiş. Kadının biri kocasını devirerek kapıdan çıkıyor ve mahallede tanıdığı birkaç genç kızı evine alıp saklıyordu.
Evde o günü yaşayan genç kızlar anlatmış. Kadın, kocasının tüm itirazlarını susturup, kızları dışarıda kurda kuşa yem etmemiş. Bana dokunmayan dememiş.. İki can daha kurtarabilirsem ne mutlu bana diye yaptığının arkasında durmuş. Olayı başlatanlar, kapısını çaldığında ise hepsini kovalayıp, içeriye aldığı kızları saklamış.
O gün bunu yaşayan kadınlardan birinin kucağında çocuğu vardı anlatırken; bugün nefes alıyor olmasını- omzundan onu içeriye çeken bir ‘kadın eli’ olduğunu gözyaşları içinde sanki yeniden yaşıyordu.
Omzundan çekip onu hayata yapıştıran eli- senelerce öptüğünü anlatıyordu.
Katliamın her türlüsünün kuş bakışı analiz edilmesine oldum olası alışamadım. O anları yaşayan insanları dinledim hep. Katliamın hayatlarını nasıl kırıp- büktüğünü anlamaya çalıştım. Tek başına bir katliam ismini tartışmak, meselenin yanından bile geçmemiş olmak benim için.
Diğer yandan; her halükarda katliamları konuşarak, deşerek- Türkiye’nin hayat damarlarından birini açtığını da düşünüyorum. Keşke daha erken konuşabilmeye başlasaydık, üstünü örtmeseydik.
Ama önemli bir şey daha var.
Ne kadar katliamları konuşursak konuşalım- beynimize- ‘kadın eli’ denen vicdanı koyamadığımız sürece, katliamları kendimize tekrar tekrar yaşatmaktan ileri gidemeyiz. Bu- bizi bir süre sonra öteki uca iter.
Boş tartışmalar yaşamadan- ‘kadın eli’ni anlamak lazım. Avucunun tam ortasında merhameti taşır- o el, mahremiyeti saklar. Aynı yerde şefkati büyütür. Zalimliği uzaklaştırır, cehalete çalım atar. Yoksulluğu yaklaştırmaz. Erkeğinin elini tuttuğunda içine merhameti koyar.
‘Kadın eli’ olduğu yerde katliam da olmaz.


YİĞİT’İN VADİSİ
Hayatımda gördüğüm en absürt başlıklardan birini izliyorum. Yine komplo teorileri, yine acayip acayip senaryolar ve yine karşınızda Yiğit Bulut. Olağanüstü başlığı ise ‘Türkiye “özünü” arıyor’.
Kurtlar Vadisi’nde açılan önemli bir boşluğun yerini- haberi olsa hemen doldurabilecek kadar ‘komplemanai’ içeriyor bünyesi. Fakat başbakanın dışında; başbakana yakın isimler dahil- başka çevrelerin de rahatlıkla öfkesini üzerine çekmesi ise acayip bir başarı.
Yani yarın- öteki gün başbakan; ‘yok kardeşim ben yapmıyorum- tamam bu kadar, emekliyim’ falan dese Yiğit ne yapar acaba diye düşünürken; buldum!
Başrollerinde kendisinin oynayacağı ‘Son Osmanlı’nın Yiğit Vadisi’….


BAŞBAKAN İNSAN DEĞİL Mİ?
‘İkinci Erdoğan dönemi’ni yazdığımdan beri beğenenlerin yanında ‘amma övmüşsün Erdoğan’ı tepkileri de alıyorum.
Yeterince açık olamadım herhalde; ‘İnsan Erdoğan’ı anlattım, elimden geldiği kadar, demek ihtiyacı hissettim.
Kendi kriterlerime göre- her insanın, sadece insan olduğu için bile övülmeyi hak ettiğine inanıyorum. Varlığına saygı duyuyorum. Fikirlerine katılıp katılmamam yaşadıklarını görmemem için beni körleştirmiyor.
Erdoğan’ın büyük bir dönüşüm yaşadığını görmemek için O’na bakan gözlerin kör olması ya da şartlanmışlıklarla giyinmiş olmak gerekir.
Aslında dikkatli okuyanlar iyi yakalamışlar. Erdoğan’ın neden ikinci dönemine girdiği gözlemlerimi.
Biraz daha açıyım; Benim için; Başbakan’ın miladı- seçimleri falan değildi. Annesini kaybeden Erdoğan’ın, kendine ayrı bir milat açmak zorunda kaldığını ve bu miladın önemli ve olumlu olduğunu anlatmaktı.

23 Aralık 2011 Cuma

İKİNCİ ERDOĞAN DÖNEMİ

Bir erkeği hayata bağlayan sebepler arasına mutlaka bir kadın dokunur. İlla aşkı olmak zorunda değil. Annesi, kardeşi ya da belki de- hiç kan bağı olmadığı uzaktan uzağa gördüğü bir kadın.
Kimisi hayatı boyunca hiç konuşamamıştır ama çok sevmiştir. Başka bir şey vardır onda, diğerlerinde olmayan.
‘O kadın’ için yolunu değiştirir. Bütün yollar ‘o kadına’ çıkar gibi- gitse de yolda başka kapılar açılır. Ama sonunda ‘o kadın’ olacaktır. ‘Başka türlü çekilmez o kadar yol’ der.
Bir gün geriye dönüp aldığı mesafeye baktığında ise artık ‘o kadın’ olmaz.
Bir çok erkeğin gizli hikayesidir bu.
Bana Tayip Erdoğan’ı hatırlatıyor.
Annesini kaybettiği günden beri başbakandan çok öte kırılgan bir çocuk.. Bizim televizyonlarda gördüğümüz gözü yaşlı başbakandan çok daha fazla üzgün bir çocuğu var içinde, boynu bükük.
Annesiz kaldığını iliklerine kadar hissetmiş.
Ameliyata girmeden önce kararsız bir yüzü vardı Erdoğan’ın. Ameliyattan sonra ilk kez kameraların karşısına çıktığında annesinden ayrı düşmüş kalbi açık başka bir Erdoğan vardı televizyonda bu kez.
Tüm bunları bana yazdıran ise “Müslüman Toplumlarda Değişim ve Kadının Rolü Konferansı’nda yaptığı konuşma oldu.
Kalbindekileri ‘ayağının altını öpeceğim annemden mahrumum’ cümlesiyle içtenlikle anlattığı sözlerinde; kadınların medeniyetlerde değişimin kucaklanması için üstlendiği rolün büyüklüğüne vurgu yaptı. Fransa dahil bir çok meseleye değindi.
Diyebilirsiniz ki ne var bunda? Bunları daha önce de söylemişti!
Orada durun diyeceğim. Çünkü bunları daha önce evrensel normlar değerinde değil, basma kalıp haliyle söylemişti.
Bu kez annesiz kalan Erdoğan, kadının neleri dönüştürdüğünü bilen bir başbakan vardı.
Son konuşması ise enine boyuna ölçüp incelendiğinde her cümlesi, kodları evrensel mezuranın ölçüsüyle kesilip biçilmiş kadar özenliydi..
Futurist bakışıyla söyleyebilirim ki; Erdoğan, değişime damgasını vuracağı ikinci dönemine Aralık 2011 itibariyle girmiştir.
Muhalefetin henüz bu rüzgardan haberi yok. Aslında olması sürpriz olurdu.
Tarih Erdoğan’ı iki dönem olarak hatırlayacak. Annesinden önceki ve annesinden sonraki.


ANKARA HAVASI

Kesinlikle başka bir dokusu ya da moda olan tabiriyle aurası var, Ankara’nın. Başka türlü açıklamak mümkün değil. İstanbul’a geldiklerinde yerli yerinde konuşan siyasetçilere Ankara’ya gidince başka şeyler oluyor.
Özellikle CHP kanadında bu yönde çok fazla iz var.
CHP Ankara’da zor günler geçiriyor. Değişimi yakalamak bir yana gerilere düştüğü arka kapıları açmayı tercih ediyor.
Bir çok yabancı analistin dediği gibi; ‘Ankara havası kimilerine astım yapıyor’ olmalı.

10 Aralık 2011 Cumartesi

LA FURTUNA 10

“Kaçabilen canını kurtatır”



Akşam İsmet, soluğu Sami’nin meyhanesinde aldı. Hayatının sorusuyla yumruk yemiş kadar ağır hissediyordu bedenini. Sami daha kapıda görür görmez anladı İsmet’in halini, hiç sormadan bardağını, mezesini masasına koydu. Birkaç müşterinin daha rakısını doldurduktan sonra İsmet’in masasına oturdu. ’’yüzün kararmış be paşam’’..
İsmet kafasını güçlükle kaldırıp cevap vermek istedi ama zorlandı. Göbeğinden masaya sıkışan Sami, sandalyesini biraz daha geriye itti ; “bu sefer ne oldu?”
İsmet rakısından bir yudum içti etrafa baktı; “bitmiyor Sami, bitmiyor. Benim çilem bu, bitmiyor. Öz oğlum ama onların kopyası sanki. Benden tek parça almamış. Dedesi gibi konuşuyor, anası gibi düşünüyor, ikisi gibi evde. Sanki gidenler Ensar’da yaşıyor. Hepsi bana kendimden vazgeçtiğim zavallılığımı hatırlatıyor. Öldüler ama ölmediler. Ölen yok! Bugün kalkmış ‘hayatımız kaç kilo eder’ sorusuyla dolaşıyordu çarşıda. Neymiş.. insanın duyguları kiloya denk gelse daha kolay olmaz mıymış. Bu soruya ne cevap verilir Sami!..
Kapıdan giren başka bir müşteriye kafasıyla selam veren Sami; ’’Sen bu soruya cevap veremediğin için mi bozuluyorsun paşam?”
-Senin verecek cevabın var mı peki?
-Elbet var paşam… Benim çocuğum yok bilirsin. Biz Kırklareli’nden canımızı kurtararak geldik hanımla. Toprağımızı satacak vaktimiz bile olmadı. Ah o Cevat Rıfat dedikleri mendeburu bir elime geçirsem! Şişirdikçe şişirdi milleti!
-Sami ben ne diyorum, sen hala Cevat Rıfat’dan bahsediyorsun.
-Nasıl bahsetmeyim. Karım kahrından öldü. Trakya Olayları dediler, üstünü örttüler. Toprağımı, zararımı bile ödemedi devlet. Şimdi küçücük meyhanede tek başına kaldım. Her şey bir yana, karımı çok özlerim. Senin oğlan güzel sormuş! Hatta şu Cevat bu meyhaneye yanlışlıkla da olsa bir gelse bak gör yapacağımı!
-Sorunun cevabı mı bu?
-Sorunun cevabı; benim hayatım 1 kilo bile etmez paşam!
-O nasıl oluyor Sami?
-Ben ölünce meyhane kapanır mı?
-Kapanır herhalde.
-Arkamdan içki bulamayan sarhoşlar ağlarsa, onların göz yaşları da- herhalde 1 kilo çeker. Anca o kadar ederim.
Sami de şaşırmıştı söylediklerine. 1934 yazında kaçarak geldiği İstanbul’da, hiç sorgulamamıştı ne kadar ettiğini.
Kominin işaretiyle mutfağa kontrol etmeye giderken, İsmet’in göğsü sıkıştı. Sümbül’ün öldüğü geceden beri içi sessizdi, kıpırtı yoktu. Yüreği karısını özlemiyordu ama onun öldüğü gece ve ertesi gün kendini uzun uzun sorgulamıştı, konuşmak istemişti Şeyh Rüstem’le ama yapamamıştı.
O günden sonra kapandığı sessizliğini Ensar’ın sorusu bozmuştu sanki bugün. Artık- o sessizlik büyüsünden eser yoktu.
Masada tek başına kaldığında omuzlarına başka bir ağırlık çöktü. Kendi kendine içinden konuşmaya başladı. ‘15’inde anasından-babasından kopan korkak Ari, yapamadın arkadaşlarınla gidemedin. Onlar dağın ötesine giderken sen saklandın. Sonra şeyhin yanında buldun kendini. Oldun İsmet Ensarioğlu. İstanbul’dan vazgeçemedim, kendimden geçtim. Ne adım kaldı, ne dinim. Sözde doğru yolu buldum… İçmediğim gece mi var? Hangi yol? Ben hiçbir yola gidemedim. En acısı; hasta olduğum gecelerde içki içemiyorum.
O gecelerde aynaya baktığımda 15 yaşındaki çocuk görünüyor gözüme. Piçin sorusu hiç değişmedi! Hep aynı. ‘beni neden bıraktın?, neden vazgeçtin benden?
Hala 15’indeyim ben, hala buradayım’ diyor. İçim yanıyor içim!!!. İçimdeki piçi çıkaramadım! İçim yanıyor içim!!!
***
Sümbül hayattayken böyle gecelerde eve gider karısını uyutmazdı.
Şeyh’den korkusuna huysuzluk çıkaramazdı evde. Yollarda bağıra bağıra giderdi eve. Sonra karısının odasına girdiğinde önce etrafında dolanır uyumuş mu diye iyice kontrol ederdi.
Yatağın altına sakladığı şişeyi çıkarır biraz daha içerdi. Sümbül’ün şansı varsa böyle sızardı olduğu yere.
Sümbül kocasının eve içkili geldiği gecelerde ayık olmaya katlanamazdı. İsmet küfür eder, döverdi karısını. Sümbül kocasıyla içmeye alışmıştı- öyle gecelerde en azından zevk alıyordu ama kocasının dut gibi geldiği gecelerden nefret ediyordu. Beraber kadehleri tokuştururken yumuşattığı adam, dışarıdan içkili gelince nefretini de dışarı salıyordu. İninden kaçan hayvan gibi dönüyordu eve.
Sümbül, kocasının dönüş saati gecikince meyhaneye gittiğini anlar, Ensar’ı başım ağrıyor bahanesiyle dedesiyle yatırırdı. Odasına girdiği gibi de içmeye başlardı. İsmet geldiğinde tek başına kalmak istemiyordu, kendisi de içmişse kocasının altına girmeyi beceriyordu. Bedeni yumuşacık olurdu, sözleri cilveli dökülürdü dilinden. Omuzlarının üstünden konuşur, göğüslerini dikleştirirdi İsmet’e bakarken- İsmet onu böyle görür görmez tepesine binerdi. Okşamaya gerek bile duymadan soyardı karasını. Kafasındaki tülbente takardı geldiğinde; başındaki örtüyü çekerdi ilk. Kollarını çizerdi, bacaklarını ısırır tırnaklarını kadının bütün vücuduna geçirirdi. Bazen saçlarına öyle asılırdı ki kopartacak kadar eline dolardı saç tellerini.
Mücadele ederdi Sümbül’ün bedeniyle. Bütün hıncını, nefretini karısının bedeninden alırdı.
Ama karısının içine girince garip bir şey olurdu. Az önce kıyametleri koparan, karısını oradan oraya dolayan adam kaybolurdu. Ruhu ısınırdı karısında. En çok da bundan nefret ediyordu. Biliyordu birazdan sakinleşecekti ve en kötüsü de ihtiyacı vardı.
Karısının içinde uyuşuruyordu. Dili damağına yapışıyor, bütün bağları çözülüyordu. İsmet’i en çok bu duygu yıkıyordu. Muhtaçtı Sümbül’e.. Özgürlüğünü ona teslim etmiş gibi hissediyordu.
Hıncının en büyüğü ise Sümbül’ün kocasına uymadığı gecelere denk gelirdi. Karısı o gecelerde karşısında korkudan kas katı kesilir, titrerdi. İsmet önce baş örtüsünü çıkarır, saçlarından doladığı gibi odanın öbür ucuna atardı karısını. Yüzüne defalarca vururdu. Karısı ağlasa da, dur dese de vururdu. Yere düşse tekmeyle vururdu. Çırılçıplak soyardı, içmediği için dokunmazdı. Sümbül’ün içmeyen bakışları onun nefretini daha da arttırırdı. Suçlayıcı, alaycı bakışlardı onlar. İsmet’in yetersizliğini, zayıflığını ortaya koyuyordu. Nefret ediyordu öyle zamanlarda karısının gözlerinden. Böyle geceler çok zor sakinleşirdi, İsmet… Karısının gözlerine baş örtüsünü bağlayıp, çırılçıplak soyduktan sonra beraber olurdu. Baş örtüsünü Sümbül’ün gözlerinde özellikle muhafaza eder, döve döve yine yapacağını yapardı. Gözlerini görmek istemediği tecavüzlerde sabah olmak bilmezdi Sümbül’e.. İsmet sızdığında vücuduna pansuman yapar, yaralarını kapardı.
Sümbül, babasına hiç bir şey belli etmemişti. Şeyh bazen; ‘içerden sesler geliyor’ imasında bulanacak olsa- ya kendi kabus gördüğünü söylerdi ya da İsmet’in kabus gördüğünü söyleyip konuyu geçiştirirdi.
Kanatları açılmadan kapalı kalmıştı Sümbül’ün… Öldüğü geceye kadar İsmet’in ve şeyh babasının kanatları altında sıkıştı. Oğluna açacak tek kanadı yoktu. Kanadının altına gizledi götürdüklerini.
İsmet bugün dükkanda anlamıştı. Sümbül’ün kanadını Ensar kaldırmıştı.
Aynı soru vardı. ‘Ya öğrenirse?’.. endişesini atamıyordu içinden.





**devam edecek**