24 Ekim 2011 Pazartesi

Depremin sırtından geçinmek!

Artık eminim. Bir tek bizim ülkemize mahsus; ‘gözüne sokmak!’.. Örnekleri öyle çok ki!.. En basitinden anlatayım. Yeni araba alan- önce arkadaşlarına gösterir, yetmez İstanbul’u turlar ya da yaşadığı şehir neresiyse tavaf eder.. Akrabaları arar, şirkette pasta dağıtır olmadı balkondan çıkıp, bakar araba yerinde mi v.s. diye.. bitmez. Sonunda amaca ulaşılır. Duymayan kalmaz!
!!!
Böyleyiz, seviyoruz göstermeyi… Yapacak bir şey yok.
Aslında bu kadarını ve benzerlerini çoktan kabullenmişken en azından bir konuda beklentimi ‘belki niyetiyle’ farklı tutmaya gayret etmiştim.
Ama ne mümkün!
Deprem yardımlarından bahsediyorum...
Bir yandan sosyal medya saldırıyor, öteki taraftan tvler, yetmiyor internet siteleri.. Şaka gibi!
İsmi çıkmayanlar, ‘yardım yapmadı’ sayılıyor, fişleniyorlar!
İş öyle çığırından çıktı ki; lokal düğünlerde bağıranlar gibi ‘gelinin bilmem nesinden şu altın, damadın amcasından bu takı’ usulüne döndü..
Kendimizi aştık! İnsani hassasiyetleri delmek bir yana, oyuk açtık!
Birlik olmak, yaraları sarmak, paylaşmak bunlar muhteşem duygular, aynen katılıyorum. Ama bağıra bağıra göze sokulmasından artık çıkacak gözümüz kalmadı..
Bunu anlayamıyorum!.
Koordinasyon meselesine ise hiç girmeyeceğim, iyice sinir bozucu!
Ama bir düşünün yardım yaparken bağırmamız, göze sokmamız şart mı?
Merak ediyorum.
Yardımın bir asaleti mi olmalı, yoksa ‘duyduk duymadık demeyin biz yardım ediyoruz!’ rezaleti mi?

***

İlkolik görüntüler!

Deprem deyince; kafamdan kazımak istediğim birkaç fotoğraf var. Birincisi; 99 depreminde- evden çıktığımda gördüğüm, karşı komşunun çarşafa sarılmış hali ve dikilen saçları!.. Depremden daha korkunçtu!
İkincisi; sokaktakilerin deprem anında yüzündeki ifadeleri.. Garipti, çok iç güdüseldi.
Üçüncüsü ise, deprem olurken yıldızların çokluğu ve yakınlığı büyüleyiciydi.
Gökyüzünde seremoni vardı sanki.. Yeryüzü sarsılırken, gökyüzünde büyülü bir andı.. Tarifi mümkün değil..
Garip bir andı. Korkudan günlerce arabada uyumuştum..
Günler sonra ise bu fotoğrafların çok üstünde başka bir görüntüyle sarsıldım.
Depremin en yıkıcı olduğu bölgelerden birinde, yardımların dağıtıldığı garip bir baraka görüntüsü haberlerdeydi. Adını hatırlayamıyorum ama 11 yaşlarında bir erkek çocuğuydu görüntüdeki.. Yüzünü hala hatırlıyorum. Resim gibi kafamda, o bakışlar.. Bir evi ve okulu arasında geçen normal bir hayatı varken; depremle hiç birinden eser kalmamıştı..
Yardımların dağıtıldığı yerde tek başına ağlıyordu. İlk saniyeler depremden dolayı ağladığını düşünmüştüm ama çok geçmeden başka bir ayrıntı kanımı dondurdu..
Koordinesiz öylece duran yardımlar yağmacılar tarafından kapışılıyordu. Üstelik durum öyle aleniyet kazanmıştı ki; kameraların gözü önünde oluyordu tüm bunlar.
Çocuk ise kenarda bir yerde sessizce haline isyan ediyordu. Ağlamamaya çalışıyordu ama ne mümkün, göz yaşları dinlemeyip akıyordu. Elleriyle yüzüne akan yaşlarını silmeye çalışıyordu. Kimsenin ağladığını görmesini istemediği her halinden belliydi.
Yağmacılar yüzünden alamadığı battaniyeler ise gözyaşlarını hızlandırıyordu..
O anın, O çocuğun hayatındaki ilk isyan olduğuna adım gibi eminim. Yüzündeki ifade ve bakışları benim zihnime çakıldı izlerken.
Ekrandan da olsa- bir çocuğun büyük ilk isyanına tanık olmak içimi yaraladı.
*
Biliyorum, ilk anlar hep iz bırakır. İlkolik gibi her şeyin en evveli beyine yer eder. Ömürle beraber gelir ‘o anlar’… Beraber yaşlanır bizimle. En iyi ihtimalle o resimlerin üzerine koyduğumuz etkileri bırakırız ama o resimler bizi hiç bırakmaz. Öylece durur. Hatırlatılmayı bekler, ilk fırsatta da ortaya çıkıverirler.
Deprem kelimesiyle zihnimde ortaya çıkanlar etkisini yıllara teslim etmedi… İlk günkü kadar sıcak olmasalar da hala ordalar.. Benim için deprem, o çocuğun gözlerinin içinde…

21 Ekim 2011 Cuma

LA FURTUNA 9

"Kaçabilen canını kurtarır"



Yıllardır kendi içinde sıkıştın. Kendini kısıtladın. Etrafınla kısıtlandın. Kalbinin etrafı sıkıştı, sen sebep bulamadın. Önce kapat, kapan ki sonra açılsın.. Kuş bile kanadını önce kapar, sonra açar. El Kabid…

Ensar dükkandaki malları tartıyor, hesap yapıyordu. Kolyeleri tarttı, yüzükleri, malzemeleri tarttı. Sonra kolyeleri tarttıkları büyük tartıya kendi çıktı. Kendini de tarttı. Çırağın bakışlarına aldırmadı. Sonra çırağa dönüp; ‘keşke hayatımızda da her şeyi tartabilsek Hüseyin iyi olmaz mıydı’..
Çırak, şaşkın anlamadığını belli edercesine kafasını tartıya doğru çevirdi. Bir tartıya bir de Ensar’ın yüzüne baktı.
-‘‘yani herkesi anlamaya çalışıyoruz ya! Keşke falanca şu kadar kilo-gram kızmış, filanca şu kadar gram değer vermiş diyebilseydik. Daha kolay olmaz mıydı?’ Hüseyin iyice şaşırmıştı. Söylenenlerin tek kelimesini anlamıyordu. Kirli paspasın üstüne basmayıp ayaklarını söylenerek paspastan kaçıran İsmet, bir hamlede atlar gibi girdi dükkana.
Ensar’ın yeni bir icat çıkardığını, Hüseyin’in de onu anlamadığına adı kadar emindi.
Hararetli bir tartışmanın içine düştüğünü fark etti. Yanında da malzemecilerden biri vardı. Malzemeci yaşlı adam, yeni gelen altınları göstermek için gelmişti. İsmet dayanamadı; ‘ne oluyor burada, bu çırak niye şaşkın şaşkın bakıyor?’ diye sordu.
-baba bu dükkanda biz her şeyi tartıp ona göre alıp-satmıyor muyuz?
-Ne yapalım yani?
-Bir şey yapalım demiyorum. Aklıma geldi, keşke duygularımızı da tartabilseydik. Mesela 1 kilo korktum ama 700 gram sevdiler beni. Hatta şimdi aklıma geldi, belki hayatımız da şu kadar kilo eder gibi işte.
İsmet’in yanındaki yaşlı adam malzemeleri saymayı bırakıp Ensar’a bakmaya başladı. Merak etmişti ne demeye getiriyordu bunca lakırdıyı.
İhtiyar önce ‘tövbe tövbe’ dedi- birkaç saniye sonra dayanamadı araya girdi. Haddini bildirecekti toy delikanlıya;
-Olur mu efendi? Duygular hassas, kalbin terazisine bağlıdır. Bu nasıl kaba bir hesap böyle. İnsanın ruhu, değerleri, kalbi hiç kiloyla ölçülür müymüş? Sen nerden düştün bre buraya!..
Ensar bu kadar tepki görmesine şaşırdı. ‘Altı üstü bir fikir bu ihtiyarın derdi ne’ diye düşünürken; tartışmadan yenik çıkmak istemediğini hissetti. İhtiyara baktı. Kılığını, kıyafetini, yüzünü hızlıca inceledikten sonra;
-Peki o zaman bana hayatına eş değer bir şey söyle. Senin hayatın kaç kilo eder amca?
İhtiyar iyice çileden çıkmak üzere olduğunu gösterir gibi kafasını İsmet’e doğru çevirdi. Cevap vermemekti belki doğrusu, bu toyla mı uğraşacaktı. Ama girmişti bir tartışmanın içine.
-Açıkla ne demek bu şimdi?
-Yani amca hayatın kaç kilo eder? Kaç kiloluk ne sığdırdın bu hayata? Tamam senin hassas teraziyi de kabul edeceğim. Yeter ki bir şey söyle.
Yaşlı adam sakalını kaşımaya başladı. Gözleri yere bakarken; ‘önce sen söyle’ deyiverdi.
Ensar gülümsedi. İhtiyara yaklaştı. Ellerini açtı ve;
-Amca bu dükkanı görüyorsun ya; buradaki şu malzemeler benim eserim. Ölürsem arkamda iz bırakacağım isimler. Allahın isimleri. Hepsini tek tek günlerce büyük emekle yaptım. Gözüme uyku girmedi. Dedem rüyalarımdan çıkmadı. Ne zaman eksik yapsam rüyamda dedemle didiştim. 99 ismi 99 güne sığdırdım. Ama gecem gündüzüme girdi. Bunların ağırlığı da üç-beş kilo eder. Yani benim hayatım 3-5 kiloya sığıyor. Ama parasından değil, emeğimden.
İsmet şaşırdı. Oğlundan böyle bir açıklama beklemiyordu. Şeyh Rüstem’in torunu ‘inancını takılarına, inadını felsefesine koymuş meğer’ diye geçirdi içinden.
Yaşlı adam elini kalbine götürdü. Emeği çoktu ama ortada bir eseri yoktu, işte bu diyeceği. Başka bir şeyi vardı, yıllardır içine işlediği, kendi içinde beslediği… Söyleyip-söylememekte tereddüt etse de, cevapsız bırakmakdı.. Ensar’ın gözünün içine bakarak;
-Benim hayatım etse etse 60 kilo eder.
-Amca sen, en az 90 çekersin. Yoksa külçe külçe altınların mı var?
Alaycı bir tavırla soruyordu Ensar. İhtiyar duymamış gibi devam etti.
-Benim karım 60 kilodur delikanlı. O da benim hayatımdır. Hayatımın içinde cancağızımdır. Kaç kilo bu hayat dersen, al işte benimki 60 kilodur. O olmazsa, ben de olmam, kaybolurum. Elleri saçlarıma değmezse sevgisizlikten kururum. Var mıdır sende bundan bir kilo?
İhtiyardan beklenmeyen bir cevaptı. Ensar’ın eğlenceyle girdiği konu tadını kaçırdı. Kalbinde ne kimsesi vardı, ne de beğeneni. Bir ara Eyüp camii’nin arkasında ki- evde bir kızla bakışmışlardı ama bir süre sonra kızdan haber alamayınca vazgeçmişti. Zaten meraktan ileri gitmemişti gözleri. Annesi en kıymetli kadındı onun için. Ama öleli öyle uzun zaman olmuştu ki... Yaşlı adamın sorusuna tebessüm etti, cevap vermedi. Babasına döndü.
Dükkandaki herkes sıranın İsmet’e geldiğini biliyor sessizce, gözlerle işaretleşiyorlardı. İsmet fark etti. ‘cevap verecek neyim var ki’ diye geçirdi içinden. Ensar tam soracakken; İsmet “hadi ama akşama kadar tartı- terazi mi konuşacağız? İş güç bekler. İhtiyar sen de gençlere uyuyorsun. Hadi biz işimize bakalım”..
Yaşlı adam, Ensar’ın yüzündeki ifadeyi, İsmet’in sorudan son hızla kaçışına ince bir tebessüm ettikten sonra getirdiklerini çıkarttı.
Dükkana gelen bir müşteri ise tartışmanın daha fazla devam etmesini imkansız kıldı.
Çırak Hüseyin ise sıranın kendisine gelmeyişinden şikayetçi oldu yüzüyle. Omuzlarını aşağı doğru bıraktı. İşine kaldığı yerden daha isteksiz devam etti. Aslında sorsalar anlatacak neyi vardı onu da bilmiyordu. Ama niye sorulmuyordu ki!
Ensar müşteriyi uğurladıktan sonra kolyeleri yerleştirmeye devam etti. Tezgaha her yeni kolye yerleştirdiğinde az önceki tartışmadan hızla uzaklaşan babasının yüzünü aklına getiriyor, babasının bir şeyleri kapadığını ilk kez bu kadar açık görüyordu.
Yıllar önce belki kapanmış ama açılmamış bir daha İsmet sanki.. Aklına annesi geldi. Dedesinden bir sene önce kaybetmişti annesini. Anlamamıştı ne olduğunu. Bazen annesiyle babası arasında bir sorun olduğunu anlardı ama bir şey diyemezdi. Bazen de yüzleri parlar ne olduğunu anlamazdı. Ama hiçbir zaman aşk dolu bakışmalar, sevgi nağmeleri görmemişti evde.
Hatta zaman zaman ikisinden çıt çıkmazdı, lal olurdular birbirlerine.
Babasıyla annesi arada kaybolur, kendi odalarına çekilirdi. Salı akşamları annesi hastayım derdi, erken yatarlardı. Böyle gecelerin bazılarında içerden ağlama sesleri duyardı Ensar. Dedesi göndermezdi onu odaya. ‘Karı koca arasına girilmez’ derdi. Ağlamaların sıklaştığı, seslerin yükseldiği gecelerin birinde, aniden ölmüştü Sümbül. Kimse ne olduğunu anlayamadan apar topar toprak olmuştu gencecik bedeni. Şeyh, kızının ölmesini çok içerlemişti. İsmet’le aralarının iyice açıldığı o günlere, dedesi de ancak bir yılını sığdırabilmişti. Bir gece kalpten aniden gitti. Son sözlerinde ‘kalbinin çok acıdığını’ söyleyerek kelime-i şahadet getirmişti ihtiyar...




devam edecek...

20 Ekim 2011 Perşembe

Silahın Gözü

En büyük hayalimdi. Beni bir müzeye koyacaklardı… Belki de şaşalı bir evin baş köşesini süsleyecektim. Gelen-geçen kim varsa hayretle izleyecekti. Korkacaklardı. Ama kimi zaman da ellerine alıp göstereceklerdi, benimle gururlanacaklardı.
!!
Kaderimde elden-ele gezmek varmış. Kullanıldım.!!
İlk sahibim askerdi.
Bir çatışmada gururu incinince beni tereddüt etmeden uzaklara attı.. Uğursuzluk getirmişim ona meğer.. Oysa ne çatışmalar görmüştük.. Ne canlar almıştım ben ona!
Hep yanındaydım, ama bir günde vazgeçilebildim, bıraktı beni...
Daha eskimemiştim…
Beni bulan sonraki sahibimin yüzünü önceleri hiç görmedim. Dağlara çıkardı beni.
Yüzündeki atkı rüzgardan aralandığında gözlerine bakardım. Korku dolu sert bakışları vardı. Derin derin nefes alırdı, buz gibi elleriyle titreyerek tutardı beni. Belinde garip bir soğukluk hissettiğimde, beni kullanacağını anlardım.
Soğuk, korkak ellerini hiç sevemedim..
Bir gün çatışma ortasında aniden beni, elinden bırakıp yere yığıldığında öldüğünü anladım. İlk defa o zaman yüzünü görmüştüm. Teni sanki yalnızlıktan kararmış gibi kara-mordu. Gözleri açıktı, öldüğünde.
Sevdiği kıza döneceğine söz vermiş. ‘beni affet sözümü tutamadım’ son sözüydü… Aşkına gidemeyişinin acısı, hayallerimi hatırlattı bana.
O andan sonra tanımaya bile çalışmadığım, elden ele dolaştığım birkaç sahibim daha oldu. Evlerine girdim, onların gösterdiği yerleri vurdum. Bazen vurulanların tarafına dönüp vurduklarımla yan yana geldim. Bazen de tam tersi vurduğum tarafa isabet ettim. Ama her vurduğumu beni tutanlardan daha iyi tanıdım.
Nasıl tanımam? Parçalarımı içlerinde bıraktım.
Birbirlerini tanımadan öldürüyorlardı. Nefretlerinin sebeplerini hiç anlayamadım. Ne yaptıklarını bilmiyorlardı, sadece yapıyorlardı! Aslında teknik olarak çok iyi biliyorlardı ama neden vurduklarını sorgulamıyorlardı…
Hayallerinin, öldürmekten ileri gitmeyeceğini anladığımda yıllar geçmişti.
Ben eskimiştim, onlar da kendilerinden vazgeçmişlerdi!..
Bana değdiklerinde, tetiğimi çektiklerinde bile buna ortak olmadım, izin vermedim. Kimseyi öldürmek istemedim!
Ben bir silahım ve onlar gibi kendimden vazgeçmedim.!
Son çatışmada ise bütün ağırlığımla sahibimin elinden düşüp kaçtım.
Korkunç bir geceydi.. Serttim ve kurşunlarımdan utandım!
O, son gecenin karanlığında; uzaktan çığlıklar geliyordu, seslerin olduğu yere doğru koştuk. Sahibim beni- belinden çıkardığı gibi korkak elleriyle, nereye doğru baktığını bile anlamadan uzaktan sıktı!
İçimden çıkan parçanın, ufak bir çocuğa doğru yaklaştığını görünce son anda kurşuna yerini değiştirmesi için bağırdım. Yalvardım.
Sahiplerim beni hiç duymadı.. Sadece içimden kopan parça beni dinlerdi, biliyordum. Öyle de oldu. Son anda ağaca doğru saplandı kurşun.
Daha kimse ne olduğunu anlayamadan, geceyi fırsat bilip kendimi titreyerek sahibimin elinden attım. Parçalarımın, bir çocuğun içine gireceğine parça parça olmaya razı oldum.
Karanlığa bıraktım kendimi. Gözlerimi açtığımda yaşlı bir adam beni siliyordu.
Şimdi bir müzedeyim, hayallerimin gerçekleştiği yerde.
Ellerden uzak!!.
Onlar beni bırakamadı.. ‘Ben bıraktım sahiplerimi’…

**

Aynı senaryoyu başka canlar oynuyor. İsimler değişiyor ama “eser” aynı..
Tepkiler de değişmiyor. İlk saatler şiddetli öfke ve isyan, sonraki günler yerini günlük meselelere bırakıyor. Televizyonlar yas tutmayı doğru düzgün beceremiyor. Canlı yayınlanmasını istemedikleri sabah programlarının, aynısının tıpkısının tekrarını koyuveriyorlar.
Herkes öyle benimsemiş ki; yetkililer de aynı tepkiyi veriyor.
Yeni benimsenen saçma bir söylem daha var. “her şeye aynı devam edelim, niye onları sevindirelim ki!”..
Birilerinin ‘üzüntü ölçerleri’ var anlaşılan! Durumdan kilo kilo üzüntü tartıyor!
Acıya sahip çıkmak ve saygı duymak en büyük gerçeğimizken; ‘onları sevindirmeyelim’ yaklaşımıyla iyice samimiyetsizleşiyoruz.
Tepkisiz toplum! Dolayısıyla etkisiz versiyon oluveriyor..
İnsanların silahları bırakacağına olan inancım en azından bu yüzyıl için mümkün görünmüyor. O yüzden yukarıda hayal ettim, belki bir gün silahlar çekip gider.

16 Ekim 2011 Pazar

LA FURTUNA 8

"Kaçabilen canını kurtarır"



Tüm gücümüzü verdiğimizde içimizdeki enerjiden tamamen koparız, sonunda yaşayan bir ölü oluruz. Kimileri yaşamak için daha fazla enerjiye ihtiyaç duyar, çünkü tüketmiştir. Hay huyla tükettiğin enerji bu yolda canlanır. El Hayy…

Aradan geçen birkaç ayla Edirne’de yolları kapatan kar kalkmış, her yer açılmıştı. Köyde evlenmeye hazırlanan kızlar için bahar zamanı- yeni kısmetler, yeni hayat demekti.
Yanakları başka olurdu böyle zamanlarda kızların. Sevdası olmayana sevda, bahar yaklaştığında Uzunköprü- İstanbul treniyle daha yakın olurdu. Trenler dolup taşar, genç kızları günübirlik de olsa İstanbul’a taşırdı. Anjel İstanbul’dan gelenlerle konuşuyordu. Hepsinden hevesle İstanbul’u dinliyordu. Eyüp’ü, Kapalıçarşı’yı dinlemekten bıkmıyordu.
Haliç’in manzarasını, Pier Loti’yi tekrar tekrar dinliyordu onlardan. Yaşı daha büyük olanlar ise ‘Ummi Sinan Tekkesi’nde dinlediği musikileri anlatıyordu.
Anjel Pera’yı sorduğunda genelde cevap alamıyordu. Amcasının yaşadığı Kuledibi’ni merak ediyordu. ‘Galata’yı gördünüz mü’ diye sorardı, yine cevap alamazdı.
Halasına anlattığında Elsa, gülerdi haline sonra ‘oralar bizim mekanımız da ondan’ derdi.
Ama hiçbir cevap yetmezdi ona.
Hayalinde canlandırırdı. Galata kadar farklı, Eyüp kadar gerçek.. Galata gibi hayat dolu, Eyüp kadar dünyayı reddetmiş.. diye kendi içinde tanımlar bulurdu İstanbul’a.
İstanbul’u parçalara böler her tarafına başka anlamlar yüklerdi.
Çeyiz alış-verişlerinden dönen kızlar bazen Anjel’e de hediye getirirdi. Halası İstanbul’u görmesine bile hiç izin vermediğinden, gitmek için ısrar etmeyi de bırakmıştı. Minik ziller sipariş ederdi kızlara. Eğer 11 zili tamamlayabilirse dileği kabul olacaktı. 11 büyük sayıydı. İki birin, birbirini bulmasıydı. Fatma Ninesinden duymuştu. 10 zili vardı. ‘Sonuncuyu da tamamlarsam engel kalmayacak’ diye düşünürken kapı çaldı. Gelen son zil olabilir mi heyecanıyla kapıya doğru koştu. Beygir arabasıyla yanaşan postacıdan bir davetiye, bir de mektup aldı.
Amcasının kızının 1 ay sonra İstanbul, Karaköy- Zulfaris Sinegogu’nda evleneceği yazıyordu.
Mektubu yazan amcası ise; Elsa’ya artık bu küslüğe son vermesini ve oraları bırakıp İsranbul’a yanlarına taşınmalarını istiyordu. Mektuba halasının da sevineceğini zanneden Anljel’i ise hayal kırıklığı bekliyordu. Huysuz hala, davetiyeyi de- mektubu da bir köşeye fırlatarak; ‘bu kadar kolay mı?’ diye yüksek sesle çıkıştı.
Sonra da söylenerek odasına gitti. Anjel halasının attığı davetiyeyi yerden aldı. Mektubu okumaya başladı. Amcası hiç değilse Anjel’i göndermesini yazmıştı.
Soruyordu; ‘ne hakkın var o kızı yanında esir gibi tutmaya’…
Anjel, okuduklarına hak veriyordu. Göğsünde bir ateş yandı. Halasına ilk kez nefret duydu. Bir an önce valizini toplayıp gitmek istedi. Halasının odasına dalıp ‘senden nefret ediyorum, herkes ediyor. Kimse seni sevmiyor. Beni esir ettin burada’ diye bağırmak istedi ama yapmadı.
O, küçükken oyunlar oynadığı neşeli halasıydı. Nasıl yüz üstü bırakırdı. Yine kendisine kızdı. Midesine yumruk gibi bir ağırlık çökünce dayanamayıp bahçeye çıkıp ağlamaya başladı. Böyle zamanların en büyük tesellisi köpeği kirpi oluyordu.
Köpeği ayaklarının önüne uzanırken kafasını ona doğru eğdi; “içim tükeniyor sanki enerjim bitiyor. Bazen bir umut geliyor ama onun da- önünü halam hemen kesiyor. Ben artık umutsuzum Kirpi, benim hayatım burada böyle- hayatı bekleyerek geçecek. Her şeyden ayrı, hiçbir şeyle bütünleşemeyerek bitecek ömrüm burada. İstanbul’un hayaliyle geçecek hayatım. Ne olacak bir kez hiç değilse görsem.”..

***

Anjel, ertesi sabah kahvaltı ederken halasına konuyu açacağını dünden planlamıştı. Kararlı olacaktı, artık halasının tükenen enerjini beslemek istemiyordu. O kendini tükettiyse beni de burada oyalamaya hakkı yok diyordu. Kafasında haklılığını gösteren bütün sebepleri ardı ardına dizdi ve net bir ses tonuyla konuya girdi.
-‘Nisan ama hava hala tam ısınmadı. Acaba İstanbul’da böyle mi’
Halasının içinden karşılık vermek gelmedi ama cevapsız bırakamayacağı için geçiştirmeyi tercih etti; ‘evet haklısın ama toparlar birkaç güne’..
Anjel halasının cevabından güç alarak konuya daha hızlı bir giriş yaptı. ‘en kısa zamanda düzelsin yoksa bir ay sonraki düğünün soğukta tadı çıkmaz’ dediğinde ses tonundaki kararlılık Elsa’nın kahvaltısını boğazına dizdi. Masadaki bardaktan bir yudum aldı, bardağı yerine koymaya çalışırken çayı döktü sonra bardakta devrildi.
Kahvaltı masası bir anda Elsa’nın kafasındaki düşüncelerin tutunduğu yere benzedi.
Anjel koşarak mutfaktan bez getirip masayı silmeye başladı.
Halası bir yandan masayı toparlamaya çalışıyor bir yandan da söyleniyordu kendine. Yaşlandığından şikayet ediyordu. Artık gözlerinin iyi görmediğini, ellerinin titrediğini söylüyordu ki- bir anda ağlamaya başladı.
Anjel gördüğü manzara karşısında donakaldı. Halası büyük ustalıkla konuyu en azından bugün bir daha açamayacağı şekilde öyle güzel kapamıştı ki- her şeyi ağzına tıktı.
Aslında çıkmasına bile izin vermemişti.
İstanbul’a gidiş yolu kendisine kapalıydı sanki. Buz gibi olmuştu her yanı. Halbuki o halasının yalnızlığına, 1934’deki olaylarda direnişine ne kadar da hayrandı.
Çaresizce fark etti. Ortağı olduğu yalnızlığın- mahkumu olduğunu ilk kez bu sabah gördü. Halasının dilinden ‘senin iyiliğin için yapıyorum’ diye dökülen cümlelerin devamını hatırladı..
‘senin iyiliğin için… bu kadar okumak yeter,
‘…................ dükkanı kiraya verelim,
‘ …................. İstanbul’a gitmiyorum,
Aslında Elsa öyle ustaca İstanbul’a giden bütün köprüleri yıkmıştı ki- amcası olmasa halasının planları sorgulanmadan başarıya ulaşacaktı.
Bunları düşündükçe midesindeki bulantıyı hissetti, halasının bencilliğinden tiksiniyordu.
Evi toparladıktan sonra köpeği Kirpi’yi alıp evden çıktı. Mahalle aralarında yürüdüler. Etraftan laf atan delikanlılara kulak asmadan çeşmenin yanı başında bulduğu bir köşeye oturdu Anjel. Yeşilliğin içinde ayakkabılarını çıkardı, derin derin nefes aldı.
Bir yandan da etrafa bakınıyor gelen geçeni izliyordu. Halasının o halini gördükten sonra Uzunköprü’de herkes ve her şey yavaşlamış görünüyordu gözüne. Yavaş yürüyenler, taburesini dükkanın önüne koymuş nargile içenler, çeşme başına güğümleriyle gelen kadınlar bile yavaştı. Akşam kahveden- eve doğru yürüyen adamlar da ağır ağır yürüyordu sanki.
Buranın bütünü değil geride kalmışı gibiydi her şey..
Amcasına mektup yazmak en doğrusuydu! İstanbul’a beni hemen alın demeliydi. Sert bir mektup olmalıydı. Belki tek cümle bile yeterdi. ‘beni buradan kurtarın’ isyanına amcası dayanamazdı, gelip alırdı onu buralardan!
Yarım kalan kahvaltısından dolayı erken acıktığını fark etti. Evlerinin yan tarafındaki Fatma Nine’ye geçmeden köpeğini bahçeye bıraktı.
Fatma Nine'de yemek hiç bir zaman sürpriz olmamıştı. Yaşlı kadının öğlen menüsü belliydi. Hamur kızartır yanına da yağlı peyniri koyar. Çayını da demleyip iştahla her öğlen ya da akşam üstü aynısını yapardı.
Melek’e de bir tabak kabarık lokmalarından koydu. Lokmaları daha ağzına götürmeden kapı çaldı..




devam edecek...


***

14 Ekim 2011 Cuma

Saydır Fazıl..!

Fazıl Say’ı 2007 yılından beri şahsen tanırım. Müziği, kendimden geçmeme sebep olacak kadar ruhuma değmiştir.
Bir konserinde yarıda çıkmak zorunda kalmıştım, acil bir durumdan ötürü. Fazıl sahneden fark etmiş. Tepkisini de konserden birkaç gün sonra bana telefonda dile getirmişti. O zaman anlamıştım, Fazıl’ın duygularıyla yaşayan ve bunları her ne olursa olsun dile getirmekten çekinmeyen halini.
Bozulmadım diyemem ama benim için duygularını konuşarak ifade eden insanlar samimidir. Asla korkulmaz. Sadece ‘nev-i şahsına münhasır’ kontenjanından, olduğu gibi kabul görür bünyemde.
En son hava alanında rastlamıştım az konuştuk. Aradan birkaç hafta geçtiğinde ise twitter çıkışlarını görür oldum. Fazıl, açıklamalarının pimini çekip çekip patlatıyordu. Sonra arkasından büyük tartışmalar.
Göbeğin kaşınmasına kadar dayanmıştı olaylar hatırlayacaksınız.
Son günlerde yine açıklamalarını demlendirip kaynayan çaydanlığı olduğu gibi ortalığa bıraktı.
Sus diyenlerden, sabır bekleyenlere kadar empati yoksunlarının açıklamalarını gördüm.
Sonra “bırakınız konuşsunlar” tadında ama aklı-selim bir yazı Hıncal Uluç’dan geldi. Uluç; Say’ın düşüncelerini ifade etmesinden yana olduğunu ve engellenmesinin neden mantıksız olduğunu güzel kaleme almış.
Buraya kadar bana göre her şey sıradan. Ne Fazıl’ın açıklamalarına şaşırıyorum ne de konuşmaması gerektiğini düşünüyorum.
Beni asıl şaşırtan Fazıl’a rol biçenler.!
Onlara bir sorum var.
Fazıl Say, Fuzuli mi?
Yani illa müzisyen diye O’nda niye Fuzuli sabrı ve derinliği bekleniyor?
Asıl bu çok saçma!
Sövmek istiyorsa ‘yok illa böyle söyleyeceksin, büyük sanatçıya yakışmaz’…
demek samimiyetten çok uzak.
Kutsallaştırmaya meraklıyız yani!
Say bile kendini ‘kutsal’ görmeyip doğal davranırken bu samimiyetsizlik niye?

O yüzden bence saydır Fazıl Say, diyorum. Samimiyetsizlere inat, kırk yıldır aynı türküyü söyleyen komplekslilere inat!
Belki bu sayede ‘tahammül’ denen kelime sadece sözlükte değil, hayatımızda da yer bulur.

****

Muhafazakar medya ya da kaplumbağa!

Geçen hafta çok hatırlı tanıdığım bir işadamı, dost meclisinde medyanın haliyle dalga geçiyordu.
‘Asıl rekabet şimdi başladı, aynı noktada herkes. Buyurun yayına’ diye.
Gülmedim desem yalan olur. Bir yandan AKP’nin iyi icraatlerine bakıp diğer yandan medya ahvaline bu kadar takılmaları gelecekte yine en çok onları düşündürecek.
Masadaki ortak görüş de bu yöndeydi.
Çeşitli argümanlarla herkes muhafazakar medyanın dönüşümünün ağır olduğunda birleşti.
Hepsi için konuşamam çok yetenekli tanıdıklarım da var. Ama medya konusunda, yetiştikleri zemin itibariyle abartma ve yermeden kaynaklanan çekinceler- ellerindeki propaganda için; ‘birileri kullanım klavuzu versin’ demek isteği uyandırıyor.
Yani mevcut durumda; partisi tur bindirirken, medyası kaplumbağa!

9 Ekim 2011 Pazar

‘FOTO’-SENTEZ!!!

Olayı sadece fotoşova dönüştürenlere soruyorum.
Sahi siz neden bu kadar korktunuz bu fotoğraftan? Vicdanınıza mı çarptı? Neden gözünüze sokulmasından rahatsızsınız?
Yaşam hakkı elinden alınmış ve yaşarken saygının zerresini bile görmemiş bir kadının, ölüsüne saygı saçmalıklarına inanıyor musunuz gerçekten?

O zaman fotoğrafı olmayan başka örnekler var.
Hatırlıyor musunuz?

**
Doğru düzgün ‘baba’ bile diyemedikleri, ‘o insan’ diye andıkları adamdan dünyaya gelmişler.
Olmaz olsun!
Demek kolay.
Şiddete meyyali doğuştan gelen bir 'baba' var ortada!
Artık hapiste geç de olsa!
Ama anne mezarda!
Sözünü ettiğim kişi; Ayşe Paşalı. Kocası tarafından yıllarca şiddete maruz kalıp, defalarca emniyete şikayette bulunup korunamayan kadın.
Kocası 'karımı seviyorum' deyince serbest bırakılmıştı. Aradan geçen bir kaç yıl içinde ise öldürmüştü Ayşe Paşalı’yı.
Yayınımda 'annemi koruyamadılar' diye isyan etmişti Burcu..
Aradan aylar geçti. Ne ailenin derdine derman var!. Ne de Habertürk’ün önünde eylem yapmayı bilenler ellerinden tutuyor!!

Yaklaşık 10 ay önce yayında demiştik; söze gelince- ''kadınlarımız çok önemli, şiddete tabii ki hayır, karşıyız sloganlarını bırakın.
Alın size bir mesele tutun ucundan örnek olsun'' ama kime?
Ne açıklayan ne de duyan var!
Söz kadınlara gelince sağır kulaklar var. Duymuyorlar.!
Ama çıkacak yeni yasa gereği, yayınları sansürlemeyi dört gözle bekleyenler var!
Siz gösterilmesini engelleyince kimse ölmeyecek çünkü! Gözden uzak olan gönülden de uzak olur misali..
Üstünü örteceğiz.
Aslıdna üstü örtülüp uyuyan da biziz!

Alın size başka bir olay daha!
Nerden tutarsanız elinizde kalacak bir konu!
İsmini yazarken benim ellerim titredi ama o kararı verenlerin ne elleri, ne yüreklerinden ses geldi.
Çağla Arin...
İzmir'den, Urfa Harran Üniversitesi'ne doktor olmaya gelmiş, öğrenciydi. 2008'in Mart'ında 47 yerinden bıçaklanarak öldürüldü.
Yalvardı katiline 'nolur yapma' diye dakikalarca mücadele etti. Ama katili ne geleceğini düşündü, ne de yalvarışlarını duydu Çağla'nın.

1,2,3,4, demedi.....20,21,22,23 durmadı.....30,31,32,33, vurdu......41-42-43-44-45-46 ve 47 boğazını kesti!

Bencil, hastalıklı bir aşk- ki buna aşk denirse! kendisine cevap alamayınca Çağla Arin'in yaşam iradesini deldi!
'Ya benimsin ya da hiçbir şeysin' diye diye arkadaşının gözü önünde öldürdü Çağla'yı.
Katil, 22 yaşındaki Hüseyin Zengin de aynı üniversitenin öğrencisiydi.
Aradan geçen 3 yıla yakın zamanda ne oldu biliyor musunuz?

Aşkına karşılık vermeyen okul arkadaşını 47 bıçak darbesiyle 'kesen' Hüseyin'in cezası ''geleceği düşünülerek'' indirildi!!!.
Başkasının geleceğini gözünü bile kırpmadan düşünmeyen Hüseyin'in, geleceği yasalara emanet oldu!
Bu gerekçeyi çıkaranlara, altına imzasını atanların vicdanına yazıldı onun geleceği!
Bana sorarsanız bıçak darbesi aslında 48 etti!
Sonuncusu sistem eliyle atıldı!

Bitti mi?
Ne mümkün!

Bursa Emniyet Müdürü ile canlı yayında tartışmama sebep olan Bursa'daki Sevgi'nin hikayesi var.
Biz canlı yayında sorduk diye Emniyet Müdürü ayar vermeye kalktı. Toplumu ilgilendirmezmiş meğer detaylar.
'Ne ilgilendirir toplumu?' diye sordum.
Bir hikaye anlatacaksanız- adama demezler mi? Ya tam anlat- ya da çek git diye!
Hiç mi yayın görmedik!
Ama yine sansür kafa devreye girdi!
Bu arada, O da Emniyet'e gidip korktuğunu söyleyip, şikayetçi olmuştu!

Aylar önce demiştim. Bir haber çıktığında ayağa kalkanlar; ‘söz kadınları korumaya gelince kulağınıza, gözünüze ne kaçıyor?’ diye, ses gelmemişti.

En son Habertürk gazetesi öyle bir fotoğraf yayınladı ki; seyredenler nereye saldıracaklarını şaşırdılar.
Utanmadan Habertürk’ü kapatma ihtimalini yazanlar oldu.
Ama kadın konusunun yanından bile geçmediler.
Niye geçsinler ki?
Onların gündemi; hangi gazetenin genel yayın yönetmenini kovdurursam acaba beni almak zorunda kalırdan öte değil ki!

Tekrar soruyorum; 'fotoşov' aslanları, sizin vicdanınızdan ses geliyor mu?