29 Ocak 2019 Salı

ÇIĞLIK


Tarihi bir pasta dilimi gibi dönemlere bölsek öncelikle karşımıza dikilen efsanevi sanat eserleri ile göz göze geliriz. Örneğin, Michelangelo’nun Floransa’dan Roma’ya bakan Davud heykeli. Aslında Medici ailesinin Vatikan’a kalıcı olarak iletmek istediği mesaj; ‘ayağını denk al, her işimize karışma’ şeklindedir. Ve bunu Davud heykeli aracılığıyla söylemeyi tercih ederler. Ailenin, sanata verdiği büyük destek sayesinde Rönesans gibi bir aydınlanma devri yaşanınca haliyle böyle bir güçle, birilerine laf anlatmaya çalışmak zaten abesle iştigal ve basit görünür. Ancak, ortaya heykelimi dikerim gerisine karışmam üslubu maalesef kendini günümüze kadar getirememiştir.
Yoksa bugün düşündüğümüzde Türkiye’de mesela, Koç Ailesi diyelim ki, iktidarla bir sürtüşme içerisine girdi ve konuya ilginç bir sanat eseriyle cevap vermeye niyet etti! Misal yani. Fakat ardından yaşanabilecekler kesinlikle sanata ve sanatçıya dair olmayacağından mesaj da ortada kalırdı. Zaten bir süre sonra ama onlar da böyle yapmamalıydımcılar çıkıp, sanat dediğin gibi tuhaf nutuklar çeker, sonuçta hepimiz sanattan soğurduk. Durumun muhatabı da Michelangelo olsaydı eseriyle beraber ya kaçar ya kendini bir yerden atardı. O vesile sanatın Türkiye’deki karşılığı adeta popüler olan sanılırken aynı zamanda tehlikesiz sular ve gerçekle fazlaca ilişkisi olmayan konular üzerinden döner. Veya ilişkiler sığ bir yerinden tutulur. Ama ilişkilerin o noktaya gelmesine sebep olan gerçekler muhakkak ve hatta sistemli olarak göz ardı edilir. Kültürümüz yüzleşme iklimini sevmez. Soğuk gelir, bünye alışık değildir. Dolayısıyla sanatın sadece ve sadece gerçeği işaret eden kısmı da görmezden gelinir. Zira gerçek içinden geçmekten hoşlanmadığımız Avrasya Tüneli kadar derin ve karanlık da olabilir. Ayrıca bazen geceleri de kapalıdır.

Popüler dediğimiz departman ise eğlence içeren ve gelecekte sanatçıya bile gerek kalmadan algoritmalar tarafından yapılacak başka bir sektör halini almaya başladı. Şimdiden insanların biyokimyası üzerinde etkili olan şarkıların benzerlerini yapay zeka üretebilecek hale geldi. Yani bir anda yüzlerce popüler şarkı sahibi olacaksınız. Hatta size özelleri bile algoritmalar sayesinde önünüze hazır gelecek. Bu durum gerçek sanatçıları mı büyütecek yoksa tamamen ortadan mı kaldıracak bilmiyorum. Ancak algoritma dünyası, gerçeği işaret etmek gibi bir kaygıyla üretim yapmadığından gerçek nedir diye başka kapılar da aralanabilir. Ve muhtemel ki, kişiye özel sunulan gerçeklik yeni dönemin başka türlü bir saçmalığı olabilir. Sonuçta bakmayınca kaybolduğunu sanan alternatif akımlar, onun orada durmaya devam ettiğini görmek istemez. Bu akım, düşününce zengin olacağını vaat ettiğinden, sen fakirlere bakarsan bir nevi uçurumdan yuvarlanırsın.

Yine de bu kadar veriye rağmen sokaklarda mutluluktan coşan insanlar görememek üzücü hale geliyor. Sanki her geçen gün insanlar birbirlerine daha gergin, tahammülsüz ve daha sevgisiz davranıyor. Bunun neden ve nasılı ile elbette ilgileniyorum ama durumu sanatın damarlarından nasıl anlatabilirim sorusu benim açımdan daha nitelikli bir hale geliyor. Beni üretime sürüklüyor, teşvik ediyor...

Henüz halimizi simgeleyen bir sanat eseri görmüş değilim. Dolayısıyla bu çağın belki de en büyük ikonu akıllı bir telefon olabilir. Ayrıca heykelini istedikleri yere dikebilirler zira herkes şu ara kendisine fazlaca tapıyor.

Teknoloji sayesinde, farkında olmadan yeteneklerinden ve becerilerinden hızla uzaklaşan insanın elinde kalan ise içsel dünyasında yaşadığı karmaşa ve kendisiyle kopardığı bağı tekrar kuramamak oluyor. Gerginlik, stres, kavgalar, şiddet, tartışmalar, anlamsızlık çukuru, hızla geçen zaman, yüzeysel ilişkiler de üstüne gelince pencereden baktığınız manzara görünüyor. Kendinizi onlardan biri olarak saymıyorsunuz belki ama sokağa çıktığınız andan itibaren tam da onlardan birisiniz. Ve hepimiz bir süredir sebeplerini başka şeyler de arasak da birbirimize duyulmayan ama aynı türden içsel çığlıklar atıyoruz.

İçinden geçtiğimiz çağı en iyi anlatan resimdir, Çığlık.

Norveçli ressam Edward Munch’un 1895 yılında yaptığı Çığlık isimli tablosu dünyanın en pahalı eserlerinden birisi olmasının yanında ressama yaşattığı olağanüstü duygularla da hatırlanır. Olağan bir günün aniden sıra dışı hale dönmesi, gök yüzünün aniden kızarması, tuhaf bir uğultunun duyulmasıyla durumu tamamen doğanın çığlığı olarak algılar ressam. Sonrasında ise hissettiği derin korkuyu resme döker. Ona göre korku sadece insana ait olan değil, doğanın da yerden göğe kadar yaşadığı bir andır ve Munch buna şahittir. Doğa ile bir olan sanatçı için aslında müthiş bir gerçeği açığa çıkarmıştır. Duygular sadece insana ait değildir, doğanın ve başka türlerin bunu ifade etme biçimi tamamen algılar ötesi olabilir.

İçsel çığlıklarınızı duymanız dileğiyle…

2 Ocak 2019 Çarşamba

Körleşmek ve Aşırı Niteliksiz Şeyler


Böyle bir manifesto yazmak istese insan önce körleşmenin toplumsal anlamı ve uzantısını incelerdi. Sonra neden şeylerin durup dururken niteliksiz diye tanımlandıkları üzerine düşünürdü. En kötü birilerine sorar, işin içinden çıkabilmek adına başka bilgi ve fikirler arasında bir yerlere demirlerdi zihnini.

Eğer Türkiye’de yaşamasaydı!

Artık ülke ikliminden kaynaklanmadığına emin olduğum sürece göre ise tarif ettiğim niteliksiz şeyler bile mumla aranır hale geldi. Ey Vasatizm diye bir yazı yazmıştım.
Çünkü vasatlık en azından “ama neden öyle” gibi bir soruyu masaya koyuyordu. Hiç değilse arada “emin misin” diyen ikilemleri vardı. İşin bir yönüyle kendi içinde bir “namusu” vardı. Vardı da vardı. Size zaman tünelinden bir örnek vereyim.
Akşam ana haberleri sayesinde başını Reha Muhtar’ın çektiği vasat anlayışın, “acı var mı acı” şeklinde yönelttiği soruyla standardı düşen habercilik değil, Reha Muhtar’ın kendisi olurdu. Bunu bilinçli olarak yaptığından, kendini tv’de var edebilmesi için, ilk önce harcaması gerektiğini gayet iyi biliyordu. Ve bozdura bozdura harcadı kendini. Harcadıklarını sonunda şöhret ve reyting olarak topladı. Sayesinde her akşam izlenen travesti kavgaları tuhaf boyutlar kazandı. Ama ilginç bir şekilde iyi yanı toplumda travestileri görünür yaptı. Üstelik ana haberde. Yani vasatlığın kendi normları içinde itilip çekilebilen esnek yanları da vardı.
Yeter ki kuralına göre oyna! Savunduğumdan değil ama vasatlık, sistemin içinde biraz aklı çalışan birinin hızlıca yükselmesine imkan veriyordu. Vasatizme dokunmadığın sürece sivrilebilirdin. Farklı olduğunda yukarı geçiş vizesi kolay alınırdı.
Sonra başka dengeler geldi, devran döndü. Tüm izinler ve vizeler iptal edilmekle kalmadı pasaportlar da toplandı.
Yeni çizgiler çekildi, sınırlar değişti. Vasatlığa bırak dokunmayı selam veremez hale gelindi. Çünkü biri çıkıp “bunlar bize çıplak olduğumuzu söylüyor oysa biz giyinmeyi sevmiyoruz” dedi. Yani tam böyle demedi de, siz anladınız işte!
Yeni seviye olan bayağılık tüm geçmişi aranır hale getirdi.
Çünkü başka duruşlar dikiliyor karşımızda artık. Mesela dolduruşla harekete geçen, sorgulamayan, baksa da görmeyen, sığ ve söylenene/ gösterilene körü körüne inanan…
Ve daha bir sürü şey!
Yine de mesele kör olmak ve niteliksiz şeyler değil, mesele uykuda kalmak için dev bir direniş olması!

*********

HEDONİK FEDAKARLIK TARİFİ

Halk arasında “aman rahatım bozulmasın, çimde oturayım ama kıçımı karınca ısırmasın” güdümüyle sergilenen duruş biçimi. En işgal edeni olmasına rağmen rahatlık alanını terk etmemek uğruna nefes alıyor sanki. Başka da bir şey yaptığı yok çünkü. Farkındalık ezberden. Herkesin söylediği şeyleri onlar da söylüyor. Kişi, buna da şükür deyip hayatını bir gün daha eksiltiyor. Sonuçta beterin beteri var gibi köklü bir inanç sistemiyle donatılmış. Haliyle isyanını da doya doya yaşayamıyor. Hissettiği de meçhul. Annem bizden daha fedakardı, bizim için canını dişine taktı gibi geçmişe dönük minnetleri var. Ama sorsan geçen bayramı bilmem nerde geçirmiştir. Olsun, insan hayatıdır elbette çelişki dolu olacak diyorsun ama yine bir yerde ayar tutmuyor. Fedakarlık idealleştiğinde egolar tavan yapıyor. Arkadaşlıklar konteks ve bağlam içeriyor. Kiminle anlaştığın değil de hangi bağlamda kendini gördüğün önemli. O resim içinden sana bakıldığında sen de onlarda biri olmalısın nihayetinde. Kendini kendinle değil de çevrenle konumla!
Zaten kimileri genelde kocalarını/karılarını olduğu gibi kabul etme “fedakarlığı” karşılığında toplumdaki dul statüsüne “düşmüyor.” Kabul edilmenin getirdiği “evlilik locası” ve aile toplumundaki konforu onun zaten varoluşu.

Günün sonunda “kurumsal ailecilik” gibi bir şeyler çıkıyor ortaya. Hedonik Fedakarlık ise kendiyle yakınlık kuramayan insanların başkalarıyla beraber tutundukları yegane dal oluyor.