28 Ocak 2011 Cuma

BU GAZLA!!!

Bizim yollarımız daha doğarken ayrılmış. Sonra birleşir mi?
En derin yarığı aramıza devlet atmış. Renklere ayırmış.
Devlet eliyle adı nüfus cüzdanı konmuş hadisenin.
Hikaye pembelerle maviler arasında geçer olmuş. Pembe mavi savaşlarımız doğmuş bitmeyen!
Anlayacağınız; kadın erkek ayrımının ‘sertifikası’ daha doğarken rengarenk yazılmış.
***
Sene 2004.. Taksim’de dünya kadınlar günü kutlanıyor.
Kadınlar yürümek istiyorlar. Haksızlıkları dile getirmek, seslerini duyurmak amaçları.
Ne mi oluyor?
Verin gazı!
Ülkenin yürüyemeyen kadınları oluyorlar!
Herkes geldiğine bin pişman gazlanıyor koca gün.
Aşağı gitse kabahat, yukarı çıksa kabahat oluyor. Sağdan sola, soldan sağa demeden basıyorlar gazı.
Aradan seneler geçti. Yıllar sonra biz kadınlara önem veriyoruz demenin iki simgesi oldu. İki Tüsiad başkanı üst üste kadın oldu.

Sene 2010
Ayşe Paşalı, Çağla Arin’lerimiz oldu.. Sevmenin bir tek erkeğe kutsal sayıldığı hikayelerimiz eklendi peşine!
Seviyorum dediler. Vurmak, öldürmek ‘mübah’ oldu sanki. Serbest Bölge var seviyorum diyen erkeklere!
***
Bir de Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanımız var.
Bakıyor öyle uzaktan.
Arada canlı yayınlara çıkıyor. Bin tembih bu soruyu sormayın yoksa kötü olur diye! O da kolayını bulmuş katillere psikopat diyor, dünyada bir tek bizde olmuyor diyor.. diyor da diyor.

***
Sene 2011
Yer: Samsun. İsmi Kübra K. boşandığı eşi bir üniversitede yardımcı doçent doktor Erol K.
Kübra’nın boğazını kesip 17 yerinden bıçakladı. Polisler son anda kapıyı kırarak zor elinden aldılar kadını ve annesini. Erol K.’nin davası devam ediyor.
Yer: Diyarbakır. İsmi İpek Tekin. Eşini terk edip başka bir erkekle kaçtığı ileri sürülüp aile meclisince hakkında infaz kararı alındı.
Kocası Kadri Tekin acımadan başından vurdu.
Kardı Tekin’in soruşturması sürüyor.
Yer: Iğdır. İsmi Vesile Dündar. 5 çocuğu var. 18 yıl evli kalmış Ahmet Dündar’la. Artık gördüğü dayağa şiddete, eziyete dayanamayıp boşanıyor. Mahkeme kapısından sokak kapısına açılıyor yeni hayatı. Çünkü kocası Ahmet Dündar, kapıya koyuyor 18 yıllık eşini. Yetmiyor çocuklarıyla başladığı yeni hayatında bu kez de öldürülmekten korkuyorlar. Sokağa adımlarını atamaz haldeler.
Ahmet Dündar hakkında herhangi bir soruşturma ya da aşka bir şey
yok.
***
Dünya Ekonomik forumu tarafından her yıl yayınlanan kadın erkek eşitliği karnesiyle Türkiye 134 ülke içinde sondan dokuzuncu!
Ekonomik büyüklüğü ile dünyada 16. sırada olan Türkiye'de kadınların ekonomiye katılımında ise sondan dördüncü!
Haklısınız. Türkiye kadın hakları konusunda çok ilerlerdi!
Gazdan- dayak ve cinayetlere kadar ilerleyen, şiddetin dozunun arttığı bir ilerleme var.
Kalkın yürüyelim deseniz gazlayanları var!
Bu gazla daha çok ilerleyen haklarımız var!

26 Ocak 2011 Çarşamba

ENDİŞELİ VOTKA

Çok sevdiğim bir dostum ‘insanın kaderi ülkesiyle aynıdır’ der arada.
Ne yalan söyliyeyim hem sevinesim hem de dertlenesim gelir bu söze. Okyanuslardan geçerken sevinip derelerde boğulurken, bu kadere baş kaldırasım gelir. İsyan edip yollara atasım gelir kendimi.
Bazen de gülmekten tepkisiz kaldığım olur. Üstüne söylenecek ne kalır ki!
Varın siz deyin.
''Hayat sadece seks ve içkiden ibaret değildir''.
Yani?
''Ortak payda muhafazakarlık".
Eeee? Ne alaka?
Nerden çıktı şimdi bu hayatın özü mü soruldu, ne oldu?
Yok!
İçkiye erişimin zorlaştıran düzenlemeler tartışılırken hep beraber hayatın anlamını aramaya başladık.

Dost meclisinde biri dese ki; `arkadaşlar hayat seks ve içkiden ibaret` değil. Herhalde bir sorunu var diye bakıp tekrar muhabbete döneriz.
Aradığını bulamamış, hala mesaj kaygısı peşinde deriz.
Kadehlerimize bakıp aynı masada kendisi portakal suyu içerken söylüyorsa;
hop deriz! Bir dur hele karışma, işine bak deriz.
Deriz de deriz.!
Ama iş siyasetten çıkınca demekle bitmiyor.
Haliyle düşüveriyor aklıma acaba içki olsam nerden siyasete girerdim?.
Mesela;
Ben viski olsam siyasete, Tusiad koridorlarından ya da Papermoon`dan girerdim.
Ben şarap olsam siyasete, Bedri Baykam`ın sergi açılışlarından ya da yeni açılan güzide Cipriani boylarından girerdim.
Ben rakı olsam siyasete, Yakup`un meyhanesinden ya da kumkapı dolaylarından atılırdım.
Ben bira olsam siyasete, rock barlardan başlar Beyoğlu sokaklarından çıkardım.
Ben votka olsam tartışmalardan sonra anavatanım Rusya'ya kaçar, daha da gelmezdim!
Madem İçki de siyasete girmiş. Siyasi duruş edinmiş kendine.
Heeeeyt verin bir siyaset oradan. Votkası az olsun ama çarpmasın.

Soruyorum. Peki içki içen siyasi ya da siyasete kadeh kaldırıyor da içmeyen indiriyor mu?
Cevap; maalesef oluyor.
Bir metafor daha mı diyorum? cevap değişmiyor. Endişeli sessizlik.
İçki içmek de bir metafora dönüşmüş anlayacağınız.
Daha ilginç bir yanıt var. Muhafazakarlık meselesi dönemselmiş. Yani öyle mevsimsel moda gibi bir şey gelip geçebiliyormuş!
Bir sabah uyanıp 'ben artık muhafazakarım' mı diyorsunuz hiç anlaşılmıyor!
***
Son günlerde elimizi neye atsak yapışır kalır oldu. Aslında sen onu demek istedin, aslında onu yapmak istedinlerin peşine düştük biz.
Ağzımız yok söyleyemiyoruz ya! Yüreğimiz de kurumuş sanki çıkaramıyoruz ya!
Direk geçişler uymuyormuş gibi yan yolları 'kullanıyoruz' biz.
Öyle bir dönem şimdi.!
Yani içerseniz bir tarafa karşı gibisiniz içmezseniz de bir tarafa yancı gibi oluyorsunuz!
Hem içer hem içmezseniz tartışma konusu bile değilsiniz!!

19 Ocak 2011 Çarşamba

Başbakan nasıl geri adım attı?

-Doktor bu ne?
-Aman başbakanım bütün kulüp, başkan özür üstüne özür diledi. Ne olur büyüklük sizde kalsın. Affedin.
-Kulübe maal etmeyiz ama siz de bu işin peşini bırakmayın.
-Aman başbakanım bırakır mıyız? Almayız içeri hiç birini olur biter. Biz stadı kendimize yaptık zaten, taraftarın ne işi var!

GS camiasından başbakanın da sevdiği isim Dr. Sinan Kılıç, ıslıklı cumartesi gecesinin ardından- yağışlı pazar günü soluğu başbakanın Üsküdar’daki evinde aldı. GS yönetimi apar topar gönderdi, doktoru. Yeter ki tansiyon bir an önce düşsün.
Benzer bir görüşmeye de imzasını atarak başbakanı ikna etti.
Sonuç: ‘Suçlu taraftar’!
Başka bir taraf çıktı bu kez!
***

Yıl 2010..
Galatasaray’ın ne stadı, ne de tartışması bitti.
Sonunda başbakanın devreye girmesiyle Toki noktayı koydu.
Stat apar topar ortaya çıktı.
GS, İl Spor Müdürlüğü’ne Ali Sami Yen’de ki ‘üst kullanım hakkını’ devretti.
Geriye bir tek açılış günü kaldı.
Yıl 2011..
GS, sponsorluk anlaşmasıyla stadın adını ‘Türk Telekom Arena’ olarak duyurdu.

Ve 15 Ocak 2011..
Stadı resmen daha teslim bile almayan Galatasaray, nikah kıymadığı ‘düğünü’ yaptı.
Protestolar başlayınca, Toki Başkanı ayaklandı.
‘Oğlana kat verdik, kız verdik, dayayıp döşedik yine de yaranamadık’ telinden çalınca ortalık iyice karıştı.
***

17 Ocak 2011..
İl Spor Müdürü, Galatasaray Kulübü’nü arayıp ‘siz stadın adını ne Türk Telekom ne de başka bir şey koyamazsınız’ deyince Galatasaray yönetimi dizi halinde sürdürdüğü özürlerin dozunu arttırdı.
Sponsorluk anlaşması da tehlikeye girince kulüp alttan aldı ‘stadı henüz devralmadıklarını Toki’yle konuşmaları gerektiğini’ söyleyip top çevirdi.
Ne mi olacak?
Başta da söyledim. ‘Suçlu taraftar’ ilan edildi.
Galatasaray’ın ne Toki, ne hükümet, ne de herhangi bir devlet kurumuyla arasını bozma lüksü yok.
Hatta bu aralar herhangi bir muhtarlıkla bile kavga edemezler!
Yoksa bırakın stadı sponsoru, Ali Sami Yen’i bile bulamazlar!
Bürokrasi daha ilk iş günü gösterdi bunu! Sponsorluk anlaşmasını sorgulayarak başladı mesaiye.
Galatasaray Yönetim’inden bir tanıdığım anlattı bu telefonu.
***
Yıllardır ekonomik sıkıntılardan beli büküldü. Bugün ne bel kaldı ne boyun. Çoktan kaptırdı kendini.
Aslında devlet eliyle ‘el kondu’ Galatasaray’a.
O kadar borca dayanamadılar. Yasa-kasa dinlemeden, etiği-kütüğü kalmadan giriştiler ne varsa.
Elini veren GS’da ne kol kaldı ne kendi!

17 Ocak 2011 Pazartesi

''Muhteşem Düğün''

GS'nin Ali Sami Yen'e veda golü : eski bir Fenerbahçeli'den..
Stadın açılış reklamı : bir Fenerbahçeli'den..
Stadı bitiren (aslında yaptıran): bir Fenerbahçeli...
Böyle devam etmek daha ilginç olabilir. Ama Adnan Polat'ın ifadeleriyle
'düğün gecesi'nden gerdeğe uzanamayan ve 'leke düşürülen'
o gece- acaba bir düğünde yaşansa ne olurdu?
Yarım mı kalırdı her şey?

Diyelim ki evleniyorum.. Olmaz ama hadi oldu ya!
Babam da dedi ki; 'al sana Dolmabahçe Sarayı. 1000 kişilik davet yap.
Muhteşem bir düğün olsun'...
Şaşkınlığım kısa sürüyor. Meğer devlet bize kıyak geçmiş, Dolmabahçe Sarayı'nın kapılarını açıyor.
Milli mesele herhalde benim evlenmem deyip fazla üstünde de durmuyorum.
Keyfime bakarım düğünümü de yaparım derdindeyim!.

İş davetliler listesine gelince hesaplıyoruz Saray dolmuyor bir türlü! Tamı tamına 400 kişi çıkıyor.
Arkadaş, iş, eş dost derken en fazla 500 oluveriyoruz.
'Eksik kalmasın! Dosta düşmana Dolmabahçe Sarayı'nda düğün yapmak neymiş gösterelim' düşüncelerine dalmışken- içimizden bir 'akıllı' davetiyeleri önümüze gelene dağıtalım. Hatta hayatında Dolmabahçe görmemiş kim varsa onları da çağıralım' fikrini atıveriyor orta yere.
Haliyle kalan 500 davetiyeyi de havaya dağıtıyoruz.
Bir haberiz yani. Nasıl bir düğün olacaksa artık o saatten sonra!
Sürprizi bol olsun. En saf dileğimiz oluveriyor.

Düğün başlıyor. Her şey çok güzel- derken 1 saat sonra bir grup içeriye giriyor. 'Dolmabahçe'de düğün mü yapılır' diye bizi protesto ediyorlar.
Biz daha nerden girdi bunlar, bu da ne demek oluyor- demeden ellerinde salladıkları davetiyeleri görüyoruz..

Bizim düğün kavga kıyamet- olayların önü alınamıyor. Hele de tam babam konuşma yaparken yuhalamalar olacak şey değil!
Adam beni evlendirdiğine mi yansın, neye tutuşsun?
Elindeki mikrofonu bıraktığı gibi terk ediyor düğünü babam!
Arkasından amcam bir kaç cümleyle hakkından gelmeye çalışıyor kalabalığın ama- biri çıkıp 'dur yahu yangına körükle gitme be adam' deyince- O da babamla uzaklaşıyor.

Damat tarafı da bağırıyor tabii.. Bunlar nasıl misafir! Olmaz olsun böyle düğün davetlisi diye söyleniyorlar.
'Daha da gelmeyiz' diye onlar da terk ediyor düğünü.
Tanıdığımız kim varsa tek tek çıkıyor. Tanımadıklarımız kalıyor.
Evlilikten hayır gelir mi? Daha bilenimiz yok!
Devlet düğün yapar mı sana Dolmabahçe'de saçmalama!
E stat yapıyor!
Ben düğün gecemde en azından protesto edilmeme garantisi verebilirim!
Eğer adına 'düğün gecesi' demişsem.
***
Stadın 52.560 koltuğu var. 18 bin kombine satışı. Kalanı ise davetiye!
Varın siz düşünün!
Tabii bu protestoyla başka bir şey göze batmaya başladı..
600 trilyon!..
Sokakta bu rakam konuşuluyor!
Başbakan diyor ki; 'böyle bir yatırımın karşılığı bu olmamalıydı'!!
Sokaktakiler de soruyor.
Peki devlet eliyle böyle bir yatırım şart mıydı?
Biliyorsanız siz söyleyin!

14 Ocak 2011 Cuma

NE İŞ YAPIYORSUNUZ?

Ne iş yapıyorsunuz?
-Gazeteciyim
Ne taraf? Pardon ne tür haberler diyecektim.
-Aslında biz doğrunun tarafıyız. Gerçeklerin üzerine gidiyoruz.
Yaaa evet tabi tabi.. Yandaş spor yani..
Allah bilir üstüne kuş da konduruyorsunuzdur.
-Yok bizi etiketliyorsunuz.
Manşet neydi?
-`KUŞLAR`…
Peki oldu.

Böyle bir diyalog hiç gerçekleşmemiş de olsa; artık haber yapamamaktan kuş konduran gazeteler herhalde şaka değil!
Acı gerçek!
Gazeteciliği, geldiğimiz yeri vs tartışmayacağım. Ama bu kuş konduranları unutacağım anlamına gelmez.

Geçen gece, düşen helikopterde kaybettiğimiz şehitlerimize üzüldük. Duyar duymaz dertlendim.
Ertesi gün olayın detaylarını görmek için gazeteleri tek tek taradım.
O da ne?
Takvim Gazetesi`nde Saba Tumer`in fotografi var. Manşet ‘Kaba Saba’. CNN Turk ekranı son dakika bandında yazan şehit haberi altında. Fotoğrafta Saba Tümer her zamanki gibi kahkahalara boğulmus konuğuyla sohbet ediyor. Altında da son dakika bandıyla bu üzücü haber verilmiş.
Doğru altta geçen o son dakika yazısıyla gözü rahatsız eden bir durum var ortada.
Ama kasıt mı var ki, manşete taşınacak değer bulsun!
Üstelik yorum da degil. Tam manşetten!
Gözlerime inanamadım!
Bunun adı nedir diye düşünürken, yanımdakiler söyledi.
Olsa olsa haber yapamadık bari kuş konduralımdır!

***

Ne is yapiyorsunuz?
-Gazeteciyim. Aslında tv habercisiyim ama reklamlarda da oynarım. Ne bileyim, ekstreler gelirse oralara da gider sunarım. Gezer sunarım ben işte!
Ne tür haberler veriyorsunuz?
-Valla reytingi olan ne varsa!
Peki.

***

Siz ne iş yapıyorsunuz?
-Ben hangi birini sayayım ki ayyy bilemedim vallahi.
E başlayın canım birinden.
-Önce muhabir oldum, sonra haber sundum, program yaptım. Şimdi reklam şirketinde profesyonelim, güzel konuşma dersleri veriyorum, diksiyon da tabii. Şirketlere danışmanlık yapıyorum. Ekstralara da gidiyorum ayrıyetten.
Ohh ohh maşallah. Yapmadığınız kalmamış valla bravo.
-Ha bu aralar bir de acaba program mı yapsam diyorum.
Yani acayip bir program yapasım var. Malum tecrübem de çok. Hem hazır elim iş tutuyorken allah ne verdiyse kimselere bir şey bırakmıyayım diyorum.
Her şeyi ben yapmak istiyorum. Bence en iyi de ben biliyorum. Kadın mı var ortada. Hepsi şuh mini falan da giyiyorlar zaten. Ben akıllıyım yaparım her şeyi işte.
Peki peki aman allah gözünüzü doyursun, pardon yolunuzu açık etsin olucaktı o. Tüh!

Biri manşeti ‘reklam’ yapıyor! Öbürü reklamda oynadı, diğeri ticaretin kralını reklamcılıkla yapıyor.
Etinden, sütünden yününden gazeteci’yiz’!.

Pardon sormayı unuttum siz ne iş yapıyordunuz?

12 Ocak 2011 Çarşamba

‘’ŞİDDETLİ SEVİYORUM’’!

Üç kadın vardı... Biri bekar, biri dul, biri de evli.. idi. Üçünü de çok seviyorlar dı!.. Üçü de yaşıyor du!
Ve üçünün de kaderi onları sevdiğini söyleyen erkekler tarafından katledilmek oldu!
Ne tesadüftür!
Üçü de emniyete gitmiş idi! Şikayet etmiş idi! Başlarına gelecekleri bilir gibiy di!
Şikayetlerini yaptıkları yerin adı da Emniyet idi!!
Ne mi oldu?
***

Annesi, O ve kardeşleri… Aynı kaderin şiddetine doğmuş. Suçu ne, niye böyle?
Bilen yok ki !
Öyle bir kader denk gelmiş. Kısa çubuğu onlar çekmiş doğmadan.
Artık ‘baba’ bile diyemedikleri, ‘o insan’ diye andıkları adamdan dünyaya gelmişler.
Olmaz olsun!
Demek kolay. Ama bir de gerçek var.
Şiddete meyyali doğuştan bir 'baba' ortada!
Artık hapiste geç de olsa!
Ama anne gitti mezara! O yok artık ortada!
Sözünü ettiğim kişi; Ayşe Paşalı. Kocası tarafından yıllarca şiddete maruz kalıp, defalarca emniyete şikayette bulunup korunamayan kadın.
Kocası 'karımı seviyorum' deyince serbest bırakıldı. Aradan geçen bir kaç yıl içinde ise öldürdü Ayşe Paşalı’yı.
Tv kanallarında 'annemi koruyamadılar' diye isyan eden Burcu'nun annesi, Ayşe Paşalı.
Aradan günler geçti. Ne ailenin derdine derman olan var. Ne de Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanlıkta yaprak kımıldıyor!

Yayında dedik; söze gelince- ''efendim kadınlarımız çok önemli, şiddete tabii ki hayır, karşıyız sloganlarını bırakın.
Alın size bir mesele tutun ucundan örnek olsun'' dedik. de kime?
Ne açıklayan ne de duyan var!
Söz kadınlara gelince sağır kulaklar var. Duymuyorlar. Duyuramıyoruz!

Alın size başka bir olay daha! Üstelik bu kez çıkmazın peşine adalet de takılıyor! Başka bir gelişme de ekleniyor ucuna!
Nerden tutarsanız elinizde kalacak bir konu oluveriyor!
Çağla Arin...
İzmir'den Urfa Harran Üniversitesi'ne doktor olmaya gelmiş. Öğrenciydi. 2008'in Mart'ında 47 yerinden bıçaklanarak öldürüldü.
Yalvardı katiline 'nolur yapma' diye dakikalarca mücadele etti. Ama katili ne geleceğini düşündü. Ne de yalvarışlarını duydu Çağla'nın. Devam etti.

1,2,3,4, demedi.....20,21,22,23 durmadı.....30,31,32,33, vurdu......41-42-43-44-45-46 ve 47! boğazını kesti!

Bencil, hastalıklı bir aşk- ki buna aşk denirse! kendisine cevap alamayınca Çağla Arin'in yaşam iradesini deldi!
'Ya benimsin ya da hiç birşeysin' diye diye arkadaşının gözü önünde öldürdü Çağla'yı.
Katil zanlısı, 22 yaşındaki Hüseyin Zengin de aynı üniversitenin öğrencisiydi.
Çağla'ya sürekli mesajlar gönderiyordu. Yetmiyordu yolunu da kesiyordu. Bir süre sonra ise iyice zıvanadan çıkıp tehdit mesajları yollamaya başladı.
Çağla daha fazla dayanamadı. 8 Ocak'ta yani öldürülmeden 3 ay önce, Yenişehir Polis Merkezi'ne giderek şikayetçi oldu, Hüseyin Zengin'den.
'Beni sürekli telefon ve mesaj yoluyla taciz ediyor' dedi. Çağla'nın şikayeti üzerine aynı gün gözaltına alınıp ifadesi alınan Hüseyin ise 'Ben Çağla'yı seviyorum.
Onu aradığımda, mesaj attığımda sürekli sevgimi ifade ettim. Mesajlarımın hepsi sevgi içerikli. Madem sevgim rahatsız ediyor.
Bir daha arayıp sormam. Peşini bırakırım'' dedi. Aynı gün savcılık tarafından serbest bırakıldı.
3 ay sonra da Çağla'yı katletti.
Aradan geçen 3 yıla yakın zamanda ne oldu biliyor musunuz?

Aşkına karşılık vermeyen sınıf arkadaşını 47 bıçak darbesiyle 'kesen' Hüseyin'in cezası ''geleceği düşünülerek'' indirildi.
Yani bu gerekçeyle cezasında indirim uygulandı.
Başkasının geleceğini gözünü bile kırpmadan düşünmeyen Hüseyin'in, geleceği yasalara emanet hal alıverdi!
Bu gerekçeyi çıkaranlara, altına imzasını atanların vicdanına yazıldı onun geleceği!

Çağla'nın, ailesinin ve bizlerin hissettiği en şiddetli darbe oldu.
Aslında sistem eliyle 48 etti!
Son bıçak darbesi bu kez hepimize sallandı sanki.
Hep beraber 48 olduk.

Ey kadına şiddete karşı olduklarını savunanlar!
Ayşe Paşalı ve Çağla Arin cinayetlerinin hesabını kimler verecek?
Birinin boynu bükük çocukları arkasında kaldı, diğerinin ailesi. Kızlarını doktor yapacaklardı- toprağın altına verdiler.
Acımasız ellerin arasında yalvara yalvara can verdiler.

Bitti mi?
Ne mümkün!

Bundan bir kaç ay önce de, Bursa Emniyet Müdürü ile canlı yayında tartışmama sebep olan Bursa'daki Sevgi'nin hikayesi var.
Biz canlı yayında sorduk diye Emniyet Müdürü ayar vermeye kalktı. Toplumu ilgilendirmezmiş meğer detaylar.
'Ne ilgilendirir toplumu' diye sordum.
Öyle değil mi? Bir hikaye anlatacaksanız- adama demezler mi? Ya tam anlat- ya da çek git diye!
Hiç mi yayın görmedik!
Sevgilisi tarafından öldürüldükten sonra vücudu paramparça edilen Sevgi.
Sevgisiz yaşamının sevgisi olmuş.
Hayatı boyunca bir sevgiye ilişmeye çalışmış ama ne mümkün! En sonunda sevgisi de kendisi de paramparça çöpten çıktı.
Parçaları hala tam olarak ortada yok. O'nun da hikayesinin senaryosu hemen hemen aynı.
O da Emniyet'e gidip korktuğunu söylüyor, şikayetçi oluyor.
Peki çözüm?
Ne mümkün çare olunsun!
Bir kaç ay sonra aynı son! Haberi geliyor ailesine Sevgi paramparça diye.

Biri varsın anlatsın. Mantığına sığdırsın, kalbine vicdanına koysun, izah etsin.
Her şeyi duyan kulaklara, söz kadına gelince ne kaçıyor?
Bir bilen varsa söylesin!

10 Ocak 2011 Pazartesi

Gel Pisi Pisi...

‘‘Kedi canını senin’’..
Klasiklere kendi içinde tur attıran başka bir şey var. Aşkı meşki çok uzaklara iten bir yer bazılarına burası.
Nasıl bir ifadeyse?
‘Kedi canını senin’ bir Adnan Oktar ‘vecizesi’ bütün internette dolaşıyor!!
Devam ediyor;
’’Sen aşırı derecede sevimli bir şeysin. Öyle tarif edilecek gibi bir şey değil’’ diye yayında- yanındaki kadına duygularını ifade ediyor.
Bir nevi o kadından ‘razı olma’ hali içinde.
Nasıl bir hal ise bu!
‘Kedi canım’ bir tuhaf oluyor.
Tırmalamak istiyorum!.
Hadi be adam!
Bu nasıl bir şeydir?
Demek istiyorum ama karşısında oturan kadınlar pek memnun hallerinden. Hatta gözleri yarı baygın, hayran hayran bakıyorlar adama doğru.
Bana ne demek düşer ki!

***

Netteyim seninleyim hadi gel ‘aşkım’ el ele verelim!
Ya da !
Ararım... Ararım... Ararım seni her yerde.. Sorarım.. Issız gecelerde sevdiğim nerde?...
Şarkıyı bilmeyen yoktur. En azından bir kuşak- her haliyle iyi bilir- çok seslendirmişliği vardır. Kadehlerin birbirine değdiği yerlerde daha efkarlı çıkar sözler gırtlaktan, kulakla yetinmez kalbe de dokunuverir ucundan.
Ben en çok 'açıldı bahtımın gonca gülleri' ve 'muhabbet doyulmaz bir pınar imiş' kısmına bayılırım.
Olsa da olmasa da bir sevgili- açar açar, dinlerim.

Bana bunları yazdıran 3 tatlı kadın '50 dakika' da konuklarımdı. Sloganımız ‘fikrin serbest piyasası’ olunca- haliyle bir uçtan diğer uca gitmek aynı program içinde ‘normal’ artık bize.
3 kadının yazdığı "Sahici İlişkiler" isimli kitap bizi buluşturdu yayında.
Haliyle ya aşk- ya da erkekler bir ucundan tutulur oldu programda.
Bu tatlı ve başarılı kadınlar internetten aşkı doğru tekniklerle yakalama rehberi yazmışlar.

Aşkı internetten mi bulmak! Neden? diyerek başlıyoruz.
Konuklarım cevaplıyor. 100 binlerle ifade ediliyormuş aşkı internetten bulanların sayısı.
Ama yok benim işim acil internete bir bakıp çıkacağım diyeni çok olur derseniz. O zaman evlilik programlarına! Ya da yaşasın ‘kedi canlarımız’!

Bu kez- aranan aşk internetten bulunuyor. Siz özelliklerinizi yazıyorsunuz sonra başlasın flört!
Google gibi…
Ben kendi özelliklerimi yazıyorum, profil oluşturuyorum sonra karşı tarafın özelliklerini giriyorum ve..
"Çin Çin"!!..
Aranan adam karşımda!..
Bir dakika! resim koymamış!. O zaman geçiniz.
Diğerinde tam aradıklarım var gibi ama bir tuhaf mı bakıyor ne?
Yok yok bu da değil!.
Onuncusuna geldim ama bu da- ne acayip giyinmiş canım olur mu hiç!
Yok yok bu hiç değil!. Derken 20! aaaa profiller bitti!
Burayı da kuruttum!.
Soruyorum.
Peki şansı yaver gitmeyenler aşkı nerede bulur?
Bu duruma göre ‘erkek aslanın midesinde’ ise eğer!!
‘Kedi canlar’ o adama nasıl ulaşabilir?
Ya da kör topal demeden, treni kaçırmadan
hadi hayırlısı diye diye kıyalım mı ‘kedi canlarımıza’!.

Görmeden aşık olmaktan bahsediliyor! Aşkı daha birbirleriyle buluşmadan. Birbirlerine dokunmadan yaşadıklarını söyleyenler var.
Sanki hayallerinin sevgilisiyle yazışıyor kimi. Zifiri karanlıkta el yordamıyla sevda büyütmeye çalışmak gibi.. Ama ışıklar yandığında karşılaşılacak manzara belirsiz.
Profil oluşturma ve kendini anlatma kısmı ise ayrı bir facia!
Sütlacı severim ya siz? Ya da muhallebi severim siz? tadında ‘tatlı’ bir sohbet dönüyor. Eeee diyorsunuz haliyle!
Bundan daha dramatiği profil hazırlarken, kendimizi nasıl gördüğümüz meselesi. Olduğumuzla-gördüğümüz arasındaki mesafenin epey açık olduğu görülüyor bazı profillerden. Hatta ben diyeyim Ankara- siz sanın kapkara..
Oraya kadar gidiyor. Karanlık kör bir yer çoğu kim olmak istiyorsa onu oluyor.

Asosyal miyiz yoksa deniz mi bitti? Bunu soruyorum. Acaba önyargılı mıyım?
Yani; potansiyel olmayınca, etrafında arkadaşın arkadaşı da tükenince internete mi sarılıyoruz?
80’lerin 90’ların gazetelerin arka sayfalarındaki gönül sayfalarını hatırlatıyorlar. Okuma yazmayla ilişkimin henüz başladığı bir dönemdi. İlgimi çekerdi oraya mektup yazanların kendilerini nasıl ifade ettiğini merak ederdim. Nasıl bir ilişki istediklerini okurdum.
İnternetle, gönül köşeleri gazete ve dergilerden birer birer gittiler. Kendilerin en fazla 100 kelimeyle ifade edip yalnızlıklarına son vermek isteyenler internette sınırsız kelimelerle sayfalar dolusu anlatıyorlar şimdi kendilerini.


‘Kedi canım’ 140 karakterli twitter’a miyavlıyor 2011'de!
Gel Pisi pisi...

6 Ocak 2011 Perşembe

‘Ben Ördek Diyeyim Sen Göle Bak’

Başlık- anneannemin özlü sözlerinden en sık tekrarladığı..
Bazen en son söyleyeceğini en önce söyler. Sonra bir ortalık karışır, sessizlik çöker eve. Birinin bir şey söylemesi lazımdır ama topa giren olmaz. Bakışmalar sürerken anneannem bir söz daha patlatır.
’’Amaaan evladım ben ördek diyeyim siz göle bakın işte’’ deyiverir. Aramızdan muhakkak bir uzlaşmacı çıkar kahkahayı patlatır, arkasına da ‘ilahi canım sen de’ yi ekler. Böylece bir gerginlik daha aşılmış olur. Tartışmalar, yaşanmadan film şeridi gibi geçer gözümüzün önünden.
Aileden biliyorum. Böyle durumlara can simidi şart!
Ya da can simidi atmayı öğrenmek kaçınılmaz oluyor.
Kaybetmek istemiyorsak, dilimizin de kendi karakteri var ve biz onu tutamıyorsak!
O zaman buyursunlar ilk can simidini atan adamın dünyasına…

Ali Saydam...

Ben iletişim duayeni diye başladım yayına. O, ‘yok ben daha unumu eleyip, eleğimi duvara asmadım’ dedi. Duayen- emekliliği çağrıştırıyormuş meğer ona. İletişim uzmanlığını seviyor.
Yazdığı yeni kitabı ’’Eş ve Müşteri Nasıl Kaybedilir’’ buluşturdu bizi yayında. Tatlı tatlı yayın masama doğru geldi. ‘Aman yayında göbeğim gözükmesin’ diye bin tembihler yaptı kameraman arkadaşlara.

Merak ettim.
Ali Saydam gibi bir iletişim uzmanı kitabının adını nasıl olur da ’’eş ve müşteri nasıl kaybedilir’’ gibi negatif bir durumdan yola çıkarak koyar? ilk sorumdu.

Korkularımız bizi harekete geçiriyormuş meğer. Olmamak adına, kalmamak için, yapmamak için.. vs her ne varsa aman ol-masın diye uğraştıklarımızın etrafında dönüyormuşuz sabah akşam.
Yani yaşamadan bedel ödüyoruz. Üstelik bir de başımıza gelmesin dediklerimiz için. İnanılır gibi değil! Ama farkında olmadan yapıyoruz bunu. Üstelik günde kaç kez!

Hepimiz pratik hatalardan öğreniyormuşuz, başarılardan değil. Tekrarlanmayan hatalar zenginlik katıyormuş.
Hatalarımla mükemmelim aslında! Böyle bulduk ortayı yayında.

Saydam bayıldığım Sezen Aksu şarkısını örneklemiş duruma;
’’Ben bu yüzden hiç kimsenden gidemem gitmem.
Unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir.
Acının insana kattığı değeri bilirim küsemem.
Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir...’’

‘Çare yoktu. Kendi göbeğimizi kendimiz kesecektik. Nitekim hata yaparak yolu açtık’..
Hatadan ders alınıyorsa hata yapmak erdem oluyor bu kitaba.

Sonra kitapta paylaşılan hoş ‘anlar’ var ki gülmemek elde değil.
Bir toplantı öncesi Ali Koç’la buluşacak olan Ali Saydam’a defalarca tembih ediliyor. ‘Aman sakın Fenerbahçe maç muhabbetini açma’ deniyor.
Bilen bilir Ali Koç için Fenerbahçe’nin ne denli önemli olduğunu.
Ali Saydam da ‘merak etmeyin’ diyor. Bir gün önce ise Fenerbahçe yenilgiyle tamamlıyor hafta sonunu.
Ali Saydam daha Ali Koç’un yanına girer girmez. ‘Ali bey ne olacak bu Fenerbahçe’nin hali’ deyiveriyor. Yanındakiler düşüp bayılmamak için zor tutuyor kendilerini.
Gaflar konusunda epey ödüllü kıvamına geldiğim için söyleme! aman sakın! psikolojisinin başıma ne işler açtığını iyi bilirim. Haliyle Ali Saydam’a destek çıkıyorum.
Hay bin kelime!
Dilimi ısırsaydım da çıkmayaydı.. Demez olaydım!
Yok mu bunun formülü ey Ali Saydam diyorum. Gülüyor. ‘Çocuk kalmışız. Amatör ruh işte’ diye yanıtlıyor.
Obama’nın her hareketi bile planlı- biz çam devire devire ilerliyoruz. Var tabii. Olmaz mı? Kendini kontrol etmek diye bir şey var’ diyor.
Ama ne mümkün.
İçi dışı bir olmak genetik miras gibi yapışmış. Ali Saydam da kabul ediyor. Sil sil çıkmıyor. Ruhumu salsam derinlere de dalsam ben yine ben oluyorum, çıkıveriyorum içimden bir yerden.
Sivriyim kabul ediyorum.
Çok sevdiğim bir büyüğümün söylediği gibi anarşist ruhum var, büyütüyorum.