24 Kasım 2010 Çarşamba

Ravyoli Dolgunluğunda Seksi

Dans ettiği partnerini uzaktan idare edebilen birini tanıyorum.
İlk kez karşılaşıyorum uzaktan kumanda dansla.
Hem uzak olup hem de sıcak olabileniyle üstelik…

Yeni bir dönem başlattı O. Gazeteciyim, şuyum, böyleyim demedi, pistlere bıraktı kendini. ‘Gazeteci ciddi adamdır’ tabusu falan bırakmadı ortada.
Güneri Civaoğlu’ndan bahsediyorum. 50 Dakika’nın konuğu oldu.

O yanıma gelmeden önce de başbakanın söylediği meşhur
‘3 çocuk yapalım’ tartışmasını henüz noktalamıştık. Arkadaşlarım son günlerin meşhur ‘yetmez ama…’ başlığına atıfta bulunurcasına gizli kinaye yapmışlar. ‘Yetmez ama 3’ başlığını atmışlar tartışmaya.

Kime sorduysam pişman edildim. Meğer ne büyük yaraya parmak basmışız 3 çocuk tartışmasıyla… Ekonomik koşullardan girildi, ‘yaşlılık da güzeldir’ reveransıyla çıkıldı yayından. Meğer ne zormuş ilerleyen yaşları kucaklamak bazılarımıza.
Mesele burada kalsa iyi!
‘Bekar anneliği’ de gündeme getirmemle ayrı bir kıyamet koptu.
Ama ilk değil ki. Yayınlarımda söz ne zaman ‘bekar anne’ vurgusuna gelse ya terslenirim, ya da konuyu değiştirmek adına ne sudan tartışmalar çıkar bir bilseniz.
Soru basit halbuki. Bekar anne olabilmenin yolu önce yasal olarak açılabilecek mi? Daha bir kez cevap almışlığım yok soruya. Ne kadar zor olduğundan bahsedenlerin dışında. Hevesli olduğumdan değil. ‘Kafamızın içindeki kilitleri kırar mıyız’ diye merakımdan soruyorum.

Sonunda programın ikinci bölümüne geçiyoruz ve klasik söylemlerden uzak biri geliyor yanıma doğru. Yüzüm bile gerginliğini bırakıp, tebessüme dönüyor. Çoluk çocuk meselelerini bir kenara koyup bu kez kadının ta kendisini soruyorum konuğum Güneri Civaoğlu’na.
Çapkın olmadığını söylüyor. ‘Ama nedense çapkın olduğuma dair bir algı var. Ben de anlayabilmiş değilim’ diyor.
Sonra soruyorum; Ertuğrul Özkök yazılarında hep balık etli kadını ideal güzeli olarak anlatır, senin kadının nasıldır? diyorum.
Balık etli kadın sevdiğini söylüyor. Dokunmadan aktarıyorum aşağıda söylediklerini;

Kadın erkek ilişkisinden biraz bahsetsene;
‘Erkek çapkınmış falan bunlar laf. Kadın seçer ama erkek seçmiş izlenimi verir kadınlar. Biz de bu konuda epey budalayızdır. Sanki adam kendi yapmış, kadın da direnmiş gibi bir senaryo uygulanır.

Çapkın mısın peki?
Çapkın algılanıyorum. Hayret bir şey. Hiç anlamıyorum neden?

Aslında çapkın değilsin ama öyle mi?
Güzel kadın elbette severim. Doğada güzel denizi seversin, manzarayı seversin, mavi hoş bir gök seversin, resim, heykel, kitap seversin. Kadın da tüm güzelliklerin önemli bir parçası.
Sanatın içinde bir esin kaynağı. E o zaman kadını da sevmemem mümkün değil.

Senin ideal kadın tarifin ne, mesela Ertuğrul Özkök her seferinde balık etli kadın tasviri yapıyor köşesinden?
Ben de balık etli severim. Hatta ben ‘Ravyoli dolgunu’ diyorum. Kadınlar nedense selülitten korkarlar. Aslında az bir selülitin kadına hoşluk, yumuşaklık vereceğini düşünüyorum.
Mesela Demi Moore’un çok hayranıydım. Ama Striptiz filmi yaptı ve o borulara tırmanarak sirk cambazı gibi dans etti. O filmden sonra Demi Moore’dan soğudum. Ben daha yumuşak, daha kadınsı tipleri seviyorum. Benim güzellik anlayışımı en güzel ‘Güzelliğin Tarifi’ kitabında anlatılmış. ’’Denizin yüzeyinde hangi fırtınalar eserse essin derinliklerinde bir kum taneciği bile kımıldamaz. Duru bir güzellik vardır, suyun altında. Venüs güzelliği de budur’’.

Güneri Civaoğlu’nun kadın seksiliğine yeni bir anlam kazandırdığını düşünüyorum. ‘Ravyoli Dolgunluğu’ kadınları mı geliyor bilinmez ama selülitin özgürleştiği bir model bu haberiniz olsun.

20 Kasım 2010 Cumartesi

‘ÖZGÜRLÜKLERİN HE-MANCİLERİ'!!!

Başlık benim masumiyetimden, geçmişimden, ilk erkek kahramanım
He-man’den.
Hatırlar mısınız?
He-man tam aksiyona geçeceği anda çekerdi kılıcını, avazı çıktığı kadar haykırırdı. ''Gölgelerin gücü adına güç bende artık'' derdi. Sonra teker teker haklardı bütün kötüleri. Gölgelerden, özgürlüklere kadar uzanırdı He-man’in hikayeleri.
Bizim gibi…
‘Gölgede bıraktığımız ne varsa özgürlükler adına hepsini dışarı salalım. Kalmasın tabumuz, gizlimiz saklımız, küsümüz olmasın artık’.
He-man derdi bunları.

Rüya bu yine bırakmıyor. He-man geldi yanıma, elinde renk renk bir sürü kalem vardı. ‘bu kalemleri sana versem, yazdığın ne varsa gerçek olacak desem, önüne renk renk dizsem hepsini ne yazarsın?’ diye sordu!.

***
O’nu ilk gördüğümde ben 20’lerin başında, O da henüz 50’lilerinin başındaydı. Ama cildi pırıl pırıl, saçları gür, sesi yumuşacıktı.
Yıllardır izlediğim kadın yoktu karşımda, başka biriyle beraberdim.
Elini uzattı. ‘Duygu Asena ben Baharcım seni ilgiyle izliyorum’ dedi. Ufuk’la uzun uzun konuştular sonra Habertürk’te işe başladı.
Öyle çok önyargım vardı ki O’na.
Feminist miydi? Erkek düşmanı mıydı, kimdi?
Öyle ya! kime erkekler hakkında iki kelam etsem, o dönem hepsi döner ‘Duygu Asena mısın’ deyiverirdi. Kötü bir şeydi Duygu Asena olmak. O’nun dilini konuşmak. Böyle algılattı ‘erkek medyası’ o zamanlar.
Sonra benim yayınıma çıktı defalarca kadın meselesini, kadının açmazı ne varsa konuştuk. O hep yumuşak tonda anlattı. Söyleyeceği ne varsa içine nefret, kin katmadan söylemeyi becerdi.
Bıkmadan yıllarca anlattı. Çekinmeden sordu. Kızlara çıkıştı. ‘Özgür olmak için mi evleniyorsunuz’ diyebildi. Kaç erkek bu soruyu ‘örf adet’ adı altında hikayelerle geçiştirdi belli değil.
Duygu Asena dönemi elbet unutulmadı. O bir kapıyı açtı ama kadın meselesi biter mi hiç. Bu ülkenin hangi meselesi bitmiş ki, kadını tamamlansın.

Baş örtüsünü hararetle tartışıyoruz ya mesela ‘özgürlükler’ adına.
Sormak istiyorum.
Bizim özgürlük anlayışımız ‘neyi yasaklarsanız, onu elde etmek midir’?

Türban yasağı tamamen kalkınca mı artık özgür sayılacağız gerçekten?
Ama Alevilerin Cem Evleri’ne bile ‘ibadethane’ diyemedik henüz. Ruhban Okulu’nu da açamadık. v.s… Ben ne derim ki. Kadına sıra gelir mi? Baş örtüsünü takan kadın, konuşanı erkekken bana sıra gelir mi?

Sonra merakım iyice kabarıyor işim gereği öyle çok insana değiyorum ki, ilgimi çekiyor. ‘Özgürlük’ denen şey bir sektör mü acaba? Bu sektörün türbandan kazandıkları daha çok mudur ki başka alanlara uğramıyor?
Mesela;
Bu ülkede sevişme özgürlüğü bütün üniversitelere girebiliyor mu?

Sayıları az mı sanıyorsunuz ‘yurt dışında daha rahatım’ diyenleri.
Sevgililerinin elini burada tutamayıp, yurt dışında bırakmayanlar az mı?

İş yerinde ‘ceketin içine ille de gömlek giyeceksin, düğmelerini de gırtlağına kadar kapatacaksın yoksa kovarım’ diyenler bugün ‘özgürlükler’ adına yazıp konuşmuyor, mu?
Özgürlük sektöründe istihdam edenlerle, fikrin özgürlüğünü, serbest piyasasını savunanları He-Man mi söylesin?

Ne iktidar, ne muhalifi, ne de bir taraf değil, bir zihniyet meselesi.
Önlerine örülen duvara konuşuyorum. Başbakan zihni açık bir erkek. Eşinin elini tutmaktan çekinmiyor. Eşi gözü gibi bakıyor ona. Kızı arkasında beraber çalışıyorlar. Ne güzel. Kızını da katmış yoluna. Kadındır demiyor, itmiyor öteye. Parti içinde daha çok kadın vekil, bakan v.s. olması istediğini anlatanlara defalarca şahit oldum.

Benim seslenişim He-mancilere...

Ve He-Man sana cevap veriyorum.
Kalemleri aldığımda gerçek olacağını bilsem ‘bizi he-mancilerden koru allahım’ yazardım.

15 Kasım 2010 Pazartesi

‘‘Senin sümük diye attığını eller simit diye kapar’’!!!

Anneannemin meşhur cümlesi. Ben ufaktım, O mahalle ve akraba ahalisinin yüce sesiydi. Evli barklı kadınlar danışırdı ona. Beylik cümlelere, hikayelere bağlardı anlattıklarını anneannem. Evlilik kurtarıcısı gibiydi.
Yukarıdaki sözü de kocalarından şikayet eden kadınlara söylerdi. ‘Kıymetini bilin kocalarınızın! her istediğinizi alıyorlar, dayak da atmıyorlar elalemin kocaları gibi. daha ne istiyorsunuz’ türünde laflarına ben o zaman da karşı çıkardım. Şimdi de hiç bir şey değişmedi.
Erkeği doğuştan ‘üstün kılan’ ne varsa bana hiç uğramadı!

***
Mutsuzuz diye boşanıp daha da mutsuz olan hayatların kadınları var. Çoğu; boşanmayı bir çeşit kocasını cezalandırma yöntemi olarak uygulamış. Adamların ellerinde ne var ne yok almak istemiş. İstedikleri resmen gerçek olmuş olmasına ama bu kez de erkeğin sırası geliyor. O da elindeki tek argümanı kullanıp cezalandırmaya başlıyor ve boşadığı karısını tek kuruş ödemeyerek ve ya nafakalarını geciktirerek cezalandırıyor. Sonra daha da mutsuz kadınlar çıkıyor ortaya buralardan.

Boşanmanın kadın üzerinde neler yarattığını ilk annemde gördüm. Annem daha şanslıydı. Ailesinin kapısı ona ardına kadar açıktı. Kendini yalnız hissetmedi. Ama kırk kapı da açılsa eksik hissetti. Boşanmış her kadın gibi bir parçası kopuk ama dışarıya çıkmış fazla bir parçayla (yani benimle) baba evine döndü. Anneannemin taktikleri de tutmadı. Babamla ikisi sanki sadece beni üretmek için buluşmuşlar gibi ürünün ortaya çıkmasından bir süre sonra ilk ayrılıklarını yaşadılar. Devam eden yıllarda birkaç kez bir araya gelip denediler, zorladılar ama boşandıkları gün 5 yaşımda ilk ‘oh’ diyenlerdenim.
O kadar uzattılar!

***
3 boşanmış kadınla beraberim. Birisi iş kadını Gül, diğeri öğretmen Pervin, üçüncüsü ev hanımı ve türbanlı ya da başörtülü veya adına her ne diyorsanız! saçları görünmüyor işte. adı Suna.
Üçüyle de hayatımda ilk defa karşılaşıyorum. Değişik çevrelerden arkadaşlarım sayesinde tanıdım onları. Oturdukları semtler, yaşadıkları hayat ve gelirleri birbirlerinden çok farklı dört kadın aynı masadayız. Dışarıdan baksanız onları bir araya getirecek bir şey bulamazsınız.
Ama var!
Buluşmamız akşam üstü saatlerine denk geldi. Birisi şarap, öbürü çay diğeri kahve içti. Ben hepsini!
Önce birbirlerinin saçlarına, kıyafetlerine baktılar. Hatta içlerinden birbirlerini eleştirdiler. İçten içe hepsi diğerinden daha farklı olduğunu düşündü.
Ne zaman ki iş konuya geldi. Bütün kimliklerinden soyunup; ‘Kadın her yerde kadın’ oluverdiler. İçlerini dökmeye başladılar.
Dört kadın başladık evlilikleri konuşmaya. Ben konuyu açan bekar ve başından hiç evlilik geçmemiş tuzu kuru olanım. Onlar ise geçen yıl evliliklerini bitirmiş. Bu kadınların en bariz ortak yanları; boşanmış olmaları dışında, kendilerini iyi ifade ediyorlar. Güzel ve bakımlılar. Yaş aralıkları 34-37.
Üçünün de tek çocuğu var. İkincisini yapacak kadar tutunamamışlar evliliklerine. Üçü de 5 yılı deviremeden kopmuş aile hayatlarından.

Gül’ün kocası internetin ve play-stationların başından kalkmadığı için ilgisizlik olmuş boşanma sebepleri. Kocası çok direnmiş ayrılmamak için, birkaç şans daha vermişler birbirlerine ama yine olmamış. Asıl bomba ise; boşandıktan 3 ay sonra, kocasının başka bir kadından çocuğunun olması.

Pervin’in kocası da, kendisi gibi öğretmenmiş. Aynı okuldan başka bir öğretmenle aldatmış onu. Üstelik o öğretmen de evliymiş, işler iyice karışmış. Hikaye ortaya çıkınca mesele çok büyümüş. Boşanan boşanana trafik karışmış. Kocası çok uğraşmış boşanmasınlar diye ama Pervin bana mısın dememiş, dönmemiş kararından. Elde var bir çocuk!

Suna en çaresiz profil. İş, güç tahsil hak getire! Para pul hiç yok! Baba evinden koca evine düşmüş! (düştüm onun kelimesi) ‘Çok sevdim, ne bileydim zulmün beni bulduğunu’ diyor. Kocası çalışmadığı gibi sabah akşam demeden dövmüş. Hala bu dayağın izlerini taşıyor vücudunda. Dayak yediği gecelerin birinde canına tak etmiş ve dayanamayıp sokaklara atmış kendini. Ailesi; kapıyı açmayı bırakın, aralamamış bile! O da bir akrabasına sığınmış çocuğuyla. Sonra yatılı olarak bir evin hizmetinde çalışmaya başlamış. Çocuğuyla hem o evde yaşıyor hem de çalışıyorlar.

Gül’ün birkaç flörtü olmuş boşandıktan sonra ama ‘bir şey çıkmadı’ diyor. Konsantre olamamış kimseye. Pervin ‘okul, iş güç, çocuk zaman mı kalıyor’ derken, Suna ‘zaten emanet eve başımızı soktuk oğlanla hangi ara neyi düşünecem’ derdinde.
En rahatı da, en rahatsızı da bir gıdım ileri gidememiş aşkında. Bir tek Gül her türlü felsefeyi deneyenlerden. Hindistan’a da gitmiş. Yoga da yapmış. Meditasyon, nefes ne varsa hepsini denemiş. Gül; ‘başlangıçta odağı değiştirmek iyi geldi ama dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz’ diye yakınıyor.
Pervin ‘Ye, dua et ve Sev’i yeni izlemiş. ‘bu felsefi filmlerde adamlar çok medeni çok kibar konuşuyorlar. Biz kibarı bir yana konuşamadık bile, üstelik kocam da öğretmen ama ne mümkün. Ayrıldık hala kavga ediyoruz’ diyor.
Suna’ya evin hanımı çok destek olmuş. Onu psikolağa göndermiş, bazı kitaplar vermiş okuması için. Her şey iyi hoş ama yine her gün bekarlığıma dua ediyorum’ diyor.
Sanmayın ki üçü de güzel değil. Ya da sıkıcı kadınlar hiç değiller. Hepsi hoş sohbet. Hepsine ders olmuş ama, öyle anlatıyorlar. Üçünün de erkek çocuğu var. ‘‘Biz 'erkek çocuklarıyla' evlendik çocuklarımızı ‘kadıncı’ yetiştireceğiz ahd ettik’ deyiveriyorlar. Bizim kocalarımızın anaları ne istediğiyse yapmış, üstüne fazla titremiş. Anne diye her bağırdıklarında arkalarından koşmuşlar. O yüzden ‘erkekler çocuk gibidir’ der geçerdik. Ucu en dibimize dokunana kadar!’’.

Onlara anneannemin sözünü hatırlattım. ‘Sizin sümük diye attığınızı eller simit diye kapar mı’ dedim. Güldüler.
‘Simit seveni de var, sümük seveni de’ diye.






Martı’nın Günlüğü, BF

11 Kasım 2010 Perşembe

KIZGIN HAFIZA

80'ler etkisinde yeni bir pop hareketi geliyor kulağıma. Sonra arada kalmış melodik ritimleri de var. Ama en sonunda her ritim bir oluyor ne eski ne yeni kalıyor. Başka bir müzik çıkıyor ortaya.
Bahsettiğim grup ‘HURTS’, parçaları da; ‘Wonderful Life’…
Şarkıyı duyunca eski, yeni ne varsa içimde silkelendi. Sormaya başladım.
İnançlar ne kadar kutsal olabilir? Sorgulayamayacağımız kadar mı? Ya da olduğu gibi muhafaza etmek mi kutsal yapar onları?

Ben küçüktüm mahallede bir ‘Alevilik’ konuşulurdu. ‘Şu alevi, bu değil’ diye mahallelinin dilinden dökülürdü. Alevi olduğu için evlerine gidilmeyenleri duyardık. Okula başladım. Aleviliği mezhep olarak anlattılar. ‘Bir fark yok aslında biz Muhammed’in, onlar Ali’nin takipçisi’ dediler.
Sorgulamadık. Ne ben, ne de tanıdığım başkaları.
Sonra ara ara başka şeyler daha öğendik Alevilik ile ilgili. Cem Evlerini televizyonlarda görür olduk. İbadet şekilleri bize benzemiyordu.

‘Can’ deyişlerini sevdim. Can’dan öte ne var ki? Mevlana da ‘cancağızım’ demez mi?
Yüreğimizi dayandığımız ‘can’dan; daha hakikisi var mı?

İnsan içine girmeden bilemiyor işte. Uzaktan konuşmak kolay! ‘Alevilerin ne sorunu var ki?’ demek kolay!
Biraz dinleyenin içine dokunduğu hikayeleri, inançları var, özgürce yaşamak istedikleri.
Alevi dedelerinden biri Hüseyin Güleryüz ile birlikteyim. Nasıl da çalışarak gelmiş programa, (50 dakika) notlar almış. Ne anlatıyorsa özen gösteriyor dilinin ucundakilere.
Dayanamadım, notlarını yayında aldım elinden. Gözleri kağıda gidiyordu. ‘Nolur içinizden geldiği gibi anlatın’ dedim. Gülümsedi, güvendi. Elindeki kağıtları teslim etti.
Ben sordum. O samimiyetle yanıtladı. Önce sizi, bizi kaldırdık aradan. İçine sen-ben diye kendimizi katmadık.
Alevilerin Türkçe ibadet ettiklerini anlattı. Öyleymiş, öyle uygun görmüşler. Anlamak istiyorlar dualarını. Ne güzel. Arapça olana da diyecekleri yok.
Cem Evlerinde müzik sanılanın dua etme biçimi olduğunu anlattı.
Alevilikte aşkı anlattı. Aşkın önünde ‘benim diyenin’ duramadığını söyledi.

Kafam karıştı!

Diyanet İşleri’nin açıklaması, sonra okul yıllarından beri öğrendiğim Alevilik bir mezhep mi? diye sorduğumda ‘hayır’ yanıtını aldım.
‘Hak Yoludur’ dedi. İyice kurcaladım başka bir inanış mıydı diye
ama ısrarla ‘Hak Yolu’ döküldü ‘dedenin’ dilinden.

Sonra konu ‘ayrımcılık’ tartışmalarına geldi. Zorunlu din dersini yıllardır istemedikleri açık. Hakları da yok değil.
Sırf onlar mı? Dinin zorunlusu olur mu ki, dersi zorunlu olsun?
Hep denmez mi ‘dinde zorlama olmaz’ diye.
***
‘Bizden değildir’ diye diye aramızdan, içimizden ayırdıklarımızın sayısı belli mi acaba?
‘Kızgın Hafıza’ bu.. devreye girmeye görsün ‘can’ a dokunmadığı, candan atmadığı, öteye İtmediği kalmıyor.

5 Kasım 2010 Cuma

ZEVKYOL EMİNE

Başlığın içindeki ‘yol’; kelimesi itibariyle bir iktidar partisini temsil etmese de, iktidar meselelerine derinlemesine giriyor.
Seks ve zevk üzerine kalem oynatmanın riskli olduğunu bilerek bu konu üstündeyim. Çünkü her şeyi konuşmaya çalışan toplumun konu buralara gelince susmasını ilginç buluyorum. Hiçbir şey yokmuş gibi davranmasını anlayamıyorum! Hatta diziler ve filmler üzerindeki seks sahneleri çıksın baskısını tuhaf karşılıyorum. Hele de bunu ahlak çatısı ve toplum değerleri altında yapma girişimlerine inandırıcı gözlerle bakamıyorum.
Bu ülkede kimse sevişmiyor mu?
Her doğal olanı illa kurallara bağlayıp normalleştirme çabamız niye? Her şey normal olmak zorunda mı?
Hiç ‘normal sevişme’ diye bir kavram duydunuz mu?

***
12 yaşındayım evde tetrisimle oynuyorum. Anneannemin yakın arkadaşlarından biri; hiç evlenmemiş, hatta evde kalma sınırını geçmeyi bırakın, oraya da 3 tur bindirmiş bir Eminemiz vardı. 42 yaşındaydı. Hayatında hiçbir erkekle ne teması oldu, ne de flörtü. Emine’nin çok bakımlı ve bir içim su olduğunu söyleyemem ama ne Emineler neler buldu bilirim!
Emine sürekli bekarlığının derdini yanardı anneanneme. Muhabbet dönüp dolaşıp Emine’nin bulamadığı kısmete gelir, anneannem de umut vermeye devam ederdi.
Gel zaman git zaman Emine taşındı. Ben büyüyüp yuvadan özgürlüklere uçtum. Üniversite, master, iş güç derken Emine’yi tamamen unuttum.
İzlediğim bir belgesele kadar!
İnançların, yanlış örneklerin insan üzerinde yarattığı talihsizliklerden bahsediyor, belgesel. Mesela körüklenen korkunun sürüklediği seçim yapamama ve yaşanmamışlığı acı gerçek olarak niteliyordu.
Nedense Emine gözümün önünde canlandı. Acaba Emine’ye bir anlatan çıksaydı bir şeyler yaşar mıydı inadına? Ya da zevk nedir öğrenmek ister miydi en azından?

Belgeselde benim bile şaşırdığım bazı örnekler vardı. Mesela ilk buluşmada her zaman romantik bir yemeğin etkili olacağını düşünürdüm. Meğer rahat ve ferah bir ortamda buluşmak her zaman daha avantajlı olduğu gibi açık hava, duygu ve arzulara müthiş bir canlılık katıyormuş.

Sonra ‘dans etmeden sevişmeyin’ vurgusu çok iddialı bu belgeselin. Dansla ritimler ve kişiler birbirine uyumlanıyormuş.
Önce dans şart diyor!
İlişkinin aşka dönüşmesi için ise; ‘başlangıçta her zaman bir öykü vardır. Ve o öykünün gerçek bir aşka dönüşmesi için defalarca anlatılması gerek’ bilgisi vurgulanmış. Çünkü aşk kendini anıların nakaratı üzerine kurarmış.

Beni en çok şaşırtan kısmı; ‘şefkatin aşkın en değerli simgesi‘ olduğuna dair açıklamaları. Çünkü yıllarca tutku, güvenilir tutarsızlık ve heyecan tarafında aranır sanmışım!

Araştırmalar bugünün bilgileri. Haliyle bugünün şehir kadınlarına hitap ediyor. Her anlatımın sonuna ise zevk kelimesi özellikle bir yerden sıkıştırılmış. ‘’Aslen işin özü ‘zevk’ bunu anlayın yeter’’ tadında bir anlatımı var.
Belgeselin sonunda güncellendiğinizi hissediyorsunuz. Büyük sürprizler yok ama minik updateler belgeselin hakkını veriyor.

Belgeselin sonunda Emine’nin bizim eve uğrayışlarının son bulduğu anlar gözümde canlandı.
Emine her defasında o kadar içten anlatırdı ki durumunu. ‘Ben de bir gün evleneceğim hayatımı yaşayacağım’ diye konuşurdu sürekli. Anneannem de her seferinde ‘tabii Eminecim senin de hakkın, merak etme’ derdi, rahatlatırdı onu. Emine’de sanki her gün o cümleleri duymaya gelmiş gibi sürekli aynı diyalog tekrarlanırdı.
‘Hayatımda tek erkek tanımadım’ diye hayıflandığı anlardan birinde ise ben dayanamadım. Yaşım küçüktü ama leylek hikayelerini de geride bırakalı epey olmuştu. Arada bir dönemdi benimki. Emine’ye döndüm ve ‘ne yani bu yaşta hala bakire misin’ dediğimde, anneannemin renginin attığını gördüm.
Emine zaten perişandı. Kaderine mi yansın, yoksa patavatsız bir ufaklığa mı bozulsun? Ne yapacağını şaşırdı. Ama çok bozuldu.
Anneannem çok kızarak beni odama yollamıştı. Hatta Emine sayesinde 2 gün tv ve sokak yasağı almıştım. Emine’nin kendine verdiği cezaya bulaşmanın da bir ceza olduğunu o gün öğrendim. O yüzden unutmamış olabilirim.
Kapalı bir kutuydu Emine’nin dünyası… Gerçeğe dair tek soruda bile sizi de kapatan bir yere sokuveriyordu tepkisi.
Hatırladıkça şimdilerde anlıyorum anneannemin neden tepki vermeyip sürekli ‘haklısın Eminecim’ dediğini.

Emine benim sorumdan sonra uzun bir süre bize uğramadı. Ben üniversiteye gidip evden ayrıldığımda sık gelir olmuş ama her defasında bir yerlerden çıkacağım tedirginliğiyle otururmuş.

Aradan 18 sene geçti. Bugün Emine 60 yaşında. Hala bekar ve hala doğduğu ilk günkü gibi. Sadece fizyolojisi biraz daha erkeğe benzer halde ilerlemiş. Şimdiki hayatını sormak istedim ama Emine bu! seneler önce yaşadığını unutmamış. Beni görür görmez kayboldu.
Anneanneme defalarca sordum ‘Emine ne anlatıyor’ diye. Ama O da yeminli gibi anlatmadı.

Tek bildiğim. Emine ‘yeddi-emin’ hal ile kendiyle.

2 Kasım 2010 Salı

TANZİMAT-I KAYIP !

19. Yüzyıl… Bugün ‘tanıdığınız’ kim varsa hepsi orada. Ya savaşıyorlar, ya roman yazıyorlar ya da en önemli icatları çıkıyor içlerinden.

Öyle bir devir ki; Darwin yaşıyor. Alfred Nobel hayatta. Dostoyevski, Victor Hugo ve Tolstoy henüz en önemli eserlerini yazıyorlar. Bunlar sadece bir kısmı.
Bugüne gelen ne varsa, o gün herkes orada. Hepsi hem tanık, hem de her şeyi inşa ediyorlar. Hepsi içimizde. Bugün ne-isek genimizde onlar var. O yüzden onlara ait ne bulsak dokunuyoruz. Tabii bulabilirsek!

***
Tarih: 3 Kasım 1839. Yer: Gülhane Parkı.
Gülhane-i Hattı Hümayün ilan edildi; Yani Tanzimat Fermanı okundu ve yeni bir devir başladı. İsmi Tanzimat Devri oldu.
Osmanlı Devleti’nin hem yenilenmeye hem de dışarıyla ilişkisini güçlendirmesinin vaktiydi. Tüm dünya yeni buluşların, yeniliğin peşinden giderken Osmanlı sessiz kalamazdı. Kalmadı.
Ancak yüzyıllardır ‘Saray’ın dilinden dökülen kararlar da öyle ha deyince devlete, yasalara bağlanamazdı, bir anda uygulanması beklenemezdi.
O yüzden Osmanlı’nın Tanzimat’ı ‘öksüz’ açtı gözlerini, dünyaya.

2000’li yıllara kadar uzanan bitmez tükenmez tartışma ‘batılı mıyız-doğulu muyuz’ çelişkisi de böylece başlamış oldu. Ne batılı olunabildi, ne de doğulu kalındı. Mektebin yanında medrese, batı hukukunun yanında eski hukuk, batı müziğinin yanında doğu müziği gibi tartışmalarla ‘Tanzimat’ tam bir karmaşa yarattı.
Değil çeşitliliğin kabul edilme ihtimali, zaman zaman tek seçenek bile fazlaydı o günlere. Üstelik tek konu ‘Avrupa Açılımı’ da değildi.
O devir Osmanlı’nın kapısında bekleyen ABD de, sonunda izni kopardı ve ABD-Osmanlı arasında ticari ilişkiler resmen başlamış oldu. Üstelik gelecek 50 yıl içinde de yükselişe geçecekti bu ilişkiler.
Osmanlı Devleti gelişim için bazı adımlar atıyordu ancak 19. yüzyılda demir yolları taşımacılığının başlamasıyla gelen sanayi devrimiyle beraber bir çok ülkede kentleşme başladı. 1830’larda Fransızlar, Cezayir’i Osmanlı’dan aldı. 1839’da Yunanistan, isyanlar sonucu bağımsız oldu. Her yerde sürekli bir şeyler oluyordu. 1800'lü yıllarda değil soysal ağa, mektup arkadaşlığı bile vakii değildi.
Yokluğun, imkansızlığın iliklere kadar ilerlediği günlerdi. Öyle bir devirde atıldı aslında Türkiye’nin de tohumları. Farkında olunmadan elbet.
İmparatorluktan, vatandaşlığa kadar gidecek tarihin kapısı aralandı.

Ferman ilan edilince; kimi kesimler demokratikleşmenin somut ilk adımı görüyor Tanzimat’ı. Kimileri, ülkedeki yabancılar ve rütbelilerin mal varlılığının güvence altına alınması olarak görüyor ilanı. Bazıları ise ‘Fransız İhtilali’nin milliyetçi etkisini azaltmanın başka yolu yoktu’, yorumunu ekliyor. Daha da ağır ifadelerle ‘düpedüz padişaha karşı bir darbeydi Tanzimat’ın ilanı’ diyeni de çok oluyor.

Öyle ya da böyle. ‘Astığı astık, kestiği kestik’ diye okunmuş bir saltanatın kendini yasalara bıraktığı bir döneme geçişin ilk sinyalleri geliyor peşine…
Padişahın artık canının isteyip de ‘tez getirin kellesini bre’ diyemediği bir perde açılıyor Osmanlı’da. Son perde olmuyor ama sonu da hazırlıyor çoklarına göre.

Gel zaman git zaman; Gülhane Parkı içinde okunan Tanzimat ilanı, sonraki yıllarda Atatürk dahil bir çok aydının da tepkisini çekiyor. Atatürk; ‘Tanzimat Devri’nin ekonomik yönden Osmanlı’yı hem zayıflattığını hem de haksız uygulamalarla sanayi ve tarımın gelişme olanaklarını yok ettiğini söylüyor.
‘Tanzimat’ı aşırı Avrupacılık olarak suçlayan bazı milliyetçiler çıkıyor. Devrin fikir adamlarından yazar Ziya Gökalp ise, Tanzimatçıların batı medeniyetini yarım-yamalak alarak memlekette bir sürü ikiliklere yol açtığını anlatıyor.

***
Sırrı Süreyya Önder’e anlatmıştım. O da kalemine vurdu konuyu. Radikal’de Tanzimat devrini anlattı. Sonra sordu ‘Sahi bir Tanzimat Müzesi vardı, ne oldu’? diye.
İşte O müze artık yok!.

Bundan 1 ay evvel, Gülhane Parkı’nın kapısından girdim. Görevli ve oradaki sorumlular dahil sorduğum hiç kimsenin Tanzimat Müzesi’nden haberi yoktu. Hatta adını hiç duymadık diyenler bile vardı.
Sadece bir güvenlik görevlisi hatırladı ‘Tanzimat Fermanı burada ilan edildi’ diyerek müzeden haberi olmadığını peşine ekledi.
Sormadığım yer kalmadı. Sonunda tanıdıklar vasıtasıyla araştırınca ortaya çıktı. Meğer Tanzimat Müzesi, 10 yıl önce restore edilmek üzere kaldırılmış, içindeki eşyalar da belediye depolarına gönderilmiş…
10 yıl önce!!!
19.yüzyıla dokunan ne varsa geçtiği yerde tıkanıvermiş.
3 Kasım Tanzimat’ın yıldönümü. Okumak lazım, en azından google’dan da kaldırılmadan.