19 Aralık 2018 Çarşamba

2019 Mağarası

Bugün bir gazetede okudum. Adam 22 yıllık evliliğinin ardından karısının kendisini yıllarca aldattığını öğrenmekle kalmıyor, evladı bildiği üç çocuğunun da babası olmadığı gerçeğiyle yüzleşiyor. “Onlar benim kucağıma doğmuştu, okula ben götürdüm, her anlarında yanlarında ben vardım” diyecek naifliğinde anlatıyor durumunu. “Koca hayatım yalanmış” derken yıllar sonra ailem dediği herkes ortadan kayboluyor.

Diğer adam ise sanki korsan ya da paralel aile kurmuş gibi yıllar sonra çocukları ve kadını yanına alıyor. Kadın ise tuhaf bir istikrarla evli olduğu kocasından hiç çocuk yapmamış.

Hikâyenin neresinden tutarsanız tutun, kimin hayatının aslında koca bir yalan olduğu bakana göre değişir.

Ancak hayatın bakışı böyle değil. Kimin kime göre ne kadar dolu ya da boş bir yaşanmışlıklar bezendiğinin üzerinde durmuyor.

Hikâyeleri öyle büküyor ki; sonunda seni komple başka bir varoluşa atıyor. Bu hikâyede hayat, adamı hiç aile kurmamışçasına ve baba olmamış gibi filmini geri sarıyor. Adamın cebinde yaşanmışlar var ama artık onların sahibi ve sorumlusu değil. Böyle bir golü ancak hayat atabilir. Adam da çıktığı bu topta kendisini enteresan bir yere getirebilir.

Yine de hayat üzerine kafa yorduğumda aklıma başka açıklamalar geliyor. Hepimizin mağara devrini aslında hiç aşmadığımız ve aşamayacağımız gibi...

Herkesin çaresiz kaldığı bir dönem, devir, gün ya da en azından saat olmuştur. Çaresizlik sevilmediği yerlere gitmeyi daha çok sever. Kendisini iyi tanıyanlara pek uğramaz. Ama hayat onu sizinle muhakkak tanıştırır. Hatta kendinizi aşmanız gerektiğini size bütün kapılarını kapatarak söyler. Sizi boyunuzdan büyük bir kutuya koyar ki çaresiz kalın.

Kimileri kutunun en köşesine çöker, öğrenilmiş çaresizliği kabullenir. Kimileri kutudan parçalar koparıp sabırla kutuyu kemirir ve kendini böylece dışarı bırakır. Kimileri ise acemice yorulmadan zıplar. İşte mucizelerin tanrısı da tam onların naif vazgeçmeyişine gülümser. Ona en uygun eli tam da o kutunun üstüne denk getirir. Gel der usulca kutudan çıkartabilirim seni.

Çıkartırım demiyor ama dikkat edin! Hayat, sevdiği naif cesaretin yanına irade gelmiş mi ona da bakıyor. Onun eşlik etmediği naifliği fazla umursadığını sanmıyorum.

İnsanın tüm sınavları hep olduğu mağaradan çıkabilmesi üzerine kuruludur. Her bir çıkış, birinden diğerine geçmektir. Aslında bulunduğu en büyük mağarası dünyadan da ölünce çıkar.

Gariptir, her çıkış başka bir özgürlük vaadinde bulunur. Ama gerçeği yeni mağarasına alışmasıdır.

Dolayısıyla İnsan, mağarasını hiç terk edememiş bir varlıktır. Hep aksini sanmıştır. Her yaşam bölümü ayrı mağaralarıdır. Bedeni en yakın mağarasıdır. Ama İradesi yegâne mağarasıdır hatta kendisi iradeye mağaralık yapar ki; dünyada temsil ettiği iradeye de bekçilik ettiğini görsün.

Politik mağaralara girer çıkar bazen hatta girmek istemese de çıkamaz. Yaşadığı iklim üstüne branda gibi gerilir.

Kendi inançları, fikirleri en derin mağarasıdır çoğunlukla orada kaybolur insan.

Her defasından her şeyin daha iyi olacağına dair inancı onu oradan tutan tek şeydir.

Size mağaranıza sahip çıkın ya da onu terk edin diyemem sadece mağarada olduğunuz gerçeğini söyleyebilirim.

6 Aralık 2018 Perşembe

ŞEYTAN OFİSİ


Artık yok. Hatta tası tarağa toplayıp topuklamış, kaçmış Türkiye’den. Bunu birinden duymuş olsam kahkahalarla gülerdim. Fakat okuduklarım, izlediklerim ve gördüklerim sayesinde anladım ki, şeytan bir tek gitmeden önce gazeteye ilan vermemiş!

“Eylem anlaşılır, sözcükler anlamı karartır.”

Goethe’nin en meşhur romanı Faust’da geçer bu cümle. Hikayeyi bilirsiniz, şeytanla anlaşma yapmaya dayanır. İyi ve kötünün ötesinde geçen olaylar ise okuyanı duygudan duyguya taşır.
Bildiğimiz ahlak anlayışının ötesinde geçen derin bir öyküdür. Goethe; yaşayan, yapan ve çabalayan insanların hatalar yapabileceğini ama bu hatalardan ders çıkarmanın onları doğruluğa yönlendireceğini ileri sürer. En azından daha iyi bir versiyona yönlendirebilir.

Fakat 2018’e gelince aşırı teknolojik hayatlar ve sosyal medya sayesinde şeytanın kendisi de enstrümanları da gelişir.
Haliyle tarif edilen anlamından uzaklaşan “kötülük” de evrim geçirmiştir. Eskiden daha basit diyebileceğimiz yanlışları yapmak artık farkında bile olamadığımız şeytan ve asistanlarının arasına koyuyor bizi. Çağrılara cevapsız kalmak ise imkansız hale geliyor. Uyaranlardan biri muhakkak eninde sonunda yakamızdan yakalıyor.

Dolayısıyla eğer bu çağda aydınlanmanın ya da geriye gidişin geleneklerini yıkarım diye tutturmadıysanız kelimelerinizi cebinizden hiç çıkarmayın. Özellikle de karşılığı kimseyi bağlamıyorsa! Yok bunu daha kitlesel hale dönüştürelim derseniz o zaman başka!
O vakit hayat bizi, kimi eylemlerinden/hallerinden ya da durumlarından muaf tutmalı!
Misal; bu kadar alışveriş merkezinin ortasında sıkışan insanlara, kredi kartı borçlarından dolayı türlü türlü aflar getirilmeli. Ya da alışveriş merkezlerini yapmadan önce o bölgede yaşayanlar için referandum yapılması gibi kararlar alınmalı. Sonuçta maruz bırakmak, şeytanın bile henüz tenezzül etmediği bir eylem çeşidi.
Hatta o, sırf sizi günaha maruz bırakmamak, aksine ortak etmek adına seçim yapmanızı, anlaşmayı kabul etmenizi istiyor. Ne bileyim en azından rızanızı aldıktan sonra canınıza okuma eylem planına geçiyor. Burada zaten şeytanın amacını zevkli kılan da yaptığın seçime istinaden sana özel hazırladığı şov diyelim. Seçiminin prodüksiyon masraflarını üstelik sadece seni günaha sokacak diye çoğunlukla kendi ve ekibi üstleniyor. Yaratıcılığı da cabası!

O halde seçimlerini sorgulamak yerine şeytanı olay yerinden taşlamak ise ne yazık ki en bilindik insan tutumu. Aslında ben safım ve daima iyiliği temsil ettiğim için, beni kendimden çıkaran şeytan her şeyin suçlusu olmalı diyerek kenara çekilmek de.
Karar ve ayar bilmeyen her canlının tutunduğu dal burası. Değişik diller, dinler ve gelenekler bu hikayede kişilerin isimlerini ve hikayelerin biçimlerini değiştirse de yaşananlar aşağı yukarı aynı senaryonun parçaları.
Oysa suçlanan şeytanın kendi anlaşma listesinde bile adı geçmiyor çoğu “günahkarın”. Şeytanın kendisine sorsanız “konuyla alakam yok zira seçim yapılması için bizim ekipten kimse kendisi ile temasa geçmemiş” diyecek kadar listesini açıklayacak duruma geldi. Fenalık geçirdi. Avama yayılmaktan son derece şikayetçi. Bu işin suyunu çıkarttılar, bırakıcam abi bu işleri noktasına geldi.
Fakat insan hatalarını kabul etmek yerine eylemin kendisini suçlu buldukça emeğinin karşılığını alamayan şeytana da gına geldi. Elini eteğini çekmiş Türkiye ofisini çoktan kapamış olabilir.
Sonuçta yabancı sermayenin bile sadece para olarak görüldüğü bir yerde şeytan fikirlerini kime ne diye satsın! Bir zevki de kalmıyor.

Ülkenin tepeden tırnağa her noktasında bu tür manzaralar yaşandığını görmek hiç de zor değil. En basit haliyle örnekler bolca var.
Geçmişte zekasını dikkatle takip ettiğim Okan Bayülgen, seksi kötülüklerin anası olarak tanımladı. Kendisinin seksle kurduğu ilişki ve yaşadığı tecrübeleri tamamen durumdan bağımsız kılarak. Tabii ki insan okuyunca biraz zeka kırıntısı arıyor.
Demek istediğim; şeytan zekası diye övündüğümüz aklın bile bize tenezzül etmeyeceği tuhaf hallerdeyiz, çaresiziz…
Ülkedeki adalet ve olaylarda ise durum daha da garipleşiyor. Bu kez eylemin kendisini unutturup (konu her neyse) eylemi yapanlar hedefe konuyor. Ortaya atılan suçlamalar ise her şeyin bir anda önüne geçiyor. Koca bir ülke adaletsizliğe maruz bırakılıyor. Hem de defalarca!
Başka bir örneği ise bir öğretmenin çığlıklarından vermek istiyorum. Hepimizin tuhaf ve çileden çıkmış hatta sinir krizi geçirdiği anlar olabilir. Ama yanılmıyorsam trafik cezasını kesen bir polisin telefonuyla bu anları çekmesi mümkün olamaz!
Kişisel deneyimin habersizce servis edilmesi şeytanın dahi tenezzül etmediği maruz bırakma ve asla zekadan nasibini almamış korkunçluk halidir!

Elbette Goethe’nin yazdığı gibi “insan hata yapar, çabalamayı bırakana kadar!”
Lakin hata insanın kendinden bağımsız bir eylem çeşidi değildir, buradan asıl kendisine büyük bir pay çıkar.

13 Kasım 2018 Salı

Genç jenerasyonu anlamadan nereye?




Gidenler gitti, kalan sağlar bizimdir ülkesi olamaz Türkiye. Ayrıca gidenlerin arkasından su dökenler de hepimizi temsil edemez. Bugün gazeteler, dergiler ve artık nereye bakarsanız bakın ilanlar, yurt dışı bir ülkede size sadece ev satmakla kalmıyor. Aynı zamanda benzer bir topluluk, vatandaşlık, sosyal yaşam, iyi eğitim ve en önemlisi tasarım bir gelecek pazarlanıyor. Haliyle sadece ev değil, özgürlük ve ürkmeyen parayı da bir arada tutabilecek alanlar artıyor. Türkiye dışında cazip kılınan gelecekler o kadar promosyonlu hale geldi ki, yakında Yeni İstanbul diye bir site veya mahalle yapılırsa kesinlikle şaşırmayacağım. Sonuçta ülkende ne bulamıyorsan al paranı gel burada sana hepsini vereceğim diyen bir reklam algısı yürüyor. Ülkemizin iyi eğitimlileri ve servet sahibi olanları bizzat aramızdan ithal ediliyorlar. Gidenlerden kimseye bunun yanlış bir fikir olduğunu söyleyecek değilim. İsteyen elbette istediği ülkede yaşar. Ama gerçek bu değil ki! En azından gidenlerin güle oynaya gitmediği açık. Evet kimse sınıra bırakılıp hadi bakalım yoluna diye sınır dışı edilmiyor fakat yetkili ya da etkili herhangi biri çıkıp da “arkadaşlar neden gidiyorsunuz!” diye de sormuyor. Dahası ilgilenmek, konuyu görmek de isteyen yok. Göçe giden kuşlarla kurulan ilişki kadar kendi ülkesinin eğitimli vatandaşlarıyla ilişkisi Ankara'nın… Ne eğitime el atıyor, ne de kendinden değil diye işten atılan eğitimlilerine başka yaşam yolları açıyor.

Diğer yandan da hayatı daha yaşanır kılacağını umduğumuz yürüyen sosyal medya fenomeni var. Bizdeki örneği henüz lümpen düzeyde. Fikirler değil hala kişiler çarpıştırılıyor.
Zaten sosyal medya rüştünü ispat etmeye çalışırken, hayat da sanki kendisini geçmiş liderlerin güvenli kollarına bırakmış gibi adeta iki ayrı dünyada yaşatıyor bizi! Bir yanıyla sınırları kaldıran özgürlükçü bir platform ama sanal gerçeklik sayılıyor. Öte yanda tarihin perdesini yırtmış gibi aramıza katılıp sınırlar ören “gerçek liderler”!

Geçen hafta Brand week İstanbul koridorlarında tartışılanları aktarıyorum.
Yine de bazı tahminler bu liderlerin tüm dünyada son 5-10 yılını yaşadığı yönünde. Sosyal medyada oluşan sessiz reform, hayata doğrudan akmaya başladığında, otoriter eğilimli liderliğin de son kullanma tarihi bitecekmiş.

Ama bu dönemde aramızdan çıkmayan keşifler ve inovasyon için sivri söylemler de var. Mesela Selahattin Demirtaş’ın hapiste olduğu bir ülkeden dahiyane fikirlerin, buluşların filizlenemeyeceği gibi… Haksızlar mı? Asla. Özgürlüklerin ve demokrasinin olmadığı bir yerde ekonomik değerler yükselmeyeceği gibi ekonominin yükselmediği ölçüde de özgürlükler güdük kalıyor paradoksundayız. Ankara, iktidara kim gelirse gelsin bu hastalığından vazgeçemiyor. Ne yardan ne serden diyerek, ne özgürlüğe ne de uluslararası sermayeye gerçek anlamda geçit vermiyor. Kontrolü elinde tutabildiği Ortadoğu parası dışında…

Koridorlara fısıldanan cümlelerin dışında ise Konda Araştırma şirketinden Bekir Ağırdır’ı dinledim. Hayatı jenerasyonlar ve veriler üzerinden okumasını seviyorum. Fakat rakamların ve yüzdelerin dışında her jenerasyonu başka bir sürüm olarak algıladığımızda aktarım zincirimiz de kuvvetlenecek. Buna emimin.
Bekir Ağırdır’ın konuşmasına göre de hayat ve toplum her zaman iyiye doğru akar. Geçici sarsıntılar ve korkular olabilir ama evrensel kazanım neyse, paradigmalar da eninde sonunda oraya doğru evrilir. 2008-2018 yılları arasında ise devlet katında olanlar bir tarafa, Türkiye toplumu evrensel kazanımlara doğru gidiyormuş. En azından büyük resimde bunu bilmek gerekir diyor. Biz elbette, geçen kendi zamanımıza kayıp olarak bakabiliyoruz fakat büyük resimde biz de dönüşümün bu şekilde bir parçası oluyoruz. Acı ama gerçek!
Verilere göre gençlerin mutluluğu azalmış, bugün daha öfkeli ve kızgınlar. Bu kategoriye kendi jenerasyonumu dahil ediyorum. Mutluluğu başka yerlerde aradığımız veya bulduğumuz konusu ise benim jenerasyonum sürüklendiği başka bir delilik hali.
Diğer verilere göre, oruç ve namaz gibi düzenli ibadet alışkanlıklarında düşüş var. Hayat tarzını modern olarak tanımlayan gençlerin oranı yüzde 5-10 arasında artmış.
Ülkede dindarlık seviyesi de aynı gençler arasında yüzde 7 civarında azalmış.
Metropolleşme süreci ahlakımızı da makyajlamış hatta bir parça modernize etmiş görünüyor.
Bekir Ağırdır; eğitim, laiklik, hukuk gibi kavramların geceyle gündüz gibi farklı görüşler olarak çatıştığını ancak buna rağmen bilgi toplumu olma yönündeki çabamıza dikkat çekti. Açıkçası çatışmalardan beslenmeye doyamayan ve kronik kaos bağımlısı bir ülke olmaktan vazgeçemediğimizi düşünüyorum. Fakat Bekir Ağırdır bunu özgün bir ülke örneği temsil etmemize bağladı. Öyle ya da değil yine de sonucu zaman gösterecek.

Bekir Ağırdır ayrıca, mevcut güç sahibi kuşağın makam kaybetme korkularını yeni kuşağı bastırmaya çalışarak ve suçlayarak hatta gençleri kasti olarak eksik bularak kendi yerlerine sıkıca yapıştıklarını söyledi. Bana göre, ülkenin mevcut tablosunun sorumlusu da onlar ama faturasını çocukları ve onların çocukları ve çocuklarının çocukları ödüyor.


7 Kasım 2018 Çarşamba

MEDYAMORFOZ

Medya hakkında en güzel analizlerden birini yapmıştı rahmetli Ufuk Güldemir. “Medya iktidarı dizayn edemediği gibi muhalefeti de edemez!” başlığıyla…

Özetle basının 28 Şubat’la küstürdüğü İslamcı kesimler üzerinde yitirdiği etki ve 2002’de gelen iktidara aldığı kıvrak manevrayı analiz etmişti. Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranmıştı medya, onun deyimiyle.

2004 yılında kaleme aldığı yazının ardından 14 yıl geçti. Medyada neler neler oldu? Tek tek anlatmak uzun sürer ancak basın ciddi ciddi navigasyon duygusunu kaybetti, yönsüzlüğe sürüklendi. Eksenini hepten yitirdi. Duruş belirlemeyi ayakta kalmaktan ibaret saydı.

Bugün medya, hâlâ yediği dayağın etkisiyle yerden kalkamadı. Hatırlarsınız, sıklıkla kullanılan “good old days” terimi yani eski güzel günlerini hatırlayıp iç çekiyor olabilir medya. Ama içini çekenlerin bir kısmı dışarıda kalırken, bir kısmı da haksızca dışarıda bırakıldı.

Hâlbuki AK Parti iktidarından önce medya; koalisyonlar planlar, bakanlar atar azleder, hükümet kurar, hükümet yıkardı. Seçimden kimin nasıl çıkacağı sorusunun cevabı siyaset kulislerinde değil, İstanbul medya çevrelerinde aranırdı. Sonra yeni siyaset, çıkış yolunu anti-medya bir yol izleyerek buldu. O sıralarda sonu hüsranla biten “Troyka” girişimi, medyanın aslında son dizayn teşebbüsüydü. İteleme, başarısızlıkla sonuçlanınca taraflar ebediyen siyasetten silindi.

Aslında bu vesileyle medyanın dizayn etme hastalığı da bitti diyorduk ki, yakın zamanda yine hortladı. Bu kez bütün olarak medyaya mal edemeyiz ama alışkanlıklarını bırakamayanları işaret edebiliriz. Eski gençlik hatıralarıyla maç kazanılmayacağını unutan medyanın bazı isimleri bu kez büyük bir coşkuyla Muharrem İnce’yi cumhurbaşkanı yapmak istedi. Adeta son kozunu oynuyordu medya. Ölmeden önce gelen son iyilik hali gibi düşünün. Yine olmayınca bu kez çürüme hız kazandı.

AK Parti iktidarı tarafından ringe serilen medya, son yumruğunu Muharrem İnce için savursa da kendi darbe almaktan kaçamadı. Ve nakavt edildi.

Bugün gelinen durumda sebebi ne olursa olsun gazeteler birer birer kapanıyor.

Halbuki dizayn etme konusunda oldukça yetkin olan kimileri, bir gecede eski gazetesinin içini boşaltıp şaibeli bir şekilde basına dahil etmişti Vatan Gazetesi’ni. Geçen gün kapandı. Yakında Milliyet de sadece internet yayınına dönecek sanırım. Muhtemelen bazı TV kanalları da kapanış kervanına katılacak.

Yeni medya ise konuşmak-konuşturmak amacını belli kelimelerin izinden giden insanlar üzerinden yapıyor. Onları kitleleştirmeyi daha çok seviyor. Ezberin yükselişe geçtiği toplumları felsefi anlamda yorumlamaya kalkarsak ilginç bir düşünsel devrim olmalı yaşadığımız şu dönem. Çünkü konuşanlara göre nedense ülkede her şey acayip yolunda gidiyor, gariptir her şeyi doğru yapıyoruz ve eşi benzeri bulunmaz enteresan bir milletiz! Bir de şu dış güçler arada dürtmese, ne güzel bizi bize propaganda manyağı yapıyoruz kendimizi işte!

Fakat basın böyle bir devrin altından kalkamazken bataklığa doğru paçalarını sıvayan iş dünyası kendini kurtarabildi mi? Yani daha açık bir soruyla medyaya giren iş adamları yürüdükleri sırat köprüsünden düşmeden geçebilecek mi?

Belki evet belki hayır. Ancak iş dünyası uyanık olmalıdır. Zira medya tarihi Ankara’nın telkiniyle gazete/TV satın aldıktan sonra batmış iş adamları ile dolu.

Asil Nadir, İngiltere’de başarıyı yakalamışken Turgut Özal’ın telkiniyle Günaydın’ı satın aldıktan sonra battı.

Korkmaz Yiğit’in batması Mesut Yılmaz’ın isteğiyle Milliyet’i satın almasından sonraya denk düşüyor.

Karamehmet Grubu’nun yine Ankara’nın hatırıyla satın aldığı Akşam Gazetesi ve TV, medyaca bilinir ve konuşulurdu.

Siyasiler, kendilerine yakın işadamları gidip muhalif gazete ve TV’leri satın alsın ister. Hatta finansman konusunda da yardımcı olabilir.

Fakat rahmetli Güldemir’in analizinde de dediği gibi, bu başarılı işadamlarını aynı zamanda ateşin ağzına atmaktan farklı değil.

Dolayısıyla hep beraber medyamorfozing! Haberiniz olsun.

1 Kasım 2018 Perşembe

ANKARA İDEOLOJİSİ



Değişti mi sahiden?

Ankara; millete değil, devlete hizmet ettiği için hep eleştirildi. İlginçtir ki; değişime Ankara’dan başlamak isteyenlerin hepsi Ankara duvarlarına çarptı. Halbuki Türkiye’yi değiştireceksek bunun yapılması gereken yerdi Ankara!
Koalisyon dönemleri ise kalkınmanın önünü tıkayan ne varsa oralara çarpa çarpa sonunda kendini imha etti. O günün şartlarıyla ve aslında bana sorarsanız günün her şartıyla, yüzde yüz demokrasi olmadan ekonomik kalkınma olamayacağını göremediler, göremiyorlar.
Ankara yine tıkanıyor!
Millete değil, devlete hizmet adına yine öne çıktığı için, her şeyi kural altına almak istediği için, ekonomiden düşünce hayatımıza kadar kontrolü artık hastalıklı hale dönüştürdüğü için…

Türkiye’nin ihtiyacı olan şey, sadece kendinden olanları klonlayan bir sistemi izlemek değil…

Oysa Ankara başka kural duvarlarını yıkarken şimdi kendi kurallarından ördüğü yeni duvarlarına yaslanıyor. O kadar katı ki oradan tam görünemiyor da….
Yeni duvarları sıvayanlar ise demokrasi bir yerden aman sızmasın diye özenle bütün delikleri tıkıyor….

Ankara’da tutuculuk değil onun şekil bulduğu duvarlardan başka bir şey değişmedi….

Büyük projelerin açılışını yaparken kendi eğitimli çocuklarını öteki mahalle diye dışlayan Ankara ideolojisi, demokrasiyi güçte bulamayacağını aksine gücünü demokrasiden alacağını acilen hatırlamalıdır.




01.11.2018

25 Temmuz 2018 Çarşamba

TURKISH İRONİK


Dünya çapında böyle bir bakış açısı yarattık. Her şeyin bize özgü olduğuna dair
sarsılmaz bir inancımız var. İyi anlamda mı? Gelin buraya beraberce bazı notlar bırakalım.

Önce DEMOKRASİYİ ele alalım. Seçimle gelenin sadece seçenleri değil bütünü kucakladığı
bir sistem olması malumunuzken, biat etmeyenlerin hatta itiraz kültüründen gelenlerin
işsiz ve yalnız bırakıldığı bir türü yaratıldı. Özal da kendi zenginlerini ve sanatçılarını
yaratmıştı ancak bana oy vermeyenleri mahalleden geçirtmem demediğiyle kaldı. Damadına
hediye edilen bir Jaguar vardı. Sayfalarca, günlerce haber olmasını hatırlayanlar varsa mesela
demokrasi bu arabanın tartışılmasıydı. İktidarın didik didik sorgulanmasıydı. Araya devrim
niteliğinde olaylar girmedi ama Kenan Evren'in 'bize bol geliyor bu anayasa' söylemi
başkalarının adeta eylemi oldu. Vesayetin yuvası yıkılınca mutluluğu başka bir kadında buldu.
Vefakar demokrasi ana da çocuklarıyla gözü yaşlı halde geride bırakıldığıyla kaldı.
Üstelik vesayet bey tek kuruş nafaka ödemek bir yana, çocuklarını da öyle böyle hırpalamadı!

YETENEK kelimesini düşünüyorum. Ülkede araştırma yapsak ve ölüm dışında neyin mezarlığı olsa diye sorsak!
Yetenek, birincilik bayrağını kimseye kaptırmazdı. Daha kendini gösteremeden birer birer kaybolup gidiyor.
Adeta dinamikler, bizi tüm yeteneklerimizden arındırmak üzere sanki iyiliğimiz için çalışıyor!
Onunla neler yapabileceğini sana göstermek tarzı olmadığından hepsini doğal yollardan eritiyor.
Kimileri ise rotayı yurt dışında kırıyor. Dolayısıyla yetenek bizde ya kaçan ya da işsizlikten kuruyan
iki ucu temsil ediyor.

TORPİL kelimesi aklıma geliyor. Ama burada uzay üssü kurduğumuzu hatırlayıp derin bir oh çekiyorum. İçime
serin sular serpiliyor. Dünyaya çağ atlattığımız bir dalımız var. Nihayet!

İLİŞKİLER meselesi var. Sapık bir adamın, eski karısına kurduğu videolu tuzağı tüm mesaj trafiğine açmasıyla
sanki boyut atladık. Çıta o kadar aşağı düştü ki, evliliğe bu darbeyi toplansa dünyanın tüm bekarları
ve feministleri vuramazdı. Bu vesile ile evlilik kurumunu da içeriden aldığı darbeyle adeta
Truva atı tepti.

DOLAR, sorun sende değil bende! diyen TL'ye karşı ne yapsa olmuyor.

FAİZ, Peyami Safa'nın Fatih Harbiye romanındaki sert ve katı Faiz bey gibi inatçı! Bir türlü
yükselmeye ikna olmuyor ya da yukarı çıkarsa başına geleceklerden korkuyor. Medeniyetler arası
çatışmanın böldüğü ailelerin sembolü gibi...

BAŞARI deyince ülkemizde etçi Nusret'in yıldızı parlıyor. Etobur tarikatında "abi adam başarılı ama ya"
diye kendisini savunan müritleri var. Dünyanın da protein dengesini bozduk. Tuzunu da alıp gitsen keşke!

KADIN VE ERKEK, bu çifti en başta cinsiyetlere bölen zihniyet artık yaşamamasına rağmen eseri ortada!
Tıbbi olanın hayata sirayet ettiği yerde kadınlara da özürlü vatandaş muamelesi yapılıyor.

BABA, Devletli, güçlü ve kapana kıstırdığı çocuklarıyla var oluyor. Kronos'tan beri çocuklarını yutmaya
devam ediyor.

Saymakla bitmeyecek benzer her türlü tanım için bizim geleneğimizdir ya da gerçeğimiz budur, Türkiye böyle
bir ülke diyenler ne yazık ki çoğunlukta. Ama insan gerçekleri duyacak kadar kendisine değer vermeli.
Gerçek her zaman en değerli şeydir. Fakat alışkanlıklarımıza göre biz asla ve katiyen gerçekleri
kucaklayanlardan olamıyoruz. Bir şeylerin değişmesi için kendinden bile başlama cesareti çoğumuzda yok.
Toplumdaki yerini korumak adına elinden giden topluma razı oluyor, geleceğe miras olarak vasatlığı
layık görüyoruz.

Birbirimizi her gün tuhaf fikirlerle zehirliyoruz. En üstün aklın sadece kendinde olduğunu sanan boş
çerçeveleri en güzel vitrinlerde tutuyoruz.

Söylem ve eylem arasına öyle büyük bir uçurum koyuyoruz ki, ne dediysek tersini yapıyoruz. En kötüsü de
korkuyoruz! Genetiğimize işleyen kelle korkusunu bir türlü bırakamıyoruz.





(Şalom Gazetesi, 25/7/2018)