17 Ağustos 2010 Salı

KIRGIN HAFIZA..


Bizi biz yapan değerler vardır. İnançların üstüne inşa edilir.. Bazen değişir başkaldırır her şeye ya da başkalaştırır her şeyi değerler..
Yılların içimizde ördüğü tuğlalar oluverirler.. İyi, kötü, acı ya da mutluluğa dair ne varsa yapıyı oluşturur. Mimarı bazen biz oluruz, eser çıkartırız ortaya.. Bazen de bizden önceki yaşanmışlıklar, genler kabayı yapmışlardır.
Enkaz devralırız. Yıkılamayan inşaatı evire çevire değiştirmekle geçer ömür.
Başarmak güç olur..
Bir yol seçeriz ve binanın işlevini belirleriz kabasıyla ya da üstüne bizim koyduğumuz tuğlalarla..

Tıpkı küçük Aristocles gibi..
Henüz 13 yaşındayken trajik bir şekilde kaybettiği annesinin yokluğu, Aristocles’ı devraldığı enkazla İstanbul’a kadar sürükler..

Aristocles, 25.03.1886 yılında Yunanistan’ın küçük bir kasabası olan Vassilikon’da dünyaya geldi.. Annesi Eleni, babası Mathew..
Babası kasabanın tek dokturu.. Annesi ve babası Aristocles’in dönemin salgın hastalıklarına yakalanmamasına ısrarla dikkat ederken; Aristocles, 11 yaşında tifoya yakalanır.. (kirli sulardan veya çevreden bulaşan ateşli ve tehlikeli bir bağırsak hastalığı)

Babası Mathew ona ilaçlar bulur, durumu ağırlaşan, ölmek üzereyken oğlunu tedavi eder, iyileştirir.. 1 seneden daha fazla sürer tedavi..

Ama dikkat edilmesi gereken önemli bir şey vardır.

Doktor babası, annesine sıkı sıkı tembihler. ‘Kesinlikle un, mayalı olan ne varsa verilmeyecek yasak’ diye.. Hayatına maal olacak kadar tehlikelidir..
Aradan geçen 2 senenin ardından anne Eleni bir gün evde kek pişirir. Oğluna verir..
Korkulan olur ve Aristoclas bu kez bir önceki hastalığından da kötü duruma gelir.
Telaşla eve gelen babası, anne Eleni’nin oğluna sadece bir parça kek verdiğini söyleyince, Dr.Mathew artık oğlunun yaşamayacağını, öleceğini söyler..
Anne Eleni yıkılır.. Saatlerce ağlar.. Kalbi kırılır, parçalanır, yerinden çıkacak gibi göğsünü acıtır.. Oğlunu kendi elleriyle ölüme gönderdiğini sandığı, saatler süren ağlamanın devam ettiği anlarda Eleni’nin kalbi üzüntüye daha fazla dayanamaz, aniden duruverir.
Acıdan duran kalbiyle, hayatı trajik bir şekilde son bulur.. Oğlunun ölümüne dayanmak istemez..

Birkaç gün sonra mucizevi bir şekilde iyileşen Aristoclas ise annesinin ölümüne sebep olmaktan büyük üzüntü duyar.. Henüz 13 yaşındadır..
Yıllar sonra üzüntüsünü dindirebilmenin yolunu kendini inançlarına adamakta bulur..
Annesini kendisi yüzünden kaybettiği duygusu içinden hiç gitmez. Suçluluk duygusuyla geçer günleri.. Bu duygu onu sert duruşu olan bir Patrik olarak hafızalara kazır. Ama O, içindeki çaresiz çocuğuyla geçirir yıllarını.. Aristocles’in duvarları, acıdan örülmüş inşaatı içinde dondurur.. Sonra 86 yaşında veda eder hayatına evinden uzakta..

Trajik hikaye, 1949-1973 yılları arasında Fener Rum Patrikhanesi’nde, Patriklik yapan Athenagoras’a ait.. Athenagoras, patrik olduktan sonra aldığı isim..

ABD Başkanı Harry Truman’ın özel uçağıyla New York’dan 1949’un Kasım başıydı Türkiye’ye gelişi.. Amerika, Yunanistan ve Türkiye’nin üzerinde anlaştığı bir isimdi..
Athenagoras, kritik zamanların patriği oldu.. Bazı gurupların telkin ve teşvikiyle yerel kalabalıklar ve İstanbul’a dışarıdan getirilmiş olan kitlelerce 6 Eylül akşamı Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yağma ve yıkım eylemi gerçekleştirildi..
6-7 Eylül (1955) olaylarında, tahrip edilen alanlardan yaralanmadan canını kurtardı. 7 Eylül sabahına kadar süren olaylarda, Patrikhane de ağır hasar görünce, gerilim Türkiye ile Patrikhane ilişkilerine de yansıdı..

1054 yılında Roma Katolik Kilisesi ile kopan ilişkileri 1964 yılında Kudüs’te attığı adımla Papa Paul VI ile beraber düzeltti.. Rus kilisesinin Fener Rum Patrikhanesi üzerinde egemenlik kurma çabaları ve kritik hangi konu varsa Athenagoras dönemine denk gelir.. Kiliseler arasındaki ayrılığa son verilir.
Bütün hristiyan ailemini birleştirmektir Athenagoras’ın amacı..
Kimileri sözü özü bir Patrik Athenagoras’ı çok severken, kimileri rahatsız olur.. CIA ajanlığından, gizli müslüman olmasına kadar hakkında bir çok iddia ortaya atılır.. Ama her şeye rağmen kilise düzenine, hayallerinin tamamını ekleyemese de bir çok yenilik getirir...

Athenagoras, içinde koparıp atamadığı ayrılık duygusunun zıttını kendine
vizyon edinir.. Her şeyi birleştirerek ayrılığa son verme hissidir bilinç altındaki dünya..
Çünkü Onu Athenagoras yapan başka bir bilgi vardır. Kimseye anlatamadığı, trajik, sadece ailesinin bildiği bir geçmişi de getirir beraberinde..

En yakın arkadaşlarımdan biri Atina’da yaşıyor. Athenagoras’ın kanından.. Hem de yakın derecede. İstanbul’a geldiğinde beraber Fener Rum Patrikhanesi’ne gittik. Athenagoras’ın torunu olduğunu duydukları andan itibaren belki de çok az kişiye sadece aralanan kapılar ardına kadar açıldı bize..
Athenagoras’ın genetiği, bir parçası onun yaşadığı yerdeydi. Dua ettiği yerlere, çalıştığı odaya dokundu..
Aristocles’in üst üste dizdiği tuğlalarla inşa ettiği Athenagoras’ın yaşanmışlığı var Patrikhane’nin her duvarında.. Patrikhane salonundaki büyük resminden bakan gözleri minnettar aynı zamanda da hikayesini anlatmak ister gibi yarım..

6 Temmuz 1972 günü patrikhane merdivenlerinden düşerek kalça kemiğini kırdı, Athenagoras.. Hastaneye yatırıldığının ertesi günü böbrek yetmezliğinden 86 yaşında hayatını kaybetti..
Cenaze için Atina’dan gelen ailesi, Athenagoras’ı yaratan Aristocles’in doğduğu Vassilikon’daki evi hala olduğu gibi koruyor..

16 Ağustos 2010 Pazartesi

BORA MUCİZELERİ..


Yaşı 33, adı Murat. Yakışıklı, yetenekli, kızların dönüp tekrar tekrar baktığı, güzel gülen, iyi eğitimli, zeki. Hatta en ince detayları dünyanın merkezine yerleştirebilen biri.. Başka türlü çalışıyor Murat’ın kafası..

Yaşı 29, adı Darya. Ateş parçası. Kadında ne aranırsa hepsi onda birleşmiş. Hem güzel, hem seksi, akıllı, yetenekli ve başarılı.. Saatlerce her şeyden konuşulan o nadir kadınlardan.. Onunla geçen zamanlar başka oluyor.

Yollarımız New York’da kesişti..

Murat’la ben NYU yollarını beraber aşındırdık. Ama yıllar önce Beşiktaş anaokuluna da beraber gitmiştik.. Murat’ın elinden düşürmediği kılıcı vardı, O bir He-man’di. Benim elimde gezdirdiğim arap bebekle, çantamdan sarkan pembe panterim meşhurdu.. Favori çizgi filmlerimiz vardı. He-Man, Tenten ve Vikingler diyince bizim için hayat dururdu…
He-Man’ın kadın versiyonu She-ra çıkınca ise benim arap bebeğim ve pembe panterime bir de kılıç eklendi.. Murat bana artık sen de She-ra’sın diyerek kılıçlarından birini getirmişti..
Bir de Boramız vardı yanımızda.. Üçümüz en iyi arkadaştık. Bora’yı yerinden kaldırıp bir yere götürmek hep çok zordu ve Bora, en meşhur cümlesi ‘‘Ben bir daha buradan kalkmayı düşünmüyorum’ la kaldı hafızamızda…
Cümleyi aslında meşhur çizgi film karakteri tembel ‘değerli’ için söylerdik..
Üşengeç Bora derdik, bazen de tembel tembel diye eğlenirdik onunla.. O da aynı ‘değerli’ gibi gülerdi..

Bora’yı okul çıkışı ani bir trafik kazası sonucu kaybettik. Çok erken tanıştık biz en yakınımızdakini yitirme sınavıyla.. Hiç hazır değildik.
O yüzden paylaştığımız her şeyin içine Bora’yı da kattık. Fiziken yoktu belki ama biz onu meleğimiz ilan ettik. Bora bizi koruyacak, haber verecekti her şeyi.. Dileklerimizi de Bora yanımızda duruyormuş gibi boş koltuğa bakarak Bora’ya anlatırdık.. Çünkü Bora artık tanırının yanındaydı ve ona söylerdi..

Kozmik komedi, bizi son gittiğimiz okulda da bir araya getirdi Murat’la. Birbirimizi NYU’nun içinde görünce saatlerce güldük. Haber alamadığımız yılları yakalamaya çalıştık..

Darya ise Birleşmiş Milletler’de çalışıyordu. Ben aynı zamanda NTV’nin New York temsilciliğini de yaptığım için BM’de tanıştım onunla..
Beraber New York’un da Miami’nin de altını üstüne getirdik Darya’yla..
Çok eğlendik..

******
New York’da bir partiye Murat’ı zorla götürdüğüm akşam görür görmez aşık oldular birbirlerine.. Murat, Darya’yı görünce ‘ben bir daha buradan kalkmayı düşünmüyorum’ diyerek partiden ayrılmaktan vazgeçti..

Aradan geçen zamanla Darya’nın ailesi Murat’ı çok sevdi.. Murat’ın ailesi Darya’yı hiç istemedi.. Muhafazakar bir aileydi ve kendi seçimlerince başka birini uygun görüyorlardı Murat için..
Dayanamadılar daha fazla Murat’ın ailesinin baskılarına ve 2 yılın sonunda yollarını ayırdılar..

Darya benimle İstanbul’a döndü. Murat ise tamamen hayatını değiştirdi. İstanbul’a dönecekken her şeyi yaktı, bütün köprüleri attı ve Miami’ye taşındı..

Aradan tam 6 yıl geçti..

Darya da Murat da başkalarıyla oldular. Hatta Darya tekrar New York’a taşındı.. Daha yemeğe çıktığımız ilk akşam restorantta Murat’la karşılaştık.
Murat yeniden New York’a yerleşmiş ve onca zaman hiç karşılaşmayıp daha benim geldiğim ilk gün yeniden yollarımız kesişince ikimizde ‘Bora’ dedik. Mucize meleğimiz…
Yine gözlerini alamadılar birbirlerinden.. Murat arkadaşlarıyla oturduğu masadan kalktı, yan masadaki sandalyeyi bizim masaya doğru yanaştırdı ve yanımıza oturdu.. ‘Ben bir daha buradan kalkmayı düşünmüyorum’ diyerek..
Sonra da ‘değerli’ nin taklidini yaptı.. Bora için kaldırdık kadehleri o gece..
****

‘Ben bir daha buradan kalkmayı düşünmüyorum’.. Çocukluk eğlencemizdi..
İki kalbin, iki kez yollarını birleştirdi bu cümle.. Birbirlerini çok sevdiler, bir gün yolları ayrıldı. Yıllarca karşılaşmadılar. Aynı semtte, hatta iki sokak mesafede birbirlerine yaklaşıp hiç görmediler birbirlerini, çok uzakta olduklarını sanarak..
Üstelik aynı havayı soluyup görünmez oldular.. Aynı yerlerin yemeklerini tadıp birbirlerine değmediler..
O yüzden Murat’a göre benim de New York’a gelmemle voltran tamamlandı ve Bora da vardı. Artık yapamayacağımız bir şey yoktu..
'Bora Mucizeleri' vardı..

5 Ağustos 2010 Perşembe

ZAMPAARE...


Klasikleşmiş bir eser.. Ben eser demek istiyorum izninizle.. Oyuncularıyla, müziğiyle hikayeyi müthiş anlatıyor bize..

Olay bir ‘Zampara’nın hikayesi aslında.. Özel bir Zampara değil öyle, sıradan.. Belli bir gelir seviyesinin üstünde, hayatına kendince renk katmaya çalışan bir zampara..
Ama her nasıl oluyorsa eylemleri her seferinde boşa çıkıyor.
Zamparada skor yok.. Karısı sürekli ensesinde..
Hikaye böyle..
Başrollerde Şener Şen ve Perran Kutman.. İkisi de aynı kulvarın ve başarıların kadın ve erkek versiyonu gibi.. Harikalar..
Hikayenin en güzel yanı ise her basma operasyonu öncesi, annesi tarafından ‘‘unutma babanın suratına tüküreceksin’’ sözleriyle film boyunca babasının suratına tüküren erkek çocuğu..
En güldüğüm sahnelerin birinde Nuran (Perran Kutman) kapıya dayanır ve içeriden duyduğu seslerden emin ve yangına gider gibi panikle Şakir’i (Şener Şen) olay yerinde basacaktır..
Şakir kıvraktır, kapı gürültüsünü duyar duymaz işe koyulur yalnız bir eksik vardır. Giyinecek vakit olmadığından haliyle don paça çalışan patron ve sekreter görürüz sahnede;
Nuran : Açıııın kapıyıııı!!
Şakir : yaz kızım.. 20 kamyon çakıl, 15 tane kapı..
Nuran : Şakiiiiiiiiirrr!!!
Şakir : Aa hoş geldin karıcım.. 30 kamyon ince kum!!..
Nuran : Alçak, namussuz, rezil herif!!
Şakir : Ne oldu, ne bağırıyorsun?
Nuran : Pis zampara! Bunu bana nasıl yaparsın!!
Şakir : Rica ederim yine başlama. Çalışıyorum ya görmüyor musun!!
Nuran : tükür ulan babanın suratına!!..

Geçen sabah evde dolapları yerleştirirken nedense bu film düştü önüme..
Hemen diğerlerinden kenara ayırdım. Belli ki yeniden izlenme zamanı gelmiş. En azından şöyle hızlıca sevdiğim sahneleri görsem biraz kaytarsam bunca koşturmanın arasında ‘ne çıkar ya’ diye ikna ettim kendimi..
Sonra gazetelere yöneldim ve biraz göz gezdirip filme dönmeyi planlarken, nerdeyse filmin ta kendisi gazete ekinin manşetiydi..

''O kadını tanımıyorum’’..
Soru : -ama sarmaş dolaş bir durum var?
Cevap : -dikkat ederseniz, o arkamda dururken ben kendimi çekiyorum..
!!
Fotoğrafta hoş bir hanım, bir işadamına arkadan sımsıkı sarılmış. Aralarındaki yakınlığın ölçüsünü tabii ki bilemeyiz. Ama fotoğrafa bakınca ilk izlenim ‘belli ki romantik dakikalar’ yaşanıyor şeklinde oluyor.
İçeriğini bilemediğimiz halde çekilen o anlık fotoğraftan sonra ‘o kadını tanımıyorum’ cevabına gülüyor insan haliyle..

Acaba ‘çiçekleri sulamaya gelmiştim’ daha mı yaratıcıydı?
Açıklamayı yapan kişi, en azından çiçek sulama konusunda otorite sahibi olarak kabul gördü. Bizi yıllarca güldürdü. Hala da kendisini ekranlarda görünce hoş bir tebessüm oluşur yüzümde.. Renkli adam algısı yarattı.. Zekice, espriyle çıktı işin içinde.

Sonra Berlusconi’yi düşündüm. Çapkınlıkta eline su döken yok. Hiç kimsenin başı onun kadar derde girmemiştir. Kaç kez yakalandı, kaç kadın arkasından itiraf etti. Eşi boşadı, yetmedi arkasından kitap dahi yazdı.. Berlusconi hala yerinde ve işin komiği eğlenceye tam gaz devam ediyor.. Bu arada durumuyla en ciddi toplantılarda bile dalga geçer oldu artık..
Ben buyum diyor.. Arkasında duruyor..

Haliyle soruyorum.
Ayrıca hazır son iki örneği de siyasetçilerden vermişken..
Peki yakalananlardan biri de çıkıp ‘yaptımsa ben yaptım’.. dese artık??..