22 Ekim 2019 Salı

"Devekuşlarıyla" Koşan Kadınlar



Kitabın orijinal adı Kurtlarla Koşan Kadınlar. Sadece dünyada değil Türkiye’de de baskı üzerine baskı yaptı. Kadınların içsel karmaşasını bütünleyerek sağlam bir varoluşa dönüştürmeyi arzulayan yegane bir hizmet bana sorarsanız. O kadar şahane bir kitap ki geç tanıştığım halde bazı yerlerini yeniden ve defalarca okudum. Bilinç altına ve bilinç dışına ulaştığı yöntemi buradan paylaşmayacağım lakin amacına ulaştığı konusunda şüpheniz olmasın.
Neden Kurtlar?
İnsana en yakın davranış kalıpları ve içgüdüsel benzerlikler gösteren güçlü bir simge. Simgesel anlatımı çok yüksek.
Benim başlığım neden devekuşlarıyla koşan kadınlar?
Çünkü Türkiye’de kadınların tam olarak yaşadığı bu. Devekuşu attan daha hızlı koşar. Ayrıca erkek devekuşu bir aslan gibi kükrer. Gel gör ki; bizim efsanemizde de devekuşu, bir tehlikeyle karşılaştığı zaman düşmanını görmemek için başını kuma gömer. Yani bizim yolculuğumuz bu mantıkla devekuşlarıyla yapılmakta.
Fakat ben yine de bize özgü hikayelerle durumu biraz daha deforme etmek istiyorum.
Türkiye özelinde kurtlardan ziyade, mesela ayılarla koşan kadınlar hatta ayılardan son hızla koşan yine de kendisini kurtaramayan kadınlar var. Her gün şiddetin türlüsünü yaşıyorlar. Sadece fiziki değil psikolojik şiddet de vahim durumda ve kadınlık adına ağır bir trajedi yaşanıyor. Kadın tanımını nerden tutarsanız tutun; ne cinsiyet, ne duygusu ne de varlığıyla tam olarak bilinç ilişkisine geçilmiş değil ülkemizde. Erkeklerimiz anneleri dışında kızları dahil kadını nereye koysun hakikaten şaşırıyorlar. Emin olun bunu en eğitimlisinden en eğitimsizine kadar size ispatlarım. Gözlemledim ciddi ciddi üşenmeden izledim. Eğitimlisi de eğitimsizi de kendine bir kız babası modeli bulmaktan öteye gidemiyor. Mahalleden ya da bir yerden. Hangi çevredeyse koşullar biraz da ona göre değişiyor.
Meseleyi basitleştirmekten yana değilim ama gerçeği bugünlük Borges ya da Marquez gibi büyülü olarak sunamayacağım. Kimse çarşafların ucuna tutunarak gökyüzüne yükselemedi henüz. Hala saçlarımızın altında taşıdığımız zihin ve onun köküne inen inançlarla besleniyoruz, hareket ediyoruz ve konuşuyoruz. Demek istiyorum ki; şartlar seni hala güncellemiyor. Farkında mısın?

Daha ötesinde iş dünyasını düşünelim. Bazı erkeklerin kurtlar kadar aç davranıp kadınlara açmadıkları alanları bizzat deneyimlediğinden yazıyorum. Belki yazıla yazıla ihtimalen de olsa gelecekte yapılmaz umudum hala var. Onu naif ve çıkıntı durmayı göze alan bir romancı gibi hala besliyorum.
Ülkemdeki gazetecilik biçimini ve gazetecileri gördükçe kendime gazeteci demekten çoktan vazgeçmiş bir bireyim. Buradaki birey kelimesinin altını çizmek istiyorum. Çünkü gerçekten bir birey olarak çaba vermenin yanındayım. Türkiye’deki gazetecilik ise ana akımda erkek cenahı birbirlerinin paçasını tutarak yapılıyor. Kadınlar bu konuda kesinlikle daha bireysel. Akla ilk gelen örnek; Ayşe Arman kendi röportajlarını, kendi işlerini, hayatını ortaya döktüğü bir model koyuyor ortaya. Tartışırsınız, seversiniz sevmezsiniz fark etmez. O neyse onu ortaya koyuyor. Kendi paçasını tuta tuta ilerliyor.
Erkek tarafı diye ayırmak gerçekten zoruma gidiyor, hoş değil. Hele benim gibi hayata cinsiyetsiz bakan biri için inanın daha gıcık bir durum. Ancak başka türlü anlatmak da kolay değil. Bir dolu köşe yazarı düşünün ya da gazeteci, isim vermeyeceğim. Arasında şuan işlerinden uzaklaştırılanlar da olsun. Hepsi yine birbirinin paçasına tutunarak geziyor. Hiçbirinin bağımsız tek başına yaptığı bir iş yok. Aralarından çıkan yeni jenerasyon var ama ilginçtir o da paçasını ufaktan kaptırıyor. Tuhaf tuhaf isimlerler gruplar halinde, 80’lerin komşuculuk ve mahalleden arkadaşlar zihniyetiyle duruyor. Küçük kollektif mahallelerinde yaşıyor hepsi erkek gazetecilerin. Oradan ayrılanı kurt kapar diye herhalde. Dolayısıyla kurtlarla koşmuyor bizim kadınlarımız, buralarda başka simgeler var. İşe yarasa hiç sorun değil ama faydasız bir kolektivizm.

Kendi kadın mesai arkadaşlarının getirdiği işi ham diye yutup, üstüne bir de “sunucu ile ortak mı olunur” diye ortada dolaşan sonra da ekranda kadın hakları savunuculuğu yapan gazeteciler de var. Kendi bahçesindeki zehirli otlardan tekini bile yolmadığı gibi otoritenin zehirli otlarına kafayı takmış. Peki arkadaşım otoritenin hatasını söyle elbette ama senin inandırıcılığını nereye koyalım? Senin öncelikle kendini ve kadınları aldatmanı, aç gözlülüğünü, işin üstüne yatmanı ve emeği yok saymanı biz nereye koyalım?
Bu noktada da hayat devreye giriyor. Görüyorsunuz zaten basın adına öyle bir kara bir dönemden geçiyoruz ki, çoğu gazeteci işsiz kalmasının yanı sıra insanlık sınavından da kalıyor.
Fikirlerini korumaya çalıştığı yerde, asıl duruşunu koruyamayan insanların, bana göre bu ülkede söyleyecek mühim sözleri yoktur. Olsa da zaten bir yere ulaşmaz.

Türkiye’nin matbuat tarihinin değişmesi için birkaç jenerasyon ötesinde öncelikle bilinç değişimi şart. Mevcut ve yeniye, kendinden farklıya izin vermeyen, sadece onların işaret ettikleri otorite değil aynı zamanda şikayet sahiplerinin bizzat kendisidir.
Bir de zamanında iktidarın yanındayken orayı burayı arayıp ona/buna iş vermeyin diyen adamların şimdi kendilerine üstelik eski arkadaşları tarafından aynısı yapıldığında, “adaletsizlik bu” diye çıkışmalarını ayrıca komedi filmi olarak mı izlesem henüz karar veremedim.
Gerçekten gazeteci erkek grubu arkadaşlara toptan şunu sormak istiyorum. Tek sorunca üzerlerine alınmıyorlar kolektif hareket ettikleri için. Acaba ne zaman yetişkin bilincine geçersiniz? Haber edin.
Sevgiler.















15 Ekim 2019 Salı

"Purolu Adamlar" Miti

Aslında tanım bana ait değil, hakkını yemiyim Adriana Lima ile olan birlikteliğine atfen ilginç bir tespitti. Kendisinin kazandığını purolu adamların kaybettiğini söylemişti Metin Hara... Ya da öyle anladık. En güzel kız ‘yatırımcılar’ locasından yaratıcılar locasına geçiş yapmıştı. Bunu sınıf değiştirmek şeklinde yorumlamak çok ilginç olmayabilir ama kesinlikle değişik bir profil arzusu vardı Lima'nın seçiminde.
Kızlar arasında konuşulur, eğer birlikte olduğu adamlardan memnun olmayan ama hep de aynı tipte ısrar edenlere “artık cast mı değiştirsen” şeklinde biraz da sarkastik bir şekilde önerilir. Aynı adamlarla aynı şeyleri üstelik aynı şartlarda yaşamaya devam edilmesin diye... Neyse burada önce purolu adam tipolojisini açmak istiyorum. Tabi kendi içinde içtikleri purolara göre apayrı sonuçlar çıkarmak mümkün ama çok detaya girmek gerekli değil...

Bizde bir nevi zenginlik ya da güç sembolü haline dönen puro gariptir Freud için meditasyon gibi kendi başına kaldığı özel bir deneyimdi. Kaldı ki Freud’u düşününce insanın aklına önce içimize bastırdığımız arzulu duygular geliyorsa. O zaman puro içen adamlar libido sembolü mü olmak ister? Yahut bu tüten dumanın altında iyi sevişen bir adam duruyor mesajı mı var?

Sonuç olarak onların da bir anlamda talep görmesinin bu derece puro ısrarının ayrıca sebepleri olması lazım.

Etrafımda gözlemlediğim birkaç tipten bahsedebilirim. Kimi gerçekten puro ve şarap, viski birlikteliğini bir zevk olarak şahane harmanlıyor. Onların yanında kimilerinin puro olası bile gelir. Beni de bu kadar zevkle hayatına katar mı merakı gibi... Tutkuları, zevkleri olan adam niteliklidir nihayetinde bakın açısıyla... Hatta taraftar olduğu takıma güç üzerinden değil tutkuyla bağlıysa yine şahanedir. Bir kadına da tutkuyla bağlanabilir. En azından bir yerde becermiştir. Ama güç üzerinden bir bağlılık ya da bağımlılık kurmuş yahut aidiyet yaratmışsa "adamdan" hayır beklemek yanlış olur. Başka evi de yuvası da yoktur. Güç onun ana vatanıdır.

Diğer profil ise varlık elde eder etmez puronun dumanıyla gezer. Ne yaptığından zerre haberi olmadığı gibi desinler kısmı onun için hayati önemlidir. Öte yandan pek de varlıklı olmayıp puroya dadananlara statü heveslisi diyebiliriz. Ya da iyi anlamda henüz gitmediği yere ulaşmanın provasını yapıyordur. Ama bu puroya kocaman bir saatin de eşlik etmesi şart mıdır? Sanmam. En basitinden kendini bilmek saat ve purodan değil de madem bir işe kalkıştın arkadaş o zaman o pantolonla ayakkabı nedir diyen bir çevreye de sahip olmayı gerektirir.

Neticede hayali purolar birliği bunu gerektirir. Mit böyle der.

Ama bu kez de ortada tutkuyla içilen puro değil arzulanan hayaller vardır.

"Purolu adamların" kaçı puroyu neden içtiğini bilmek bir yana bunu düşünmüş olabilir mi?

Sanırım özentisiz yani bağımsız bir puro içiminden bahsetmek buralarda zor.

Bir dakika tam bu noktada Adriana Lima, Hara ile ayrılmadan önce annelerinin terbiye edemediği adamları büyütmek sizin işiniz değil kadınlar gibi bir şeyler yazmıştı Instagram’a. Konuya Freud'dan değil Jung'dan girişmişti. Çünkü Freud'a göre baba, Jung'a göre ise anneden kaynaklanır sorunlarımız!
Hazır olun ağır bir soru geliyor. Bir anlamda purolu ya da purosuz, Türk erkeklerinin anne kompleksi yaygın mıdır? Daha ötesinde bir şeyleri bastırmak adına purolarını emzik olarak kullanıyor olabilirler mi? İstisnaların hakkını yemeyelim. Ama uluorta her yerde puro içmek bir güç simgesiyse bilinç dışı emziği çoktan icat etmiş demek.

Alışkanlığımız olan tüm şeyler onlarla kurduğumuz anlama göre bizi tanımlar. Hepsi başka bir duygumuzu ve ihtiyacımızı yansıtır. Acısını bastırmak için içen, zevkle içen veya hüzünlendiğinde içen gibi farkında olmadığımız bir anımıza denk gelmiştir bu seçim. O vesile neden ve hangi sebeple puro içtiğimizi bilmek belki de Metin Hara’nın tanımlamasına da denk geliyordur. Tanımlayarak purolu adamlar diye örtülü şekliyle işaret ettiği ‘sığ adamlar’ diye yaftalanılan o alandan çıkışı sağlar birçoğu için. Belki...

Fakat günün sonunda zaten kaybeden ve kazanan olarak bakıyorsak içen de içmeyen de aynı ‘kaderi’ deneyimler.




Not: Yazarın ana vatanı fikirler ve 360 derece bakabilmek olduğundan, puro içen ya da içmeyenle değil sadece anlamla ilgilidir.

2 Ekim 2019 Çarşamba

Ergen Seks...

Ahlakçı bir yerden yaklaşmam söz konusu değil. Zaten doğru ve yanlış kalıplarını derinlikli ve nitelikli bir anlayıştan saymıyorum. Zaman bir anda tüm doğruların üstünü çizdiği gibi yanlışları da göklere çıkarabilir. Çok örneği var. Önce hain sonra kahraman olanlar, gidenin arkasından gözyaşını sel yapanlar. Hatta bu topraklarda nedense en iyi insanın da yaşayanlardan olmaması meselemiz var. Hepsi bir yana deneyimin biricikliği ile ilgileniyorum. Kendimizi bozdura bozdura harcamamızı düşünüyorum. Her konuda ama! Saatlerce düşündüğün adam ya da kadın, günlerce kahrolduğun iş, yetmeyen gerekçelerin her neyse...

Hayat hepsinin üstesinden gelmek ve içinden geçmekte ilgili. Bundan zerre şüphe duymuyorum. Sadece bazı durumları anlamlandırmanın ötesindeyim.

Konu genç jenerasyon...

Artık ergen yaşlarda cinsel hayata merhaba diyorlar. Annelerden dinliyorum. Sahi o kadar erken mi? İlk tepkim istemsizce oluyor. Otomatik ve tepkisel davranmak istemediğim, çeşitli kalıplardan bakmak istemediğim için bence şöyle diye bir yorum kondurmak hiç istemiyorum. Fakat içime bir kıymık battı batıyor sanki kıyamadım. Cinselliği şeytanlaştırdığımdan değil aksine çok özgür şahane bir deneyim. Ruhla olursa insanı yeryüzünden sürükler. Ancak duyduklarım karşısında ilk önce bir yutkunuyorum. Anlatan velilerin çaresizliği gözlerine yerleşmiş. Hepsi ayakları üzerinde duran sağlam çocuklar yetiştirmek istiyorlar, kontrol delisi olmanın derdinde değiller yine de hep işte bir ama takılıyor herkesin dilinin ucuna, en sessizin bile boğazında bir ama var yutkunamıyor.

Çocuğum yok bilmiyorum. Olsa ne derim onu da kestiremiyorum. Şimdiki gibi mantıklı gerekçeler üzerinden mi yürürüm yoksa deli deli tepkilerim mi olur yaşamadan bilemem.

Herkes açısından 360 derece düşünsem de o ‘ama’yı zihnimden kovamıyorum.

Muhtemelen erken denen tanıma göre şartlanma sahibiyim.

Benim baktığım yerden yargılar içinde görüyor da olabilirim. Yine de onların da ‘ama’ları var. Fakat bir vücutta gezinen eller sadece sayı değil ki...

Yoksa sayılar hümanistçe başka bir şey mi söylüyor? Kararsızım. Benim jenerasyon kodlarımda ruha işleyen her şey var ellerde. İki insanın bir olması, kendi kader planlarını birbirlerine aktarması. Dokunmanın ötesinde artık ebedi tanışıklığa ulaşmaları ve daha niceleri var…

Konuya, “Genç yaştaki kızların/erkeklerin cinsel ilişkiye girmeleri normal mi?” gibi bir yerden bakmıyorum, bakamıyorum. Normal ne ki? Kim normal? Kime göre? Çoğunluk kurbanları olunca normal, kafanı kaldırınca zaten geçimsiz veya anormal ya da asi diye yapıştırıyorlar başka başka tanımları…

Ben sıfatların da ötesine geçerek başka bir şeye daha bakıyorum. Mesela dinledikleri müziğin türü bir ipucu daha veriyor.

Çok hümanistler. Mero dinleyen gençler, “Bana sana bir şey olabilir” diye zihnilerinin derinliklerine kazıyorlar. Taşıdıkları anlayışa bakar mısınız? Oysa kaç jenerasyon “Sana bir şey olmaz” diye büyütülerek kimseyle ve birbiriyle bağ kuramadı. Yeniler bağ kuruyorlar. Hem de gerçekle bağ kuruyorlar. Otorite zerre umurlarında değil. Çünkü otoriteryen değiller. Önceki kuşaklar gibi otoriteyi yenme eğilimleri, akımları falan da yok zaten bildikleri, geldikleri gibiler. O yüzden de bu jenerasyonu kendi bildiğimiz doğrularla yetiştiremeyiz. Aksine onlar bizi yetiştiriyor. Eğer görürseniz. En basiti Birleşmiş Milletler’deki genç kızın sosyal medyada dolaşan konuşması. Siz kimsiniz diyor başka kelimelerle! Ve ne doğru. Gerçekten kimiz ki? Kendi açımdan, bizden önceki jenerasyonlar kendilerini bu dünyanın sahibi sana sana öldü ve ölüyor. Her doğruyu onlar biliyordu.

O yüzden ne seviştiler ne de sevdiler insan gibi!

Şimdi ise yeni kuşak cinselliği de çok doğal bir yerden görüp hayatı içine alıyor.

Cinsellik dediğin Neale Donald Walsch’ın tanımıyla “sinerjik enerjinin karşılıklı sunumu.”

Sende ne varsa ona, onda ne varsa sana akması demek. En eskilerin tabiriyle bıçak bıçağa değmeden bilenmiyor haliyle bir olmak demek.

Ve hallerden hallere geçiş demek...

Yeni jenerasyonu kendi hallerimizle ve kelimelerimizle anlamak yerine onlara alan açmak ve onların deneyimlerini gözlemlemekten yanayım. Müdahaleyi insana yakıştıramadığımdan otoriteryen tavrı önce evde sonra da sokakta bırakmanın öncüsüyüm.


(Not: yazıdaki jenerasyonun üst yaş sınırı 19)