29 Aralık 2010 Çarşamba

MELEKLER KONSEYİ..

Herkes içindeki yarımının devamını diler- farkında olmasa da. İş, aşk, para veya her neyse yarım- kimse yarım kalmasın bu yıl. 2011 tamamlasın.
Biorance bizimle olsun.
Ama tek bir şartla! Yılbaşı günü tek bir kırmızı mum yakıp ve Biorance’e selam verip dileğinizi anlatın.
Biorance yeni yıl için geliyor. Farklı olan, ayrı gayrı ne varsa yapıştırıyor bu yıl.
2011’i Elohimle yaratıyor.
***
İkinci dünya savaşında katledilen yahudilerin içinde, belki de en güzeli o idi. Henüz aşık olmuştu. Almanya’nın kuzeyinde tanıştığı Deris’le evlendikten 3 ay sonra öldürüldü. Karnında çocuğuyla katledildi. Eli karnında kapadı gözlerini.
Ruhu birazdan bedenini terk edecekti ama ilk terk eden o değildi Biorance’ı.
2 ay önce ondan ilk vazgeçen kocasıydı. Herkesin toplama kamplarına götürüldüğü trenden kaçtı kocası Deris.

Biorance’in hayatta gözlerini kaparken en son hissettiği, gaz kokusu oldu. Bir süre sonra her şey karardı. Bir halka açıldı siyahların içinde. Etrafı şekilden şekle dönen halka büyüdükçe büyüdü- en sonunda onu içine aldı. Bu boyuttan çıkardı.
Biorance dünyadan koptu.
Bedeninin giremediği- bedenini göremediği bir yere geldi. Varlığını hissedemedi. Dokunamadı kendine.
Uzaktan kendisine doğru gelen çocuğu gördü. ‘Biorance senin buraya gelmen için çok uğraştım. Konseye ne kadar ısrar ettim bilemezsin.
Sonunda buradasın’ dedi- 7 yaşlarında altın sarısı saçlarıyla Biorance’i büyük beyaz bir kapıdan geçirdi.

Biorance meleklerin içinde tek yarım kalan. Önceleri sadece çocukların dileklerini yerine getirmekle görevlendirildi. Okullara gidiyordu gizlice- sonra bayramlarda, yılbaşlarında çocukların dileklerini iletiyordu konseye.
Oradan da karar veriliyordu. Hatta bazen ısrarcı oluyor hepsinin dileklerinin hemen olmasını istiyordu Biorance.
Bir süre sonra ‘Melekler Konsey’i göreve Derfunce’yi de ekledi.
Biorance ne kadar uzun sarı saçları olan bir melekse, Derfunce de uzun boylu koyu kumral güçlü bir erkek melek.
Birbirlerine aşık oldular. Hiç bir sakıncası yokdu aşkın konsey için. Fakat konsey Derfunce’nin tekrar dünyada bedenlenmesine karar verince; Biorance yine yarım hissetti. ‘Beni de bedenleyin onunla gideyim’ yakarışları cevapsız kaldı.
‘’Henüz değil’’ alabildiği tek açıklamaydı.
‘Melek de olsam, insan da, başka bir canlı da kavuşamamak benim ruhumun kendisi’ diye ağlayışı uzun sürdü. Sonunda Konseyin önde gelenlerinden Zakiro yanına çağırdı- Biorance’i. ‘Ne istiyorsan onu insanlığa ver. Ancak böyle mutlu olabilirsin. Duyguların kontrol edilemediği ve alınıp verildiği tek yer insanlık. Meleklerin de ilerleyişinin tek yolu bu’ deyiverdi.
Biorance haykırdı. ‘’sadece kavuşmak istiyorum! Bütün kaybettiklerimi bulmak istiyorum. Bıraktığım yitirdiğim parçalarımı toplamak istiyorum.
Hem de tek tek! Acele etmeden. Ağar ağar hepsini yeniden içime koymak istiyorum. Düşen her parçam kadar eksiğim. Düşen parçalarım kadar kırık döküğüm. Parçalarımla ben bütünüm. Onlarsız eksiğim’’

Zakiro, bu haykırışlarından sonra Biorance’den bir süre dünyada kalmasını istedi. Basit bir melek gibi gözlem yapmasını istedi ondan.

Bir süre sonra konsey Biorance’yi genç aşıklara yönlendirdi. Kırık kalpleri düzeltmesi, onların acılarını azaltması istendi.
Dünyadan çocuk arkadaşlar edinmişti bir dönem. Onlarla paylaşırdı Derfunce’yi. Zaman zaman da sorardı. Keşke bir haber alabilseydi ondan. Ama kurallar vardı. Bedenlenmiş meleklerin bilgileri sadece baş melek Rudser’de saklıydı.
Yeni görevinde keşke Derfunce’yi bulabilsem o aşıklar arasında diye geçirdi içinden.

Biorance zaman geçmesine rağmen hala ne bir gençle iletişim kurabilmiş ne de kırık bir kalbe ilaç olmuştu. Herkesin yukarı çekildiği bir vakit baş melek; Rudser geldi;
-Biorance
-Efendim Rudser
-Çocukları neden kullanmıyorsun gençlere ulaşırken?
-Ama ben çocuklarla ilgili…
-Ulaşmaya çalıştığın gençler de bir süre önce çocuktu. Sence o çocuklar nerede?
-Tabii ki orada.

Biorance görevini iyi anlayamadığını fark etti. Oysa çocuklarla neden çok iyi iletişim kurduğu söylenmişti ona. Karnında çocukla ani ölmüştü Biorance.
Ölü bebeğin izini ruhundan çıkaramamışlardı…
Ne yaptılarsa, hangi işleme girdiyse o parça gitmedi Biorance’den.
O yüzden de görevi burada bitmemiş demekti bir karma için. Karmaya yapışanlar temizlenemiyorsa bu- bir süre melek olarak hizmet etmesi demek olacaktı. Taki bir şeyler dönüşene dek.

Biorance bütün yarım kalan aşıkların çocukluklarına gitti. Onları üzen anlarda gezinmekten vazgeçti. O anları yaratan çocukluklarına gitti. Çoğunun ya annesi ya da babası sorundu.
O anlarda Biorance sıkıca sarıldı onlara, eksik hissetikleri sevgiyi açtı. Merkezden akıttı. Çocuklar bir süre sonra o anları ya tam hatırlayamadılar ya da anın içinde ki duygu yoktu artık onlarda.
Biorance mutlu olmaya başladı. Başardığını hissediyordu. İlk kez bir şeyler verdiğini hissetti. Üstelik yarım da değil, tamdı..
Konsey mutlu çiftlerin sayısında ciddi artışlar görüldüğünü açıklayınca Biorance daha da mutlu oldu. İlk defa kendini tamamen unuttu. Biorance ilk kez bir şeyler yaratmaya başladı. Elohim kaynakdı.

Bazen içimizdeki en zavallı duyguları, en zavallı yanı ortaya çıkarmak isteriz. Biraz da o konuşsun- döksün bütün karanlığı ortaya kurtulsun diye bakarız ama yapamayız. Karanlık yanın esiri düşmekten- bütün her yanı kaplamasından korkarız. Susarız. Her şeyi koruyabilmek adına susarız.
O susmaz! İçimizde çıkacağı günü bekler ve susayarak bekler, anlatmaya susar o zavallı duygular. Yarımdır çünkü tamamlanmak ister.

Sonra Biorance gelir…
Her şeyi alan hayatınızdan çekip çıkaran Elohim’in en dişi meleklerinden biri Biorance. Onu özel yapan; kendini sonsuza kadar aşka ve tamamlamaya
adaması. O kalplerin yanında. Yarım kalmışlıkları alıyor. Tek kırmızı mum yakıp gözlerinizi kapatın. 2011’e Biorance’la girin.





Martı'nın Günlüğü, BF.

22 Aralık 2010 Çarşamba

İKİ BEN


İki arada gidip geliyorum ben. Biri gelenekleri önemseyen diğeri özgürlüğüne doymayan ‘iki ben’ var. Kal diyenle- tutup ‘gidemezsin daha yapacaklarımız var’ diyen, kollarıma bacaklarıma asılıyor. Kalkamıyorum!
Kırmızı kazağını üstünden çıkarmayan bir arkadaşım var benim. O kadınları soruyor, ben anlatıyorum.
Ben de erkekleri ondan dinliyorum. Eli kolu durmuyor konuşurken, bir masaya vuruyor bir kalem sallıyor. İçi kaynıyor.
‘İki ben’ var içimde, biri bu adama bayılıyor diğeri kaç uygun değil diyor.
Garip bir şey ‘iki ben’..
***
Bizim köklerimiz Selanik’ten. Suyun öteki yakasından. Eğlenmeyi, yemeyi, içmeyi, dans etmeyi seven güler yüzlü topraklardan.
Kanımızda deli damarı var. Çabuk dinen fırtınalar yaratıyor. Ama kin tutmayan, intikam nedir bilmeyen yerler. 'İki ben'i var buraların.
İki söze, bir tatlı gülüşe teslim olan kalpleri var bu toprakların. Çabuk kanıp inanıyor.
Kimimiz mübadele gördü, zorunlu geldi. Kimimiz kaldı- gelemedi. Sonradan bazımız Rum, bazımız Türk oldu. Olsun. 'İki ben'imiz var. Çeşitten daha kıymetlisi yok bize. Geleneklerine kıymet veren- yeniliğe açık topraklar burası. Daha doğrusu özü böyle ama Atina’sı kalmamış.

Okul arkadaşlarımdan Maria ve Haris evleniyor. Uçarak gidiyorum düğünlerine.
Hatta o gelinliğin kanatları bende olsa- taksam daha çabuk gidebilsem keşke.
Elbisemi uçak inişe geçtiği sırada, o küçük yolcu tuvaletinde giydim.
Hostesin ‘lütfen yerinize geçin’ diye kapıya vurması ayrı; uçak inişe geçtiği için çok sallandığından, o daracık tuvalette giyinmek her şeyden daha zordu.
'İki ben'i bile kendime sığdırdım. O tuvelete sığamadım. Ama başka çarem yoktu. Direkt düğüne götürülmek üzere alınacaktım. Uçaktan iner inmez- kan ter içinde koşturarak yetiştim.

Düğün damadın aile evindeydi. En yakın 150 kişi davet edilmiş. Isıtıcılarla yarı bahçede- yarı salonda sıcak- spontan bir kutlama daha girerken gülümsetiyordu.
Maria ve Haris okuldan tanışıyorlar. Kavga gürültü derken seneleri devirdiler. En sonunda alel acele evlilik kararı alıp düğün yapıldı.
Ben hem kız tarafıyım, hem erkek. İkisi de okuldan arkadaşlarım.
Maria tasarımcı, Harris uluslar arası bir şirkette çalışıyor. New York’da yaşıyorlar.
Hayatları arada- sıra dışı çizgiye kaysa da geleneksel motiflerden vazgeçmiyorlar.
Onların da ‘iki ben’i var.
‘İki ben’ bizim ortak aklımız. Bazen de sığındığımız limanımız.
Çizgiden taşanı derleyip topladığımız kabımız. Sığ kalmadığımız korkumuz.
Çeşitlilik, farklılık besliyor bizi. O yüzden düğün bir yandan da birleşmiş milletler elçilikler partisi gibiydi.
New York’da karar vermiştik her çeşit olacak diye aramızda. Düğün de aynen öyle oldu.
Maria ve Harris köklerinin olduğu yerde, en geleneksel hal ile evlendiler.
Muratlandılar.
Ben kilise kısmına yetişemedim ama kutlamada yemeklerden, gelinliğe, gecede çalınan şarkılara kadar gelenek takip edildi.
Anneler, babalar, akrabalar hepsi bu düğünün ağır topları oldu.
Zaten evlilik de 'iki ben'lerin buluşması değil mi? Gelenek yerine getirilmiyor mu bir tarafıyla da?
Mini gelinliğin uzun kuyruğu vardı, ama başına taktığı tacıyla da tam bir Rum geliniydi Maria. Sirtaki yapan Rum gelin göz kamaştırıyordu.

‘İki ben’in etrafında dönüyorüm. Herşeyin fazla modernleşmesinden endişe ediyorum. Her yerin ve herkesin birbirine benzemesinden korkuyorum. 'Kırmızı'yı aklımdan çıkaramıyorum.
Atina’yı geziyorum. İlk gidişim değil ama ilk detaylı gözlemleyişim.
O kadar aynı ki herkes. Anlaşılan yıllardır aynı ailelere teslim olmuş Atina, gerçekten soyulmuş. Bütün sokaklar ve yapılar 90’lardan kalmış. 90’lardan sonra buralara çivi çakılmamış. Özü gitmiş 'iki ben'i kalmamış. Kırmızısı hiç yok.

Şehrin ötesine götüren başka bir şey vardı. Buzuki.
10 yıl ve daha öncesinde o mekanlarda geleneksel eğlencelerin olmasından ve buzuki çalınmasından geliyor ismi.
Ama artık buzuki çalınmıyor. Biz Anna Vissi ve Sakis Rouvas’ı dinledik gittiğimiz yerde. Haklarını yemeyelim muhteşem performansları sabaha kadar kesintisiz sürdü. Çok kalabalıktı. En büyük konser salonundan daha geniş bir alanda sahne aldılar.
Arada bir- adet yerini bulsun kıvamıyla ‘buzuki’ de çalındı ama tam neydi emin olamadan ayrıldı sahneden. Gelenek yine müşteri hizmetlerine teslimdi.
Kırmızı hala aklımda, 'iki ben'imle savaşıyorum ben. Yürüyüp gitsem yeter. Üstelik taa buralara gelmişim, arkamda bıraksam ya!

Ertesi gün; Poseidon Tapınağı’na gittim. ‘Denizlerin tanrısı’ burası. Yunanistan’ın Sonion burnunda. Denizlerin tanrısına adanmış bu tapınak, Ege denizine hakim şekilde inşa edilmiş. Manyetik alanı çok kuvvetli. Ne stres bırakıyor, ne gerginlik.
Ruhun sözden ayrıldığı yerlerden.
Tapınağın etrafı sessizlikle bütün.
Ama denize doğru yaklaştığımda sessizlik tam orada bozuluyor. Denizinden ayrı bir ses geliyor. Karası huzur, denizi hırçın tapınağın ‘İki ben’i çok gürültülü.
Güneşin batışı burada bambaşka.
Denizin köpürdüğü yerde güneş, denize dokunup kayboluyor. Başka sihirli bir şey oluyor. ‘İki ben’i selamlıyor.

Kırmızı oluyor herşey.

'İki ben'im var benim kıpkırmızı! İçimde yaşıyor. İçim kaynıyor. Hem iyi anlaşıyor hem de kavga ediyor. Hem çok iyi biliyor hem de yola gitmeden 'hayır' dediği kızrmızı kazağa bakıyor.
Bırak gitle-kal arasında yaşatıyor.

13 Aralık 2010 Pazartesi

'Dilinde Vardı Kaderi'

Bir ses çıktı aramızdan bundan seneler evvel. Ne anlatmaya çalıştığını bile dinleyemedik. Nefret, çatal, bıçak- ne varsa susturdu onu.
Başka bir şey duyamaz olduk. ‘Fişlenmişim, adım eşkalim bilen yok’ diye önce o söyledi. Sonra biz izledik hayatını.
Ne yaşadıysa önce şarkılarında söyledi. Dilinde vardı onun kaderi. Ötesi olmadı, o öteki oldu.
‘Zamansız’ adam Ahmet Kaya…
Özü sözü bir ama ‘zamansız’ işte! Erken buldular anlattıklarını. Bugün konuştuğumuz ne varsa- seneler öncesinde dilindeydi..
‘’Ceketimi yağmurlara astığımdan beri,
Tehlikeli şiir okur
dünyaya sataşırım ben’’ dedi… ‘’beni yakacaklar, bana kıyacaklar yar’’ diye- korktu şarkısını yaptı. Olaylı gece yaşandı.
Paris’e sürgüne gitti. ‘Ülkem alışkın olmasa da muhalif sanatçıyım’ dedi, 28 Temmuz 1999’da Paris’ten yaptığı basın toplantısında.
Dilinde vardı kaderi.
Sonra bir de Türkiye gerçeği vardı içinde. Yaşayamadığı, sorgulatmayan, dayatan bir gerçek vardı başucunda.
***
İlk kez 1993 yılında Berlin’de bir konserde yaptığı konuşmayla başlayan soruşturma- ‘yasadışı örgüte yardım ve yataklık’ etmek suçuna dayandırıldı.
1993 yılını bir kenara yazın. Türkiye’nin en karanlık yıllarından biri.
Kürt dosyası kimin eline değse başına bir iş gelmiş ‘tesadüflerin’ yılı olmuş 1993. Sadece kürt meselesi değil elbet- yapacak çok iş varmış- önde yanda ne varsa geride bırakılmış.
Sadece 1993 yılına takılsa iyi!
‘Arka Mahalle’nin çocuğu Ahmet Kaya’nın kaderi zordu. Zamansızdı. Felaketler kuşağında anlattı derdini.
Olaylı gecesi: 12 Şubat 1999. Yine felaketler yılı oldu. Aynı yıl deprem dahil bir çok olay yaşandı. 1999 yılını da bir kenara yazın.
Koalisyon hükümeti gibi ‘yeni’ başlangıçlar da oldu. Keskin çizikler yarıklar da girdi aramıza. Uçlarda yaşandı çoğu gelişme.
Böyle zamansızdı yine Ahmet Kaya.. Bilemezdi, seçemezdi elbet.
Zamansızlık da kader oldu ona.
Ülkenin meselesi bitmedi. Ahmet Kaya’ya sıra gelmedi. Sıra vermek isteyen de çıkmadı o günlerde.

11 Aralık 2010’a kadar…

Arka mahalledeydim ben geçen gece. Girişi kalabalıktı. Acısı büyüktü. Ben sarı saçlıyım- onların saçları koyu. Ben renkli gözlüyüm, onlar kara kaşlı kara gözlü. Ama biz biriz, bir aradayız. Bir adamı izleyeme geldik hep beraber.
Aynı duyguları paylaşıyoruz.
Lütfü Kırdar’da düzenlenen Ahmet Kaya anma gecesindeyim.
Erken gelmeme rağmen kalabalığı yararak girmek zorunda kaldım. İlk bulduğum yere oturdum.

Önce Rojin’in ‘Ahmedo’ ağıtını dinledik sonra Hayko Cepkin’in piyanosuyla, Ahmet Kaya’nın ‘memleket hasretini seslendirmesine bayıldım.
Ümit Kıvanç’ın hazırladığı belgesel ‘Uçurtmam Tellere Takıldı’ özel seçilmiş görüntülerle hazırlanmış.
Muhabbeti esprili bir Ahmet Kaya vardı görüntülerde.
Hoş bir anısına bütün salon kahkahalarla güldü. Yıllar önce taksicilik yaparken- biri taksiye binmiş ama yarı yolda taksiyi durdurmuş. Kahveden para alacağını söyleyerek inmiş taksiden- ama para bulamamış.
Ahmet Kaya başlamış kızmaya ‘olur mu patrona nasıl hesap vereceğim’ diye söylenirken; müşteri ‘abi istersen beni aldığın yere bırak’ deyivermiş.
Muhalif sanatçı Kaya’dan başına her türlü gariplik gelen Kaya ayrı renkti gecede, bunun gibi bir çok anısı paylaşıldı.

Ahmet Kaya’nın her konuşmasında, her şarkısında alkışlar koptu. Şarkılarını bağıra bağıra seslendirenler, ağlayanlar ne isterseniz hepsi vardı.
Aslında o meşhur söz gibi ‘normalleşen’ bir geceydi.

Yazdıklarını yaşamış, yaşadıklarını yazmış dilinde kaderi- Ahmet Kaya vardı o gece.

12 Aralık 2010 Pazar

'Dokunulmayan Tavuk'

Pazar sabahı 11:00. Hava çok soğuk, sokakta kimse yok. Titreyerek de olsa kendimi atıyorum yollara. Mutlaka görmek istiyorum. O’nun dilinden dökülecekleri merak ediyorum.
Otelden içeri giriyorum. Ne tarafa gideceğimi gösteriyorlar.
Heyecanlıyım! Asansöre doğru yürüyorum. Geldiğim katta tedirginim. Heyecanımı gizlemeyi başararak soruyorum. Önümdeki büyük kapıyı gösteriyorlar. Kapıyı açmaya çekiniyorum. En son geleniyim buranın, bir anda dikkatleri üzerime çekmek istemiyorum diye düşünürken- kapıyı açar açmaz sevişen bir çift buluyorum karşımda! Üstelik bütün salon onları izliyor.
Yerime oturuyorum. 200 civarı kişinin bu sevişmeyi ciddi ciddi izlediğini gözlemliyorum. Ellerinde kalem kağıtları var. Sevişmeden notlar alıyorlar. Birbirlerine bakıp kısık sesli yorumlar yapıyorlar.
Ne güleni, ne utananı var buranın.
Biz; bir gurup insan, bir pazar sabahı Point Barboros Hotel’inin alt katındaki konferans salonunda erotik Türk filmlerinden bölümler izliyoruz.
Aslında bir kongre için bir aradayız.

Cinsel Eğitim Tedavi ve Araştırma Derneği (CETAD) organizasyonluğunda düzenlenen ‘Cinsellik ve Cinsel Tedavileri VIII. Ulusal Kongresi’ndeyim. Konferans aslında Cuma başladı. Ben son gününe ancak yetişebildim. ‘Çocuk ve Ergenlerde Cinsellik’, ‘Erken Boşalma’, ‘Haz’, ‘Cinsel Fanteziler’ ve ‘Mastürbasyon’ tartışılan bazı başlıklar…
Anlatanları da, izleyenleri de doktor bu kongrenin.
Benim gibi farklı yerlerden az sayıda katılımcıları var.

Konferanstan 1 hafta önce Sırrı Süreyya Önder’le yemek yerken söylemişti. Eski Türk sineması üzerinden cinselliğin anlatılacağı bölümde konuşması varmış. Ben de gidip, izleyeceğimi söyledim. Pazar sabahı da kalktığım gibi fırladım evden. Bir 10 dakika kadar geç kalmıştım. Ben konferans salonuna girerken başlamışlardı, sessizce ve şaşkınlıkla yerimi aldım.
Bir sevişme sahnesinin en hararetli yerinde girdim kapıdan. Herkes dikkatle bu sevişmeden notlar çıkarıyordu.
Ama bir pazar sabahı düşünün ki; daha gözümü yeni açmışım ve erotik filmlerden bölümler izliyoruz. Allahtan olayın adı konmuş, yoksa bu kadar insan toplanıp aynı salonu pazar sabahı kiralasak ve sırf film izlemek olsa amacımız- sonu karakolda biter bu fikrin.

Kongrenin devamında;
Türk filmlerinde seks algısı üzerine çok ilginç yapımlar vardı. Dönemin sansür mekanizmasını kırabilmek için yapılan cambazlıklar bugün bile şaşırtıyor. Mesela bir porno filmin afişine ‘kadınlara iyi davranın’ diyerek hadis ismi bile yazılmış!

Döneme damgasını vuran filmlerden tüm görüntüler serbestçe işleniyor kongrede. Ben de bilmiyordum ama farkındalık kaslarım gelişti- izleyince.
Mesela; ’’Parçala Behçet, Akrep, Çakal, Kadın Kahramanlar, Uçan Kız, Civciv Çıkacak Kuş Çıkacak, Yırt Kazım, Öttür Kuşu Ömer’’ alanında en ilginç olanlarından.
Bir de alanında sınırsız olanlar var ki; yani sonlara doğru öyle bir fragman girdi ki- pes dedirtiyor! Fragmanın içinde yok yok!
Bu ‘sınırsız’ filmin adı; ’’Komşunun Tavuğu’’
Filmi kongredeki doktorlar da ayrı bir yere koymuşlar. Sözün bittiği yer demişler film için.
Sonra fragmanın etkisini üzerimizden atmaya çalışırken- söz dönüp dolaşıp erotik filmlerde yer alan yerli kadın oyunculara geldi.
Zor dönemin daha zor hayatları olmuş onların yaşadığı.
Tabuların kapağının bile henüz aralanmadığı bir dönemin- ilki olmak ağır olmuş kadın oyunculara. Haklılar.
Hallerinden şikayet etmişler. Verdiği röportajlarda anlatmışlar kendilerini. Özel hayatı için; ’’seks olayını hiç bilmiyorum özel yaşamımda hiç şey etmedim’’ açıklamasını yapanı bile olmuş içlerinden.
Dönemin erkekleri sıyrılmış oralardan ama kadınları o filmlerle kalmış. Filmlerle beraber gitmişler aramızdan.
‘Şey etmiş’ çünkü o kadınlar!

‘’Şey etmenin’’ sorgulandığı yerde haliyle; erotik filmlerdeki ‘uç noktadaki vahşi’ de görülüyor. Öyle iyi bir vahşi değil! Sevişme denmesi bile mümkün değil sahnelere!
Filmin örgüsü; iş bitirelim zihniyeti! Sevişmeyi unutturmak istemiş bu filmler erkeklere! Dokunmamış kimse birbirine çünkü…

Sonra bir de eş zamanlı çekilen diğer Türk filmleri var.
Orası da başka bir uç. Öpüşmek bile yok hayatlarında o çiftlerin. Yapılıyorsa da en fazlası öpüşür gibi olmuş. Kavuşmuşlar ama dokunamamış kimse birbirine. İki uçta yine sevişememiş kimse. Yine dokunan yok!

Üzeri ‘dııııt’ diye sansürlenen hangi kelime varsa- bu kongrede hepsi havada uçuşuyordu. Sevişmeyi sorgulayan kongrenin tek eksiği Ayşe Arman’dı. Gözlerim aramadı desem- yalan olur. Bir ara birini bile benzettim, hatta konferans bitene kadar mutlaka bir yerlerden çıkar diye düşündüm ama göremedim.
Onun dışında her şey iyi organizeydi. Cesur bir kongreydi.

Filmlerden; geçmişin sevişmeleri ortaya döküldü. Zihnin sevişme haritaları çıkarıldı meydana. Hepimiz o manzaralarla baş başa kaldık kongrede.
Katılımcıları doktorlar, psikologlar ve psikiyatrlardan oluşan bu kongre ‘geçmiş sevişme algısına’ önemli bir darbe vurdu. Kodları kıran ilk adımı attı, hafta sonu. Sevişen kadının da artık ‘günahkar’ sayılmadığı tiatral ve film sahneleriyle de olsa- anlatıldı.
Sırrı Süreyya Önder; ’’namusu kirlenen kadın eğer başroldeyse, o zaman iyi kadını oynuyordu, genel olarak kendisi ölmek isterdi, erkek suçsuz olduğunu biliyorsa onu öldürmek istemezdi, ama bir şekilde sonuçta öldürürdü. Türkiye’den Atıf Yılmaz’ın ‘Utanç’ adlı filmi bunu iyi anlatır ve iyi bir örnektir.’’ diyerek kadının cinsellikle kirlendiği gibi yanılgıların filmlerde nasıl işlendiğini anlattı.
Filmlerden bilime;
Sadece İstanbul değil, her yerde yatağın kodları kırılıyor. Kodları kıranları çıkıyor aramızdan.
‘‘Şey etmek’’ten sevişmeye giden normalleşmeye doğru...

9 Aralık 2010 Perşembe

ÇIPLAK AYAKLAR

Sakin olur. İncitmeden basar yere. Sıkan derileri olmaz etrafında. Kendiyle dokunur gezdiği yerlere.
***
Topuklu bir ayakkabının, çizmenin en önemlisi de bir postalın hiçbir zaman sadece ‘kundura’ olmadığını biliyorum. Giydiğim ayakkabıyla topuklarımı vura vura bastığım yollarda anlattıklarımı, çizmelerimle ele geçirdiğim anları hatırlıyorum.
Sırf ben değilim ki..
Kadın ayağı yere basan, topuğunu yeri geldiğinde yere vuran olur.

Buraların efendisi kadının topuklarıdır. Kimse bilmez, kabul etmez. Etmesin. Dünya bu topukların etrafında dönüyor.

Topuklarını yere sesli sesli vurmaya görsün kadın; topuklarını aşındıranlara bakın, bir de o topukların dokunamadıklarını görün.

Ayakkabılar yaşanmışlığı anlatır. Ayakkabılar insanların hayattaki duruşları olur. Dikkat etmeyiz ama hayata ayakkabılardan bakarız. Ayakkabı markaları buna anlam bile yükledi. ‘Bu ayakkabıları giyen hangi kadın olursa olsun, kendini dünyanın en seksi kadınlardan görecek’ iddiasını koyan Christian Louboutin’ler var hayatımızda altı kırmızı ama can yakmıyor.
Keşke bu çizmeler/postallar da başka bir yerden hükmetse hepimize.. Kıpır kıpır olsa hep içimiz. Hani savaştırmasa da hep seviştirse keşke.

Yer : Beşiktaş, Dolmabahçe, Kabataş.
Tarih: 4 Aralık Cumartesi.
Konu: Protesto Girişimi
Yer : Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Tarih : 8 Aralık Çarşamba
Konu: Aslında Anayasa konulu bir konferanstı ama ‘kolektif yumurta şenliği’ne dönüştü.
Önce CHP Genel sekreteri Süheyl Batum protesto edildi. Ama en azından konuşabildi. Öğleden sonra gelen Ak Partili Burhan Kuzu ağzını bile açamadı. Bir ara korumaların kendisine tuttuğu şemsiyenin altından konuşur gibi oldu.
Şemsiyelerin altından hem dekanı istifaya çağırdı hem de öğrencilere ‘o yumurtaları yemediğiniz için böylesiniz’ diyebildi.
Ayakkabılar yumurta oldu. Sonra postallar içeriye girdi, koşa koşa. Hemen gazı bastılar salona. Polis üniversiteyi gazladıktan sonra ayrıldı.
Görüntüleri inceliyorum. Postallar ilaç, yumurta Allah ne verdiyse mahvolmuş. Haliyle her yerde resimleri var.

Meğer ne çok postal var aramızda!

Hepsi de ayağını vura vura yürüyenlerden. Ne bükülüyor ne eğiliyorlar. Nasıl ellerden çıkmışlarsa o postallar/çizmeler çok acıtıyorlar. Vurduğu yerde gül bitmiyor.

Sonra yere sert basıyoruz biz. Rap rap sesler çıkıyor içimizden.
Sert sözler döküyoruz arkasına ağzımızdan çıkıveriyor. Postallar dilimize takılıyor bu kez, söylediklerimiz acıtıyor.
Kadın topukları postallarla kırıldı. İçinde bir bebekle dikiliyordu o topuklar ayakta ama olmadı. Önce topuklar kırıldı sonra da bebek gitti.
Merak ediyorum.
Bu ‘rap raplar’ yerine kadın topukları çıkıp ayağını yere vura vura bir şeyler anlatabilir mi?
Ya da ‘Konuşan Türkiye’ şemsiye altından mı bildirmeye devam edecek?
Ortamız yok ki.
Yere usulca basan ayaklarımız yok bizim. Bastı mı acıtıyoruz. Ayakkabılarımız sert bizim ayaklarımızı acıtıyor.
Sonra postallarımız hiç eksik olmadı bizim.
’’bir çift postal’’.. Sadece postal olabildi mi hiç? Ya da içinden çıkanlar sadece çıplak ayaklar mı?
Postallar ayaklarımızı sıkmış belli ki çok terletiyor, acıtıyor artık.

7 Aralık 2010 Salı

FARK VAR!

‘‘Fark var!... seninle iyi arasında büyük bir fark var. Benimle senin aranda kocaman bir fark var. Kötüyle benim aramda irice bir fark var. İyiyle kötü arasında duran…’’
Sözleri Ceza’nın bilinen şarkısından. Farkı ise hayatımıza başka bir yerden baktı hafta sonu.
Bir gün arayla Dolmabahçe ve Kabataş'da sanki ‘muharebe’ yaşandı. Cumartesi günü üniversite öğrencilerinin protestosu, girişim olarak kalınca ortalık karıştı. Polislerin sert müdahalesi, öğrencilere atılan dayak yüreğimi sızlattı. Nasıl sızlamasın ki? Az önce konuştuğum çoğu kişiyi ekranlardan, haberlerde dayak yerken gördüm.
Pazar günü ise Beşiktaş-Bursa spor maçı vardı. Dolmabahçe yine karıştı. Holiganların çıkardığı olaylar sokaklara taştı.
Ama fark var!
Cumartesi; Kabataş’da bizzat öğrencilerin arasındaydım. Evim yakın, duyar duymaz koşarak gittim. Sordum, ne söyleyeceklerini merak ettim. Hepsinin yaşadıklarına dokunmak istedim.
Pazar günü ise tesadüfen Dolmabahçe’den geçiyordum gördüklerime inanmakta zorlandım. Tünel çıkışı bir anda savaşın ortasında buldum kendimi!
Evet, iki eylem arasında fark var. Ama iki müdahale arasında daha derin bir fark var! Daha ‘şiddetli’ bir fark var!
Fark var! çünkü; öğrencilere gelince copları He-Man’in kılıcı gibi sallayanlar, İnönü Stadı önünde ne yapacağını şaşırdı. Bir ara yetersiz sayıda kalınca da geri çekilen bir fark var. Holigana dokunamayan bir fark var!
Fark var! çünkü onların kalemi vardı, holiganların ise bıçağı sopası yanındaydı.
Fark var! çünkü holiganlar kavgaya gelmişti, küfür eksik olmadı, öğrenciler ise protesto yapmak istedi kendileri adına konuşmak istediler.
Fark var! holiganlar kendi kendileriyle kavga ediyorlardı. Birbirlerini parçaladılar nerdeyse. Oysa üniversite öğrencileri polisten cop ve dayak yediğiyle kaldı.
Asıl mesele ise karanlık basınca anlaşıldı. Görüntüler haber merkezlerine ulaştı. Ana haberler startı verir gibi tek tek vermeye başladılar görüntüleri. Uzun uzun ekranlarda tuttular o yaşananları. Vuran eller bile kendilerine şaşırdı görüntülerle yüzleşmeye başladı. Herkes gündüz ne yaşadıysa gece karşısında buldu.
Sonra ertesi gün ve bir ertesi gün daha derken pazartesi herkes işinin başına döndü. Bütün kanallar gazeteler iyice didiklemeye, sorgulamaya başladılar.
Tahammülümüz ne zaman limit aşımına ulaştı?
Bu sorular hepimizin aklından geçerken ne haber kanalları, ne de diğerleri görüntüleri indirmedi gündeminden. Bazı resmi eller protestoların yasal olmayan yanına dayandı. Öyle savundular kendilerini. Kafam karıştı.
Dolmabahçe’deki holiganlar daha önce haber mi vermişti? Üstelik maç bu. Gergin bir karşılaşma ‘ihtimali’ de vardı.
Akşam saatlerinde sonunda Hüseyin Çelik çıktı bir programa;
’’Bu gençler bizim gençlerimiz, protesto etmek haklarıdır’’ dedi. Sonuna bir de ‘ama’ ekleyerek..
’’Protestocuları dağıtmanın iki yolu var. Biber gazı sıkmak ya da cop kullanmak bunlar. İkisi de iyi yollar değil.’’ deyiverdi.
’’Bu gençler bizim çocuklarımızdır daha şefkatli davranmalıyız’’. cümlesini de ekledi anlattıklarına.

‘Ama’ların insanı hiç olamadım ben.. Birisi bana seni seviyorum ‘ama’ dediğinde uzaklaştım. Bu iyi ‘ama’ dediğinde yapmadım.
Samimiyetimin aması yok ki.. Farkı var!

Bu arada ‘üniversite’nin kelime anlamını yayına gelen konuğum Stefano E. D’Anna hatırlattı. Üniversiteler ne içindir? diye sordu yayınımda. Meğer; Üniversitelerin manası zaten kelimenin içinde saklıymış unutmuşuz. Üniversitenin kelime anlamında –unı- var ve -versite- var. Latince'de tekliğe birliğe doğru gitmek. Yani bir toplumun parçası değil, bireysel olarak kendini ifade eden bireyler oluşturmak ve hayatlarında özel bir şey başarmak isteyenlerin yeri. Yani geldiği yerde fark var! Fark yaratmak isteyenleri var!

2 Aralık 2010 Perşembe

'BABA YOK'..

Benim babam yok ki… Benim babam yok ki… Benim babam yok ki…

Bozuk plak gibi tekrarlanan bu cümlenin ürperttiği teni soldu annenin.
En yakın arkadaşının, ‘senin baban nerde’ sorusuna cevap veremeyen 3 yaşındaki kızı Ela’nın diline takılmış. Durmadan dakikalar boyu söylüyordu aynı şeyi Ela. Ne olduğunun farkında olmadan diline dolamıştı. Ama her tekrarda biraz daha derinlere gidiyordu sözler. Dakikalar boyu cümleyi tekrar ede ede salona girdi Ela. Her tekrarda ev ahalisiyle kalabalık olan salondan bir kulak daha ona doğru dikkat kesildi.
En sonunda anne dayanamadı. Ağlamamak için kendini tuttu. Çocuğunun yanına gitti. Niye böyle bir şeyi sürekli tekrarladığını anlamaya çalıştı. Çocuğun ona bir şey sormasından korkarak alçak bir sesle eğilip yavaşça seslendi. Çünkü onun da ne verecek bir cevabı vardı. Ne de ortaya çıkaracak bir baba o gün oralardaydı…

***

Baba... 2 ‘b’ ve 2 ‘a’ nın birleştiği yer... Söylerken bile güven veriyor, kendimi yaslıyorum bu kelimeye. Dünyada beni aldatmayacağını bildiğim tek erkek!
Üstelik en iyi arkadaşım.
Sonra Ela daha sağ kolunun altında pembe panteriyle yaşarken gidiveriyor evden. Valizini topluyor gözü önünde. Ela soruyor, ama babası hiç bir soruya cevap vermiyor. ‘Babam çok kızmış’ diyor Ela. Ama beni çok seviyor. Kocaman resmimi valizine koydu. Gözlerimle gördüm babam beni seviyor’ diye bağıra bağra koşturuyor evde.

Ela’yı dinlerken kendi içimden çıkanları tutamadım. Terk eden tüm babalara kızdım. Geride bırakılan çocuklar gibi buruldum.
Sanki ben ortada kaldım.
Dünyanın ortasına yapayalnız beni diktiler. Beni çaktılar sanki bütün boş meydanlara. Ela’nın hayatına o gün normal gibi gözüken ne varsa- sonra önüne çıkıyor yıllar birer birer dizildikçe ona doğru.

Okuduğum bir günlükten notlar Ela’nın babasının bir nedenle evden gidişini anlatıyor. Henüz bunları yazdığı yıllarda yeni okuma yazma öğrenmiş. Yarısı yarım yamalak yazdıklarının. İsyanını bile tam yansıtamamış. Boğazımda düğümlenen kısmı da; anlamaya çalışmış yazdıklarıyla bu gidişi. 'belki bir bildiği vardır' diye cesurca sorabilmiş 7 yaşındaki Ela.

***

Mardin'deyim. Bir konferansa geldim. Ela konferansı izleyenlerin arasında oturuyor. Dikkatle takip eden gözlerine ilgisiz, kayıtsız kalamadım.
Ne yaşadıysa gözlerine dosyalamış. O bakınca, ona doğru bakıp dalıyorsunuz. Gözlerinin içine girdiğiniz andan itibaren hikayeye götürüyor. Filmi sizin için başlatıyor o gözleri. Tekrar tekrar yaşıyor sanki her şeyi hiç bıkmadan.

Konferans sonrası tanıştırıldık. Gözlerindeki hikayeyi ben istedim, o anlattı. Bekledim. Günlüğünü de getirdi, gösterdi.
Hiç kimsenin duyarsız kalamayacağı bir baba kız imkansızlığı dokunmuş ona.
Ben de babamla uzun yıllar ayrı kaldım. O ayrılığı, beraber büyüyememeyi iyi bilirim.. Ama ben Ela'nın ki gibi bir hikaye görmedim, duymadım.
Günlüğüne ilk notlardan en son buluşmalarına kadar yazmış.

Bir günlük düşünün, ilk sayfalarını 7 yaşında yazmışsınız. Aradan geçen 20 yılda ise babasıyla dertleşmiş, kimi zaman isyan etmiş. Hatta çok bozulmuş. Kimi zaman da iyi ki yoksun demiş. Oh çekmiş içinden!
Ama o son sayfalar benim diyen yüreği çiğneyip geçmiş...
Bazı bölümleri Ela’nın da izniyle hiç dokunmadan aktarmak istedim.

***
‘'Bugün her şey o kadar kötü gitti ki toparlayamadım galiba ben kendimi. Sonra telefonum çaldı. Numaramı bir akıl hastanesinden bulmuşlar. Nasıl bulmuşlarsa? 'babanız burada, lütfen gelip çıkarın' diyen hemşireyle yarım saat telefonda tartıştım. 'Ben onu 20 senedir görmüyorum' dememi umursamadı bile.
Telefonu kapattım, hastaneye gittim. Yolda arabamın lastiği patladı. Servisten gelip lastiğimi yaptılar. Her şey üst üste geliyor gibi hissettim. Hastaneye vardığımda babamdan önce doktorun odasına gittim. Hiç bilmediğim bir şeyle karşılaşmaktan korktum. Ama kaçamadım! Meğer babam akıl hastasıymış! Bunu 20 sene sonra hastanede- üstelik babamı henüz göremeden bir doktordan öğreniyorum.
Sonra tüm cesaretimi toplayıp babamın yanına gittim. Onu sorgulayacak, kızacak bütün gözlerimi arkamda bıraktım. Hepsini içime bastırdım. Normalmiş gibi gözlerle girdim hastanedeki odasına. Buz gibi gözlerle…
Sanki hiçbir şey olmamış da ben daha dün hastaneden ayrılmışım, hatta bu herkesin başına gelebilirmiş gibi davrandım. Utandırmak istemedim onu.

‘Yıllar sonra yine ben düşündüm her şeyi. Yıllar sonra beni gören gözleri tanımıyor gibi bakıyordu. Bütün yaşanmışlığını silmiş’.

Sadece beni gören yani mutluydu geldiğim için.Yaşadıklarını kaybetmiş bir babaya ne sorabilirdim ki! Niye beni aramadın bile diyemedim ben!
Öylece evine bıraktım onu. Duygularını yitirmiş. Ha ben ha başka bir kız ne fark ederdi ki’’.

***
Babasıyla problemi olmayan kadın nerdeyse yoktur aramızda. Ama yıllar sonra görülen babaya da hesap soramamak hatta hiç bir şey olmamış gibi davranmak reva mıdır o kız çocuğuna?
Ela yine gözyaşlarını kalbine doğru akıtmış çünkü yine hesapsızca anlamaya çalışmış!
Hastane günlerinden sonra bir kaç kez daha babasıyla buluşmuş ama her görüşme ayrı bir yabancılaşmaya dönüştüğü için sadece babasının anlattığı kadarıyla dinlemeye karar vermiş. Vazgeçmiş, yorulmuş mücadelesinden. Kayıp bir ruh olarak kabul etmiş sonunda babasını.
Birbirimizle vedalaşırken farkında olmasa da ‘benim babam yok ki’ diyerek sonlandırdı sözlerini.
Ela’nın babası yok..




(Martı’nın Günlüğü, BF.)

24 Kasım 2010 Çarşamba

Ravyoli Dolgunluğunda Seksi

Dans ettiği partnerini uzaktan idare edebilen birini tanıyorum.
İlk kez karşılaşıyorum uzaktan kumanda dansla.
Hem uzak olup hem de sıcak olabileniyle üstelik…

Yeni bir dönem başlattı O. Gazeteciyim, şuyum, böyleyim demedi, pistlere bıraktı kendini. ‘Gazeteci ciddi adamdır’ tabusu falan bırakmadı ortada.
Güneri Civaoğlu’ndan bahsediyorum. 50 Dakika’nın konuğu oldu.

O yanıma gelmeden önce de başbakanın söylediği meşhur
‘3 çocuk yapalım’ tartışmasını henüz noktalamıştık. Arkadaşlarım son günlerin meşhur ‘yetmez ama…’ başlığına atıfta bulunurcasına gizli kinaye yapmışlar. ‘Yetmez ama 3’ başlığını atmışlar tartışmaya.

Kime sorduysam pişman edildim. Meğer ne büyük yaraya parmak basmışız 3 çocuk tartışmasıyla… Ekonomik koşullardan girildi, ‘yaşlılık da güzeldir’ reveransıyla çıkıldı yayından. Meğer ne zormuş ilerleyen yaşları kucaklamak bazılarımıza.
Mesele burada kalsa iyi!
‘Bekar anneliği’ de gündeme getirmemle ayrı bir kıyamet koptu.
Ama ilk değil ki. Yayınlarımda söz ne zaman ‘bekar anne’ vurgusuna gelse ya terslenirim, ya da konuyu değiştirmek adına ne sudan tartışmalar çıkar bir bilseniz.
Soru basit halbuki. Bekar anne olabilmenin yolu önce yasal olarak açılabilecek mi? Daha bir kez cevap almışlığım yok soruya. Ne kadar zor olduğundan bahsedenlerin dışında. Hevesli olduğumdan değil. ‘Kafamızın içindeki kilitleri kırar mıyız’ diye merakımdan soruyorum.

Sonunda programın ikinci bölümüne geçiyoruz ve klasik söylemlerden uzak biri geliyor yanıma doğru. Yüzüm bile gerginliğini bırakıp, tebessüme dönüyor. Çoluk çocuk meselelerini bir kenara koyup bu kez kadının ta kendisini soruyorum konuğum Güneri Civaoğlu’na.
Çapkın olmadığını söylüyor. ‘Ama nedense çapkın olduğuma dair bir algı var. Ben de anlayabilmiş değilim’ diyor.
Sonra soruyorum; Ertuğrul Özkök yazılarında hep balık etli kadını ideal güzeli olarak anlatır, senin kadının nasıldır? diyorum.
Balık etli kadın sevdiğini söylüyor. Dokunmadan aktarıyorum aşağıda söylediklerini;

Kadın erkek ilişkisinden biraz bahsetsene;
‘Erkek çapkınmış falan bunlar laf. Kadın seçer ama erkek seçmiş izlenimi verir kadınlar. Biz de bu konuda epey budalayızdır. Sanki adam kendi yapmış, kadın da direnmiş gibi bir senaryo uygulanır.

Çapkın mısın peki?
Çapkın algılanıyorum. Hayret bir şey. Hiç anlamıyorum neden?

Aslında çapkın değilsin ama öyle mi?
Güzel kadın elbette severim. Doğada güzel denizi seversin, manzarayı seversin, mavi hoş bir gök seversin, resim, heykel, kitap seversin. Kadın da tüm güzelliklerin önemli bir parçası.
Sanatın içinde bir esin kaynağı. E o zaman kadını da sevmemem mümkün değil.

Senin ideal kadın tarifin ne, mesela Ertuğrul Özkök her seferinde balık etli kadın tasviri yapıyor köşesinden?
Ben de balık etli severim. Hatta ben ‘Ravyoli dolgunu’ diyorum. Kadınlar nedense selülitten korkarlar. Aslında az bir selülitin kadına hoşluk, yumuşaklık vereceğini düşünüyorum.
Mesela Demi Moore’un çok hayranıydım. Ama Striptiz filmi yaptı ve o borulara tırmanarak sirk cambazı gibi dans etti. O filmden sonra Demi Moore’dan soğudum. Ben daha yumuşak, daha kadınsı tipleri seviyorum. Benim güzellik anlayışımı en güzel ‘Güzelliğin Tarifi’ kitabında anlatılmış. ’’Denizin yüzeyinde hangi fırtınalar eserse essin derinliklerinde bir kum taneciği bile kımıldamaz. Duru bir güzellik vardır, suyun altında. Venüs güzelliği de budur’’.

Güneri Civaoğlu’nun kadın seksiliğine yeni bir anlam kazandırdığını düşünüyorum. ‘Ravyoli Dolgunluğu’ kadınları mı geliyor bilinmez ama selülitin özgürleştiği bir model bu haberiniz olsun.

20 Kasım 2010 Cumartesi

‘ÖZGÜRLÜKLERİN HE-MANCİLERİ'!!!

Başlık benim masumiyetimden, geçmişimden, ilk erkek kahramanım
He-man’den.
Hatırlar mısınız?
He-man tam aksiyona geçeceği anda çekerdi kılıcını, avazı çıktığı kadar haykırırdı. ''Gölgelerin gücü adına güç bende artık'' derdi. Sonra teker teker haklardı bütün kötüleri. Gölgelerden, özgürlüklere kadar uzanırdı He-man’in hikayeleri.
Bizim gibi…
‘Gölgede bıraktığımız ne varsa özgürlükler adına hepsini dışarı salalım. Kalmasın tabumuz, gizlimiz saklımız, küsümüz olmasın artık’.
He-man derdi bunları.

Rüya bu yine bırakmıyor. He-man geldi yanıma, elinde renk renk bir sürü kalem vardı. ‘bu kalemleri sana versem, yazdığın ne varsa gerçek olacak desem, önüne renk renk dizsem hepsini ne yazarsın?’ diye sordu!.

***
O’nu ilk gördüğümde ben 20’lerin başında, O da henüz 50’lilerinin başındaydı. Ama cildi pırıl pırıl, saçları gür, sesi yumuşacıktı.
Yıllardır izlediğim kadın yoktu karşımda, başka biriyle beraberdim.
Elini uzattı. ‘Duygu Asena ben Baharcım seni ilgiyle izliyorum’ dedi. Ufuk’la uzun uzun konuştular sonra Habertürk’te işe başladı.
Öyle çok önyargım vardı ki O’na.
Feminist miydi? Erkek düşmanı mıydı, kimdi?
Öyle ya! kime erkekler hakkında iki kelam etsem, o dönem hepsi döner ‘Duygu Asena mısın’ deyiverirdi. Kötü bir şeydi Duygu Asena olmak. O’nun dilini konuşmak. Böyle algılattı ‘erkek medyası’ o zamanlar.
Sonra benim yayınıma çıktı defalarca kadın meselesini, kadının açmazı ne varsa konuştuk. O hep yumuşak tonda anlattı. Söyleyeceği ne varsa içine nefret, kin katmadan söylemeyi becerdi.
Bıkmadan yıllarca anlattı. Çekinmeden sordu. Kızlara çıkıştı. ‘Özgür olmak için mi evleniyorsunuz’ diyebildi. Kaç erkek bu soruyu ‘örf adet’ adı altında hikayelerle geçiştirdi belli değil.
Duygu Asena dönemi elbet unutulmadı. O bir kapıyı açtı ama kadın meselesi biter mi hiç. Bu ülkenin hangi meselesi bitmiş ki, kadını tamamlansın.

Baş örtüsünü hararetle tartışıyoruz ya mesela ‘özgürlükler’ adına.
Sormak istiyorum.
Bizim özgürlük anlayışımız ‘neyi yasaklarsanız, onu elde etmek midir’?

Türban yasağı tamamen kalkınca mı artık özgür sayılacağız gerçekten?
Ama Alevilerin Cem Evleri’ne bile ‘ibadethane’ diyemedik henüz. Ruhban Okulu’nu da açamadık. v.s… Ben ne derim ki. Kadına sıra gelir mi? Baş örtüsünü takan kadın, konuşanı erkekken bana sıra gelir mi?

Sonra merakım iyice kabarıyor işim gereği öyle çok insana değiyorum ki, ilgimi çekiyor. ‘Özgürlük’ denen şey bir sektör mü acaba? Bu sektörün türbandan kazandıkları daha çok mudur ki başka alanlara uğramıyor?
Mesela;
Bu ülkede sevişme özgürlüğü bütün üniversitelere girebiliyor mu?

Sayıları az mı sanıyorsunuz ‘yurt dışında daha rahatım’ diyenleri.
Sevgililerinin elini burada tutamayıp, yurt dışında bırakmayanlar az mı?

İş yerinde ‘ceketin içine ille de gömlek giyeceksin, düğmelerini de gırtlağına kadar kapatacaksın yoksa kovarım’ diyenler bugün ‘özgürlükler’ adına yazıp konuşmuyor, mu?
Özgürlük sektöründe istihdam edenlerle, fikrin özgürlüğünü, serbest piyasasını savunanları He-Man mi söylesin?

Ne iktidar, ne muhalifi, ne de bir taraf değil, bir zihniyet meselesi.
Önlerine örülen duvara konuşuyorum. Başbakan zihni açık bir erkek. Eşinin elini tutmaktan çekinmiyor. Eşi gözü gibi bakıyor ona. Kızı arkasında beraber çalışıyorlar. Ne güzel. Kızını da katmış yoluna. Kadındır demiyor, itmiyor öteye. Parti içinde daha çok kadın vekil, bakan v.s. olması istediğini anlatanlara defalarca şahit oldum.

Benim seslenişim He-mancilere...

Ve He-Man sana cevap veriyorum.
Kalemleri aldığımda gerçek olacağını bilsem ‘bizi he-mancilerden koru allahım’ yazardım.

15 Kasım 2010 Pazartesi

‘‘Senin sümük diye attığını eller simit diye kapar’’!!!

Anneannemin meşhur cümlesi. Ben ufaktım, O mahalle ve akraba ahalisinin yüce sesiydi. Evli barklı kadınlar danışırdı ona. Beylik cümlelere, hikayelere bağlardı anlattıklarını anneannem. Evlilik kurtarıcısı gibiydi.
Yukarıdaki sözü de kocalarından şikayet eden kadınlara söylerdi. ‘Kıymetini bilin kocalarınızın! her istediğinizi alıyorlar, dayak da atmıyorlar elalemin kocaları gibi. daha ne istiyorsunuz’ türünde laflarına ben o zaman da karşı çıkardım. Şimdi de hiç bir şey değişmedi.
Erkeği doğuştan ‘üstün kılan’ ne varsa bana hiç uğramadı!

***
Mutsuzuz diye boşanıp daha da mutsuz olan hayatların kadınları var. Çoğu; boşanmayı bir çeşit kocasını cezalandırma yöntemi olarak uygulamış. Adamların ellerinde ne var ne yok almak istemiş. İstedikleri resmen gerçek olmuş olmasına ama bu kez de erkeğin sırası geliyor. O da elindeki tek argümanı kullanıp cezalandırmaya başlıyor ve boşadığı karısını tek kuruş ödemeyerek ve ya nafakalarını geciktirerek cezalandırıyor. Sonra daha da mutsuz kadınlar çıkıyor ortaya buralardan.

Boşanmanın kadın üzerinde neler yarattığını ilk annemde gördüm. Annem daha şanslıydı. Ailesinin kapısı ona ardına kadar açıktı. Kendini yalnız hissetmedi. Ama kırk kapı da açılsa eksik hissetti. Boşanmış her kadın gibi bir parçası kopuk ama dışarıya çıkmış fazla bir parçayla (yani benimle) baba evine döndü. Anneannemin taktikleri de tutmadı. Babamla ikisi sanki sadece beni üretmek için buluşmuşlar gibi ürünün ortaya çıkmasından bir süre sonra ilk ayrılıklarını yaşadılar. Devam eden yıllarda birkaç kez bir araya gelip denediler, zorladılar ama boşandıkları gün 5 yaşımda ilk ‘oh’ diyenlerdenim.
O kadar uzattılar!

***
3 boşanmış kadınla beraberim. Birisi iş kadını Gül, diğeri öğretmen Pervin, üçüncüsü ev hanımı ve türbanlı ya da başörtülü veya adına her ne diyorsanız! saçları görünmüyor işte. adı Suna.
Üçüyle de hayatımda ilk defa karşılaşıyorum. Değişik çevrelerden arkadaşlarım sayesinde tanıdım onları. Oturdukları semtler, yaşadıkları hayat ve gelirleri birbirlerinden çok farklı dört kadın aynı masadayız. Dışarıdan baksanız onları bir araya getirecek bir şey bulamazsınız.
Ama var!
Buluşmamız akşam üstü saatlerine denk geldi. Birisi şarap, öbürü çay diğeri kahve içti. Ben hepsini!
Önce birbirlerinin saçlarına, kıyafetlerine baktılar. Hatta içlerinden birbirlerini eleştirdiler. İçten içe hepsi diğerinden daha farklı olduğunu düşündü.
Ne zaman ki iş konuya geldi. Bütün kimliklerinden soyunup; ‘Kadın her yerde kadın’ oluverdiler. İçlerini dökmeye başladılar.
Dört kadın başladık evlilikleri konuşmaya. Ben konuyu açan bekar ve başından hiç evlilik geçmemiş tuzu kuru olanım. Onlar ise geçen yıl evliliklerini bitirmiş. Bu kadınların en bariz ortak yanları; boşanmış olmaları dışında, kendilerini iyi ifade ediyorlar. Güzel ve bakımlılar. Yaş aralıkları 34-37.
Üçünün de tek çocuğu var. İkincisini yapacak kadar tutunamamışlar evliliklerine. Üçü de 5 yılı deviremeden kopmuş aile hayatlarından.

Gül’ün kocası internetin ve play-stationların başından kalkmadığı için ilgisizlik olmuş boşanma sebepleri. Kocası çok direnmiş ayrılmamak için, birkaç şans daha vermişler birbirlerine ama yine olmamış. Asıl bomba ise; boşandıktan 3 ay sonra, kocasının başka bir kadından çocuğunun olması.

Pervin’in kocası da, kendisi gibi öğretmenmiş. Aynı okuldan başka bir öğretmenle aldatmış onu. Üstelik o öğretmen de evliymiş, işler iyice karışmış. Hikaye ortaya çıkınca mesele çok büyümüş. Boşanan boşanana trafik karışmış. Kocası çok uğraşmış boşanmasınlar diye ama Pervin bana mısın dememiş, dönmemiş kararından. Elde var bir çocuk!

Suna en çaresiz profil. İş, güç tahsil hak getire! Para pul hiç yok! Baba evinden koca evine düşmüş! (düştüm onun kelimesi) ‘Çok sevdim, ne bileydim zulmün beni bulduğunu’ diyor. Kocası çalışmadığı gibi sabah akşam demeden dövmüş. Hala bu dayağın izlerini taşıyor vücudunda. Dayak yediği gecelerin birinde canına tak etmiş ve dayanamayıp sokaklara atmış kendini. Ailesi; kapıyı açmayı bırakın, aralamamış bile! O da bir akrabasına sığınmış çocuğuyla. Sonra yatılı olarak bir evin hizmetinde çalışmaya başlamış. Çocuğuyla hem o evde yaşıyor hem de çalışıyorlar.

Gül’ün birkaç flörtü olmuş boşandıktan sonra ama ‘bir şey çıkmadı’ diyor. Konsantre olamamış kimseye. Pervin ‘okul, iş güç, çocuk zaman mı kalıyor’ derken, Suna ‘zaten emanet eve başımızı soktuk oğlanla hangi ara neyi düşünecem’ derdinde.
En rahatı da, en rahatsızı da bir gıdım ileri gidememiş aşkında. Bir tek Gül her türlü felsefeyi deneyenlerden. Hindistan’a da gitmiş. Yoga da yapmış. Meditasyon, nefes ne varsa hepsini denemiş. Gül; ‘başlangıçta odağı değiştirmek iyi geldi ama dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz’ diye yakınıyor.
Pervin ‘Ye, dua et ve Sev’i yeni izlemiş. ‘bu felsefi filmlerde adamlar çok medeni çok kibar konuşuyorlar. Biz kibarı bir yana konuşamadık bile, üstelik kocam da öğretmen ama ne mümkün. Ayrıldık hala kavga ediyoruz’ diyor.
Suna’ya evin hanımı çok destek olmuş. Onu psikolağa göndermiş, bazı kitaplar vermiş okuması için. Her şey iyi hoş ama yine her gün bekarlığıma dua ediyorum’ diyor.
Sanmayın ki üçü de güzel değil. Ya da sıkıcı kadınlar hiç değiller. Hepsi hoş sohbet. Hepsine ders olmuş ama, öyle anlatıyorlar. Üçünün de erkek çocuğu var. ‘‘Biz 'erkek çocuklarıyla' evlendik çocuklarımızı ‘kadıncı’ yetiştireceğiz ahd ettik’ deyiveriyorlar. Bizim kocalarımızın anaları ne istediğiyse yapmış, üstüne fazla titremiş. Anne diye her bağırdıklarında arkalarından koşmuşlar. O yüzden ‘erkekler çocuk gibidir’ der geçerdik. Ucu en dibimize dokunana kadar!’’.

Onlara anneannemin sözünü hatırlattım. ‘Sizin sümük diye attığınızı eller simit diye kapar mı’ dedim. Güldüler.
‘Simit seveni de var, sümük seveni de’ diye.






Martı’nın Günlüğü, BF

11 Kasım 2010 Perşembe

KIZGIN HAFIZA

80'ler etkisinde yeni bir pop hareketi geliyor kulağıma. Sonra arada kalmış melodik ritimleri de var. Ama en sonunda her ritim bir oluyor ne eski ne yeni kalıyor. Başka bir müzik çıkıyor ortaya.
Bahsettiğim grup ‘HURTS’, parçaları da; ‘Wonderful Life’…
Şarkıyı duyunca eski, yeni ne varsa içimde silkelendi. Sormaya başladım.
İnançlar ne kadar kutsal olabilir? Sorgulayamayacağımız kadar mı? Ya da olduğu gibi muhafaza etmek mi kutsal yapar onları?

Ben küçüktüm mahallede bir ‘Alevilik’ konuşulurdu. ‘Şu alevi, bu değil’ diye mahallelinin dilinden dökülürdü. Alevi olduğu için evlerine gidilmeyenleri duyardık. Okula başladım. Aleviliği mezhep olarak anlattılar. ‘Bir fark yok aslında biz Muhammed’in, onlar Ali’nin takipçisi’ dediler.
Sorgulamadık. Ne ben, ne de tanıdığım başkaları.
Sonra ara ara başka şeyler daha öğendik Alevilik ile ilgili. Cem Evlerini televizyonlarda görür olduk. İbadet şekilleri bize benzemiyordu.

‘Can’ deyişlerini sevdim. Can’dan öte ne var ki? Mevlana da ‘cancağızım’ demez mi?
Yüreğimizi dayandığımız ‘can’dan; daha hakikisi var mı?

İnsan içine girmeden bilemiyor işte. Uzaktan konuşmak kolay! ‘Alevilerin ne sorunu var ki?’ demek kolay!
Biraz dinleyenin içine dokunduğu hikayeleri, inançları var, özgürce yaşamak istedikleri.
Alevi dedelerinden biri Hüseyin Güleryüz ile birlikteyim. Nasıl da çalışarak gelmiş programa, (50 dakika) notlar almış. Ne anlatıyorsa özen gösteriyor dilinin ucundakilere.
Dayanamadım, notlarını yayında aldım elinden. Gözleri kağıda gidiyordu. ‘Nolur içinizden geldiği gibi anlatın’ dedim. Gülümsedi, güvendi. Elindeki kağıtları teslim etti.
Ben sordum. O samimiyetle yanıtladı. Önce sizi, bizi kaldırdık aradan. İçine sen-ben diye kendimizi katmadık.
Alevilerin Türkçe ibadet ettiklerini anlattı. Öyleymiş, öyle uygun görmüşler. Anlamak istiyorlar dualarını. Ne güzel. Arapça olana da diyecekleri yok.
Cem Evlerinde müzik sanılanın dua etme biçimi olduğunu anlattı.
Alevilikte aşkı anlattı. Aşkın önünde ‘benim diyenin’ duramadığını söyledi.

Kafam karıştı!

Diyanet İşleri’nin açıklaması, sonra okul yıllarından beri öğrendiğim Alevilik bir mezhep mi? diye sorduğumda ‘hayır’ yanıtını aldım.
‘Hak Yoludur’ dedi. İyice kurcaladım başka bir inanış mıydı diye
ama ısrarla ‘Hak Yolu’ döküldü ‘dedenin’ dilinden.

Sonra konu ‘ayrımcılık’ tartışmalarına geldi. Zorunlu din dersini yıllardır istemedikleri açık. Hakları da yok değil.
Sırf onlar mı? Dinin zorunlusu olur mu ki, dersi zorunlu olsun?
Hep denmez mi ‘dinde zorlama olmaz’ diye.
***
‘Bizden değildir’ diye diye aramızdan, içimizden ayırdıklarımızın sayısı belli mi acaba?
‘Kızgın Hafıza’ bu.. devreye girmeye görsün ‘can’ a dokunmadığı, candan atmadığı, öteye İtmediği kalmıyor.

5 Kasım 2010 Cuma

ZEVKYOL EMİNE

Başlığın içindeki ‘yol’; kelimesi itibariyle bir iktidar partisini temsil etmese de, iktidar meselelerine derinlemesine giriyor.
Seks ve zevk üzerine kalem oynatmanın riskli olduğunu bilerek bu konu üstündeyim. Çünkü her şeyi konuşmaya çalışan toplumun konu buralara gelince susmasını ilginç buluyorum. Hiçbir şey yokmuş gibi davranmasını anlayamıyorum! Hatta diziler ve filmler üzerindeki seks sahneleri çıksın baskısını tuhaf karşılıyorum. Hele de bunu ahlak çatısı ve toplum değerleri altında yapma girişimlerine inandırıcı gözlerle bakamıyorum.
Bu ülkede kimse sevişmiyor mu?
Her doğal olanı illa kurallara bağlayıp normalleştirme çabamız niye? Her şey normal olmak zorunda mı?
Hiç ‘normal sevişme’ diye bir kavram duydunuz mu?

***
12 yaşındayım evde tetrisimle oynuyorum. Anneannemin yakın arkadaşlarından biri; hiç evlenmemiş, hatta evde kalma sınırını geçmeyi bırakın, oraya da 3 tur bindirmiş bir Eminemiz vardı. 42 yaşındaydı. Hayatında hiçbir erkekle ne teması oldu, ne de flörtü. Emine’nin çok bakımlı ve bir içim su olduğunu söyleyemem ama ne Emineler neler buldu bilirim!
Emine sürekli bekarlığının derdini yanardı anneanneme. Muhabbet dönüp dolaşıp Emine’nin bulamadığı kısmete gelir, anneannem de umut vermeye devam ederdi.
Gel zaman git zaman Emine taşındı. Ben büyüyüp yuvadan özgürlüklere uçtum. Üniversite, master, iş güç derken Emine’yi tamamen unuttum.
İzlediğim bir belgesele kadar!
İnançların, yanlış örneklerin insan üzerinde yarattığı talihsizliklerden bahsediyor, belgesel. Mesela körüklenen korkunun sürüklediği seçim yapamama ve yaşanmamışlığı acı gerçek olarak niteliyordu.
Nedense Emine gözümün önünde canlandı. Acaba Emine’ye bir anlatan çıksaydı bir şeyler yaşar mıydı inadına? Ya da zevk nedir öğrenmek ister miydi en azından?

Belgeselde benim bile şaşırdığım bazı örnekler vardı. Mesela ilk buluşmada her zaman romantik bir yemeğin etkili olacağını düşünürdüm. Meğer rahat ve ferah bir ortamda buluşmak her zaman daha avantajlı olduğu gibi açık hava, duygu ve arzulara müthiş bir canlılık katıyormuş.

Sonra ‘dans etmeden sevişmeyin’ vurgusu çok iddialı bu belgeselin. Dansla ritimler ve kişiler birbirine uyumlanıyormuş.
Önce dans şart diyor!
İlişkinin aşka dönüşmesi için ise; ‘başlangıçta her zaman bir öykü vardır. Ve o öykünün gerçek bir aşka dönüşmesi için defalarca anlatılması gerek’ bilgisi vurgulanmış. Çünkü aşk kendini anıların nakaratı üzerine kurarmış.

Beni en çok şaşırtan kısmı; ‘şefkatin aşkın en değerli simgesi‘ olduğuna dair açıklamaları. Çünkü yıllarca tutku, güvenilir tutarsızlık ve heyecan tarafında aranır sanmışım!

Araştırmalar bugünün bilgileri. Haliyle bugünün şehir kadınlarına hitap ediyor. Her anlatımın sonuna ise zevk kelimesi özellikle bir yerden sıkıştırılmış. ‘’Aslen işin özü ‘zevk’ bunu anlayın yeter’’ tadında bir anlatımı var.
Belgeselin sonunda güncellendiğinizi hissediyorsunuz. Büyük sürprizler yok ama minik updateler belgeselin hakkını veriyor.

Belgeselin sonunda Emine’nin bizim eve uğrayışlarının son bulduğu anlar gözümde canlandı.
Emine her defasında o kadar içten anlatırdı ki durumunu. ‘Ben de bir gün evleneceğim hayatımı yaşayacağım’ diye konuşurdu sürekli. Anneannem de her seferinde ‘tabii Eminecim senin de hakkın, merak etme’ derdi, rahatlatırdı onu. Emine’de sanki her gün o cümleleri duymaya gelmiş gibi sürekli aynı diyalog tekrarlanırdı.
‘Hayatımda tek erkek tanımadım’ diye hayıflandığı anlardan birinde ise ben dayanamadım. Yaşım küçüktü ama leylek hikayelerini de geride bırakalı epey olmuştu. Arada bir dönemdi benimki. Emine’ye döndüm ve ‘ne yani bu yaşta hala bakire misin’ dediğimde, anneannemin renginin attığını gördüm.
Emine zaten perişandı. Kaderine mi yansın, yoksa patavatsız bir ufaklığa mı bozulsun? Ne yapacağını şaşırdı. Ama çok bozuldu.
Anneannem çok kızarak beni odama yollamıştı. Hatta Emine sayesinde 2 gün tv ve sokak yasağı almıştım. Emine’nin kendine verdiği cezaya bulaşmanın da bir ceza olduğunu o gün öğrendim. O yüzden unutmamış olabilirim.
Kapalı bir kutuydu Emine’nin dünyası… Gerçeğe dair tek soruda bile sizi de kapatan bir yere sokuveriyordu tepkisi.
Hatırladıkça şimdilerde anlıyorum anneannemin neden tepki vermeyip sürekli ‘haklısın Eminecim’ dediğini.

Emine benim sorumdan sonra uzun bir süre bize uğramadı. Ben üniversiteye gidip evden ayrıldığımda sık gelir olmuş ama her defasında bir yerlerden çıkacağım tedirginliğiyle otururmuş.

Aradan 18 sene geçti. Bugün Emine 60 yaşında. Hala bekar ve hala doğduğu ilk günkü gibi. Sadece fizyolojisi biraz daha erkeğe benzer halde ilerlemiş. Şimdiki hayatını sormak istedim ama Emine bu! seneler önce yaşadığını unutmamış. Beni görür görmez kayboldu.
Anneanneme defalarca sordum ‘Emine ne anlatıyor’ diye. Ama O da yeminli gibi anlatmadı.

Tek bildiğim. Emine ‘yeddi-emin’ hal ile kendiyle.

2 Kasım 2010 Salı

TANZİMAT-I KAYIP !

19. Yüzyıl… Bugün ‘tanıdığınız’ kim varsa hepsi orada. Ya savaşıyorlar, ya roman yazıyorlar ya da en önemli icatları çıkıyor içlerinden.

Öyle bir devir ki; Darwin yaşıyor. Alfred Nobel hayatta. Dostoyevski, Victor Hugo ve Tolstoy henüz en önemli eserlerini yazıyorlar. Bunlar sadece bir kısmı.
Bugüne gelen ne varsa, o gün herkes orada. Hepsi hem tanık, hem de her şeyi inşa ediyorlar. Hepsi içimizde. Bugün ne-isek genimizde onlar var. O yüzden onlara ait ne bulsak dokunuyoruz. Tabii bulabilirsek!

***
Tarih: 3 Kasım 1839. Yer: Gülhane Parkı.
Gülhane-i Hattı Hümayün ilan edildi; Yani Tanzimat Fermanı okundu ve yeni bir devir başladı. İsmi Tanzimat Devri oldu.
Osmanlı Devleti’nin hem yenilenmeye hem de dışarıyla ilişkisini güçlendirmesinin vaktiydi. Tüm dünya yeni buluşların, yeniliğin peşinden giderken Osmanlı sessiz kalamazdı. Kalmadı.
Ancak yüzyıllardır ‘Saray’ın dilinden dökülen kararlar da öyle ha deyince devlete, yasalara bağlanamazdı, bir anda uygulanması beklenemezdi.
O yüzden Osmanlı’nın Tanzimat’ı ‘öksüz’ açtı gözlerini, dünyaya.

2000’li yıllara kadar uzanan bitmez tükenmez tartışma ‘batılı mıyız-doğulu muyuz’ çelişkisi de böylece başlamış oldu. Ne batılı olunabildi, ne de doğulu kalındı. Mektebin yanında medrese, batı hukukunun yanında eski hukuk, batı müziğinin yanında doğu müziği gibi tartışmalarla ‘Tanzimat’ tam bir karmaşa yarattı.
Değil çeşitliliğin kabul edilme ihtimali, zaman zaman tek seçenek bile fazlaydı o günlere. Üstelik tek konu ‘Avrupa Açılımı’ da değildi.
O devir Osmanlı’nın kapısında bekleyen ABD de, sonunda izni kopardı ve ABD-Osmanlı arasında ticari ilişkiler resmen başlamış oldu. Üstelik gelecek 50 yıl içinde de yükselişe geçecekti bu ilişkiler.
Osmanlı Devleti gelişim için bazı adımlar atıyordu ancak 19. yüzyılda demir yolları taşımacılığının başlamasıyla gelen sanayi devrimiyle beraber bir çok ülkede kentleşme başladı. 1830’larda Fransızlar, Cezayir’i Osmanlı’dan aldı. 1839’da Yunanistan, isyanlar sonucu bağımsız oldu. Her yerde sürekli bir şeyler oluyordu. 1800'lü yıllarda değil soysal ağa, mektup arkadaşlığı bile vakii değildi.
Yokluğun, imkansızlığın iliklere kadar ilerlediği günlerdi. Öyle bir devirde atıldı aslında Türkiye’nin de tohumları. Farkında olunmadan elbet.
İmparatorluktan, vatandaşlığa kadar gidecek tarihin kapısı aralandı.

Ferman ilan edilince; kimi kesimler demokratikleşmenin somut ilk adımı görüyor Tanzimat’ı. Kimileri, ülkedeki yabancılar ve rütbelilerin mal varlılığının güvence altına alınması olarak görüyor ilanı. Bazıları ise ‘Fransız İhtilali’nin milliyetçi etkisini azaltmanın başka yolu yoktu’, yorumunu ekliyor. Daha da ağır ifadelerle ‘düpedüz padişaha karşı bir darbeydi Tanzimat’ın ilanı’ diyeni de çok oluyor.

Öyle ya da böyle. ‘Astığı astık, kestiği kestik’ diye okunmuş bir saltanatın kendini yasalara bıraktığı bir döneme geçişin ilk sinyalleri geliyor peşine…
Padişahın artık canının isteyip de ‘tez getirin kellesini bre’ diyemediği bir perde açılıyor Osmanlı’da. Son perde olmuyor ama sonu da hazırlıyor çoklarına göre.

Gel zaman git zaman; Gülhane Parkı içinde okunan Tanzimat ilanı, sonraki yıllarda Atatürk dahil bir çok aydının da tepkisini çekiyor. Atatürk; ‘Tanzimat Devri’nin ekonomik yönden Osmanlı’yı hem zayıflattığını hem de haksız uygulamalarla sanayi ve tarımın gelişme olanaklarını yok ettiğini söylüyor.
‘Tanzimat’ı aşırı Avrupacılık olarak suçlayan bazı milliyetçiler çıkıyor. Devrin fikir adamlarından yazar Ziya Gökalp ise, Tanzimatçıların batı medeniyetini yarım-yamalak alarak memlekette bir sürü ikiliklere yol açtığını anlatıyor.

***
Sırrı Süreyya Önder’e anlatmıştım. O da kalemine vurdu konuyu. Radikal’de Tanzimat devrini anlattı. Sonra sordu ‘Sahi bir Tanzimat Müzesi vardı, ne oldu’? diye.
İşte O müze artık yok!.

Bundan 1 ay evvel, Gülhane Parkı’nın kapısından girdim. Görevli ve oradaki sorumlular dahil sorduğum hiç kimsenin Tanzimat Müzesi’nden haberi yoktu. Hatta adını hiç duymadık diyenler bile vardı.
Sadece bir güvenlik görevlisi hatırladı ‘Tanzimat Fermanı burada ilan edildi’ diyerek müzeden haberi olmadığını peşine ekledi.
Sormadığım yer kalmadı. Sonunda tanıdıklar vasıtasıyla araştırınca ortaya çıktı. Meğer Tanzimat Müzesi, 10 yıl önce restore edilmek üzere kaldırılmış, içindeki eşyalar da belediye depolarına gönderilmiş…
10 yıl önce!!!
19.yüzyıla dokunan ne varsa geçtiği yerde tıkanıvermiş.
3 Kasım Tanzimat’ın yıldönümü. Okumak lazım, en azından google’dan da kaldırılmadan.

30 Ekim 2010 Cumartesi

İKİ KADIN VAR

Kendileriyle gelen erkeklerle yeni devirleri açmış. O devirlerin anahtarları olmuşlar. İlk onlar inanmış o erkeklerin söylediklerine.
Arkalarına katmış herkesi. Biri Müslümanlığa, öbürü hristiyanlığa götürmüş yolu. Sevgiyle yapmışlar, aşkla kucaklamışlar dönemi.
‘Hz. Hatice’ ve ‘Meryem Ana’...

***
Bu ülkenin bazı meseleleri var içinden çıkamadığı. Hiçbir zaman gerçeğiyle yüzleşemediği. O yüzden çareyi hep karşı çıkmakta bulduğu dönemleri, kadınları, adamları var. Başka türlüsü öğretilmemiş çünkü.
Konu kadına gelince erkeklerin konuştuğu bir yer burası.
Türban, yasak, tecavüz, cinsellik vs olunca yine erkeğin dilinden dökülüverir cümleler. Karar verir, taraf olurlar üstümüze.
Hala tanımlayamadılar. Bayan mı desinler, hanım mı olalım, kadın mı?
İspata değil, dikkate ihtiyaç var görmek için. Markete gidin, televizyonu açın ya da herhangi bir arkadaş muhabbetine girin. En az bir kez, birileri hanım-bayan pardon kadın çelişkisini yaşayacaklar gözünüzün önünde.
Kafalarında bir yere oturtamadıklarını normal hayatta tanımlayamamalarından doğal bir şey yok zaten. Bu çelişkileri anormal değil. Sadece bilinç sistemlerinin verdiği error sürekli dillerinde.
Google’a girin ‘kadın’ diye yazıp arayın. Görsellerde karşınıza çıkan ilk fotoğrafa bakın. ‘vücut geliştirmiş kadın’ başlığıyla anormal kaslı biri çıkıyor. Başlığı olmasa kadın olduğu ilk bakışta anlaşılmıyor.
Sonra kadın dergilerinin hepsine tek tek bakın. Hangi sade kadının gündeminde sadece ‘o başlıklar’ var ki? Daha çok 'bayanlara' hitap ediyor!
‘kocanızı elde tutmanın 1001 yolu’… ‘Ya aldatıyorsa’?... ‘Erkeği feth etmenin ipuçları’?... ‘Nasıl evlenme teklifi alınır’? vs...
Gerçekten kocam olsa da elde tutmak için savaşmak gibi bir kaygım yok. Gittiği yere kadar yolu var, demek istiyorum. Aldatıyorsa da helalı hoş olsun bari güzeliyle yapsın! Ya da yok kaldıramam boşarım, uğraşamam demek hoşuma gidiyor! Erkeği feth etmek istemiyorum. Ben onu feth edilmemiş haliyle beğenmiştim! Ele geçirip dönüştürmek istemiyorum. Onunla kendimi kendim dönüştürmek istiyorum.
Bu fikirlerin kadınıyım...
Evet kırmızı ayakkabıları, yüksek topukları, yeni çıkan bir çok trendi merak ediyorum. Hatta deli gibi alıyorum. Ama ben o kırmızı ayakkabılarımın içinde Charles Dickens okumayı seviyorum. Yeni Agent Provocateur iç çamaşırlarım içimdeyken siyasi tartışma programı izleyip, belki de Hasan Cemal okuyorum.
Yüzümde kil maskesi varken Ahmet Altan’ın yazılarından bazılarına kızıyorum. Mini eteğimin üstündeki kitap ‘İsrail Meselesi’. Çoraplarımı çıkarırken okuduklarımı kafamda düşünüyorum. II. Abdülhamid için bazı soru işaretlerim var. Sonra, en olmadık yerlerde ekonomiyi konuşuyorum.
Belki de şarteli tamamen farklı yere çevirip sadece erkek arkadaşımın beni ne zaman arayacağına kilitleniyorum, bunu kuruyorum arada bir yerlerde.
Sınırım yok ki. İçimden çıkan ne varsa, hepsinin ayrı bir dünyası var. Onlar bile bağımsız benden.
Çeşitliyim. Çocuğum için kendimi sorgulamadan arabanın altına atabilirim. Eşimi, sevgilimi deli gibi sevebilirim. Ama bunların hepsini başka bir aşk için arkamda bırakabilirim. Lider de doğurabilirim, liderin eşi olup arkasında da durabilirim. Bana yaslanmasına izin veririm, düşmesine izin vermem. Ama belki de altından her şeyi ilk çeken olabilirim.
Bunları yapmam için kadın olmam yeterli.

Yaklaşık bir aydır okuduğum-dokunduğum herşeyle, tarihin akışını değiştiren kadınlarlayım. Fikirlerine, yaşamlarına dair ne varsa içimde.
Başta örneğini verdiğim ‘Hz. Hatice’ ve ‘Meryem Ana’, dini figür oldukları için değil, din gibi bir konuda bile zor dönemleri taşıdıkları için önemliler. Yürekli davrandıkları, cesur oldukları için önemliler. Ama tüm bu kadınların içinden dillerine, elinden kalemlerine dökülenler aynı;

''Kadını tanımadan, kadının dünyası keşfedilmeden, dünyadaki sorunların çözüleceğine inanmıyorum. '21'.yüzyılın en önemli keşifleri arasında kadınların içindeki çeşitlilik bulanacak. Ortaya çıkmasına izin verilip, kabullenilmesi ise tarihi dönemeç olacak''...

24 Ekim 2010 Pazar

'BEYAZ CEMAAT'!!!

Hayata veda edeli 3 yıldan fazla oldu. Ne zaman kafam karışsa ezbere parmaklarım numarasını tuşlardı. O da, benim bütün ezberimi bozardı. Ne beklesem başka bir şey bulurdum onun telefonlarının sonunda. Hiç aklımda olmayan düşünceler, kelimelere dökülürdü kapatırken. Sesi bile içimi rahatlatırdı. Kimse bilmedi ama biz birbirimize dair her şeyi bildik, anlattık. Sevgililerimize anlatamadıklarımızı paylaştık beraber.

‘Hala özlüyorum onu’ dediğim anlardan bir gece rüyamdaydı. Ben yollarda koştururken kendimi onun yanında buldum. Öldüğünü biliyordum ama bir o kadar da gerçekten yanımdaydı. Hemen sarıldım 'çok özledim' dedim. 'ben de özledim' derken kalplerimizi birbirine yapıştırarak sarıldık. Ağlamak üzereyken 'şimdi ağlama sana söyleyeceklerim var' dedi.
Yanına oturdum. Cüzdanından çıkardığı 5 lirayı bana uzattı. 'bunu yanında taşı! başına bir iş geldiğinde lazım olacak' dediğinde tereddüt etmeden, sorgulamadan, parayı alıp çantama koydum.
Sonra gözlerimin içine doğru daha da yaklaştı. 'bunlardan sonra dönüp aynaya baktığında iki çocuğa hamile bulacaksın kendini' cümlesi hala kulaklarımda.
Uyandığımda yanaklarıma değen gözyaşlarımla, kalbimde onu çok özlediğim duygusuyla gözlerimi açtım.

***
Tipimden herhalde! Bazen en olmadık yerlerde farklı algılanıyorum. İnsanlar ya beni yakın bulup içlerindekini dışarı salıveriyorlar ya da 'bizden değildir' dedikleri vakiidir.
2 sene önce Ankara'dayım. Uçaktan inip Çankaya Köşkü'ne doğru yola koyuldum. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu var. Ve salona henüz girmişken, ayakkabılarım ayağımı rahatsız edince bir köşede kendime yer bulup iki dakika dinlenmek istiyorum! Masalarına yanaştığım çifte selam verir vermez "Bahar hanım görüyorsunuz buralar ne hale geldi" diyorlar. 'Evet tadilat bitmemiş ne eski bakımsız' diyorum. 'Yok öyle değil buralar kimlere kaldı' olarak tekrarlıyorlar sözlerini. 'E niye geldiniz o zaman' soruma 'buraları onlara tamamen bırakacak halimiz yok' yanıtını alıyorum.
Ayakkabılarımın sıktığına mı takılayım, yoksa hem gelip hem de sövmenin en azından orada çok şık olmadığından mı yakınayım? derken!
Kendimi de ayakkabılarımı da sürükleyerek devam ettim köşk içinde yürümeye. Bu kez senelerdir tanıştığım hatta herkesin çok yakın tanıdığı bir işadamıyla konuşmaya başladım. Kendisi iletişim sektörünün müdavimi.
işler nasıl diye sorduğumda; 'kötü Akp geldi hiç iyi gitmiyor, işlerimizi hallettiremiyoruz' anlamında bir şeyler söyledi. Nasıl hallettirdiği kısmı eminim ayrı bir haber ve yazı konusu olur ama mesele şu an bu değil.

Bir ‘beyaz türk’ masalıdır gidiyor...
Ama bir masal düşünün ilk söyleyeni yaşamıyor. İçini dolduran ne? doğru düzgün bilinmiyor. Kapsama alanı hiç belli değil. Ama o masal devam ediyor. Yaz günlerinde kahramanlarından ötürü uykuya dalan bu masal, kışın sayfalara manşet oluyor.
Yazanı çizeni her hafta ayrı bir manifesto yayınlıyor köşesinden ‘beyaz cemaate’. Yıkılmadık ayaktayız minvalinde kalem oynatılıyor.
Sonuç tabii ki yok. Tartışmadır diyorsunuz ama yürüyüp bile gidemiyor. Kavramı da ortada kalmış, yazanı da. Okuyanını ise hiç sürüklemiyor artık.
Merak ediyorum!
Bir kavrama daha ne kadar tutunabilir ki insan ısrarla?
Hele de bu kavramın içi boşaltılmışsa!
Dolayısıyla içi boşaltılan bir çok şey gibi mesela bu ‘Beyaz Türklüğü’ de TMSF'ye devretsek alır mı acaba?

***
Gelelim 3 yıl önce ölen kişiye.
Gazeteci Ufuk Güldemir.
Beyaz Türklük kavramı, rahmetli Ufuk'un icatlarından en popüleri oldu.
Kendisi anılan türde bir 'beyaz türk' de değildir üstelik. Elazığ doğumlu orta direk bir ailenin çocuğu. Hatta maddi imkanlara çok sonraki yıllarda kavuşur. Ne burjuva kökleri, ne de asil soyu vardı. Suyun öteki yakası bile değildi.

Ama yaratıcıydı, çok çalışkandı, fırlamaydı, zekiydi. Kendi kendini var eden aykırılardan oldu. Bazen tutunamadı. Bazen tutunduğu yerden fırtına kopardı. Peşinden gitmeye tereddüt etmediğim, haber iştahına hayran olduğum Ufuk'un çocuğudur ‘beyaz türk’ kavrami.

Habertürk'un kurulduğu ilk günlerde yayınlayacak kaset olmadığından İstiklal Marşı’nı yayınlamıştık bir gün ve Ufuk ekranın altına 'İstiklal Marşı TRT'ye bırakılmayacak kadar önemlidir' yazmıştı.
Hiç bir şeyin kimsenin tekelinde ya da özelinde olmadığını anlatmaya bayılıyordu.
Sonra herkes oturup düşünürdü. Çok iyi bilirdi açıkları, boşlukları ve ihtiyaçları.
Ama her seferinde başka hikayelerle tekrarlardı 'hiç bir şey kimsenin tekelinde değildi'. Hatta kurallara-maddelere bağlayamazdınız o bundan nefret ederdi.
Beyaz Türk kavramı, ilizyoner değil vizyoner özgür düşüncelerin çocuğuydu.
O bir zekadan bahsetti. Onun beyaz türkleri yaratıcı, fırlama, çalışkan, eğlenmesini de bilen, ortaya farklı bir bakış açısı koyabilen, cesur, entelektüel zekaya sahip, ön yargılarından sıyrılmış, herkesi dinleyen ve bir araya getirebilen, komplekssiz ve herkesin konuşmasına tartışmasına izin veren bir beyaz türklüktü. Geldiği yere köyünü getiren değil, geldiği yerde kendini daha da ehlileştirebilendi. Bir burjuvasi kulübü hiç olmadı Ufuk'un beyaz türkleri. Beyaz Cemaat değildi anlattıkları. Ya da cemaate mensup beyazlardan hiç olmadı. O yüzden kendisi de bir beyaz türktü.

Şimdi beyaz türk tartışmalarına bakın.
Hal böyleyken, en iyisi bu kavramı TMSF’ye devredelim belki oradan bir alan çıkar!

21 Ekim 2010 Perşembe

'GERİYE KALAN'...


‘An gelir’ nasıl olsa ya hatırlanır ya da unutulur her şey. Belki de o anlar öyle bir iz bırakır ki arkasından, değişimin bayrağı gibi ortalarda dolaşır. Siz bile engel olamazsınız.
Zaten öldünüz. Nasıl olacaksınız ‘’Ağam’’?

Hakkında yüzlerce yazı, haber ve kitapları olan bir yaşanmışlığın hayatındayım. Öleli çok oldu. Ama onun doğrularına, yanlışlarına şahitlik eden, yollarına düşen öyle bir şeyi arkasından bıraktı ki… O hala hayatta.
Kanıt gibi, anıt gibi hala ayakta!
Üstelik ruhunu değiştirmeyi başaran da, değişimin simgesi de bir tek o olmuş.

Türkiye’nin dördüncü Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, nam-ı diğer ‘Ağa Cemal’ ve en son kendisinin kullandığı makam arabası, 1952 model Cadillac Fleetwood’dan bahsediyorum.
Araba aslında Adnan Menderes döneminde gelmiş Türkiye’ye. Dönemin makam arabası olarak Adnan Menderes’e ne kadar kısmet oldu binmek hiç bilinmiyor.
Tek bilinen, karanlık dönemin en yakın tanıklarından bu araba. Asılan, asan ellerin kapısına, camına dokunduğu koltuklarına oturduğu gerçeğin ta kendisi.

Tarihi Cadillac’ın şimdiki sahibi yakın bir tanıdığım. Kendisinin arabaya sahip olduğunu öğrenince hemen görmek istedim.
Türkiye’nin, Cumhuriyetinden darbelerine uzanan yolda lastik çevirmiş, içi dışı siyah karamsar makam arabası yerine karşıma bembeyaz bir Cadillac Fleetwood çıktı. Motoru yenilenmiş her tarafı orijinal parçalarla değiştirilmiş. Rengi beyaza boyanmış.
Darbelerden yorulmuş ama beyazlarını giymiş.
Arabayı önce 90’lı yılların başında maliye satışa çıkardığında Bostancı’nın arka taraflarındaki oto sanayide bir tamirci almış. Cadillac’ı toplayamayınca, arkadaşım hurda halinde yanında sandıklarıyla beraber tamirciden almış arabayı. Üstelik torpido gözünden ve arabanın içinden çıkan sürülerce fareyle birlikte.

Bebek’den Balıkçı Hasan’a kadar sahil şeridini bu arabayla gezdik.
Cadillac, bütün gözleri gülüşleri üzerine toplamayı başaran, üstündeki bütün ağırlıktan silkinmeyi başarmış hafif bir araba oluvermiş.
Bu günlerde en çok yabancı misafirlerini karşılıyor hava alanından. İçine binen yabancı misafirleri ise heyecanla ‘cumhurbaşkanı’nın arabasıyla geldik’ diye şaşırıyor.

52 model Cadillac bütün parçaları Amerika’dan gelerek baştan yaratıldı.
Ama onun hikayesi bununla bitmiyor.
Bir Adnan’dan başka bir Adnan’a değemeyen ‘teğeti’ onu bugünlere taşıyor. Menderes döneminde gelen Cadillac, siyasete tövbe edercesine başka bir Adnan’a teslim etmiyor kendini bu kez.
Şahibeli olduğu ifade edilen trafik kazası sonucu hayatını kaybeden Adnan Kahveci, arkadaşımdan bir gün önce Bostancı’da görmüş Cadillac’ı meğer!
‘‘Çok acelem vardı, o gün gidemedim almaya, ertesi gün gittiğimde de satılmıştı kaçırdım’’ diyor. Arkadaşım arabayı kendisinin aldığını söyleyince Adnan Kahveci şaşırıyor. Bu diyalogdan kısa bir süre sonra ise Türkiye’nin en karanlık yıllarının başında gelen 1993 yılında hayatını kaybetti Kahveci.

***
Savaş meydanlarına sığamayan ve 1960 darbesiyle ülkenin başına gelen ‘Ağa Cemal’i görev bekler. Türkiye’nin dördüncü cumhurbaşkanı olur.
Yıkımın, darbenin ardına inşa edilir ne var ne yok.
Bu karanlıktan kendini kurtaranlar ise dönemin Sokak ‘Cadillac’ları olur.

14 Ekim 2010 Perşembe

YERLİ, YERSİZ HATTA GEREKSİZ!

Açıklamaları görünce, ilkokulda bir kez şahit olduğum ama benden önceki nesillerin zihinlerine kazınan bir ‘gelenek’ canlandı bende.
‘‘Yerli Malları Haftası’’!
Hatta şiiri de ‘yeli malı yurdun malı herkes onu kullanmalı’ gibiydi.
İlkokul birince sınıfta gördüğüm enteresan manzaranın bende bıraktığı tek hasar, fındık ezmesi alışkanlığıyla sınırlı kaldı allahtan!
En şanslılarıydım sanırım, fındık ezmesiyle sıyrılıp başka yaralar almadan, bu zihniyetin akımına kapılmadan yırttım. Ama zihniyetin çelişkileri peşimizi hiç bırakmadı. Çoğumuzun farkındalık ve muhakeme kasları çok erken yaşlarda gelişiverdi.

Bir ülke düşünün izlenebilen tek televizyon kanalı var. Bu kanalda yabancı çizgi filmlerle büyüyen çocuklarına, okulda ‘yerli malı yurdun malı’ edebiyatı çekiliyor!.
Üstelik yerli malları haftasında herkesin nedense evden bir şeyler getirmesi icat edilmiş ama yiyeceklerin yanında coca cola içiliyordu.
Ya da çantalardan çıkan ‘kinder’ yumurta çikolatalar, yerli malı haftası kutlamalarını daha da ilginç kılardı!
Çocuklara soran olsa ‘kinder mi yerli mi, nedir diye’?
Bilmeyenler tadına bakacaklar haliyle. Olay bu kadar basit. Tadına bakmak.

Bir de dönemin korkunç bir canlandırması vardı. Parasını çikolataya kaptırdığı ifade edilen bir çocuğa, parası olmadığı için hiçbir meyva yanaşmayıp ‘parasız çocuk bizden uzak dur’ işkencesi resmi ellerin ürünüdür bu ülkede!
Meyve yeme alışkanlığım sırf bu yüzden oturmamış olabilir! Şüpheliyim!
O günler geride kaldı kalmasına ama mirası hala aramızda. Yani o zihniyet hala var.

Tüm bunları yazdıran vesilenin tabii ki bir hikayesi, bir de kahramanı var.

Olay, CNR Expo Fuar alanında düzenlenen 13. Uluslararası Metal İşleme ve Teknolojileri Fuarı’nda (TATEF 2010) geçiyor.
Kahraman ise Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün.

Fuarda bir çok iş makinesi bulunuyor ama özellikle CNC (torna tezgahının bilgisayarlı teknolojik versiyonu) tezgahların ön plana çıktığı bir fuar.
Ve bu cnc tezgahların çoğu, hatta yüzde 99’u ithal. Almanya, Japonya, Çin ve bir çok ülkeden tırlar ya da gemilerle geliyor. Fiyatları da özellikle KOBİ’ler için ciddi yatırım. Büyük işletmeler ve fabrikalar ise tek tek satın almayıp toplu siparişler veriyor.
Bu makineler öyle basit makineler de değil. Uğraşır didinirseniz tesisi kurup silah bile üretirsiniz. O yüzden her isteyene de satılmıyor. İthalatı ayrı bir işkence. Akreditifi, gümrüğü, bankası ömür törpüsü.
Özellikle üreticiler ve distribütörler, makineyi ne için kullanacağınıza dair detay istiyorlar, alıcıların tesisleri geziliyor. Kimsenin bu makinelerle silah yapılması istenmiyor ve bunun için üreten de, satan da takipçi.
Makineleri kullandığınız sürece distribütörle evleniyorsunuz artık. Çünkü yedek parça ve servis ihtiyacınız hep olacak.

Sözün özü; kuracağınız sisteme dikkat etmezseniz batarsınız! Amaç yerli almak olamaz, işlevsel olmak zorunda. Eğer akıllı işletme sahibiyseniz.
Bunların hepsini zaten çoğu patron gayet iyi biliyor.
Bana bu konuda ehliyet ruhsat soranlar için; liseyi makine teknik, üniversiteyi ekonomi okudum. Lise ve üniversite yıllarım bu firmalarda staj yaparak ve okul ya da yaz dönemlerinde çalışarak geçti. Fuarlarını da çok iyi bilirim.

Konumuza dönelim.
Bu ülke ithal malların hatta sigaraların yasak olduğu günleri de yaşadı. Yadırgamıyorum da. Kolay ülke olunmuyor. Her dönemin kendi zorlukları olduğunun da farkındayım ve eskiden yaşadığımız yerli malları haftasını da yargılamıyorum. Olabilir o dönem öyle düşünüldü, gerekmiş de diyebilirim.
Ama zihniyet için aynı şeyleri söyleyemiyorum. Çünkü o zaman ‘biz rüzgar yaratmıyoruz, rüzgar bizi yaratıyor’ resmi çıkıyor ortaya.
Hep olduğu gibi!
Bu rüzgar da bazen güzel esiyor ama fırtına da var. Zihniyeti taaaa oralardan taşımakla değirmen dönmüyor!

Dolayısıyla Bakan Nihat Ergün'ün bu fuarı ziyareti esnasında söylediği “Makine ithalatına anlam veremediği” ifadelerini nereye oturtacağımı hala düşünüyorum…
Yabancı markaların distribütörleri en azından Türk! yoluna mı girsem, yoksa paranın menşei mi olur kolaycılığını seçsem, çıkamadım işin içinden!

Serbest Piyasa seni ne zaman anlayacaklar acaba?

8 Ekim 2010 Cuma

KADIN YERSE!

''Kadınlar daha cesurdur. Kadınlar daha korkusuzdur''...
Durun daha bombası var.
''21. yüzyılda bütün diktatörleri kadınlar yıkacak''!!!

Buna verilecek cevap basit. Yeni yüzyıl erkeği, önce kendi içindeki erkeği yıksın. Kendisinin yarattığı diktatörleri de alıp yıkıntısıyla götürsün.
Sonra yeni erkeğini yaratsın, biz razıyız. Kendini bilsin razıyız.
Sorunlarımızın böylece çözülmüş olacağını epeydir biliyoruz.
Bunun altını çizelim.
Kadını göreve çağırır gibi seslenişlerin bilinçaltı yansıması nedir biliyor musunuz?
Çocukken mahallenin bazı erkek çocukları en ufak bir korkuda anneeee! diye bağırır, annelerine sığınırlardı. Ya da evde vazo kırıldığında anneleri arkasını toplardı. Yadırgamıyorum da. O erkeklerin hayatındaki kadınları hep böyle arkalarını topladı. Onlar için fark etmez ki… Ha bir vazoyu kırıp annesine toplatmış, ha diktatörler yaratıp peşine kadınları yollamış.

Şimdi bir düşünün. Türban, başörtüsü ve adı her neyse konu hakkında konuşanlara bakın.
Erkekler!
Bu konuda ki manşetlere bir göz gezdirin! Kimlerin elinden çıkmış?
Erkekler!
Yasağı kaldırıp, koyanlar kim?
Erkekler!
Bunun için ortalığı ayağa kaldırıp ververeye verenler kimler?
Erkekler!
Türban kavgasını pişirip pişirip siyasi, sosyal platformda kullananlar kim?
Erkekler!
Peki türbanı ya da başörtüsünü takan kimler allah aşkına?
Kadınlar!

Bu erkekler bizi çok düşünüyor galiba!
***

Bazı yazar, çizer, siyasi vs. erkekler her nedense bu aralar türban, baş örtüsü kadın meselesi ne bulursa dümdüz gidiyorlar. Kadını neredeyse ‘demokratik açılım paketi’nin içine koyacaklar!

Meğer biz daha beter dışlanıyormuşuz!

Gazetelere bakıyorum. Kadınların önemine dair bazı samimiyetsiz vurgular ve acayip söylemler var. Hani içimizdeki cevheri yeni keşfettiler desek değil. Bu kadar naif olamayacağım. Adem yalnız gelmedi ki, Havva da yanındaydı. Dolayısıyla ortak tevellütlerimiz, tarihimiz hatta savaşlarımız var.
Sonra yüzyıllardır bizi abuk subuk konularla oyaladılar.
En sonunda da iş hayatının bir çok kilit noktası onlardan sorulur oldu.
Kadın olarak iş hayatında ilk yıllar bizi pohpohladılar, teşvik ettiler.
Ne zaman ki merdivenleri atlamaya başlayıp onlara yaklaştık, her defasında ya aşağıya ittiler ya da basamağın birine sabitlediler. Öylece oralarda bıraktılar.
Örnek vermeme gerek yok. Doğru soru; Bugün medyada genel yayın yönetmeni kaç kadın var?

Ertuğrul Özkök’ü okuyorum. Kadının daha cesur daha cüretkar olduğunu bir kez daha hikayeleştirmiş. Yasaklara ruhuyla isyan eden kadınlara tapmış. 'Kadının özgürlük duygusunu sokakta bastırsanız bile, o heyecan evin içinde fışkırıyor' diyerek, kadınları aksiyona davet ediyor.

***

Bunlara konsantre olmadan bir gece önce de rüyamda Ertuğrul Özkök’ü gördüm. Bize gelmiş, yazılarından konuşuyorduk. Çok hoş görünüyordu rüyamda. İki dakika duramayıp o yazılarında anlattığı cesur, cüretkar kadına dönüşeceğim anda uyandım!
Tıpkı kadınlara anlatılan masalların sonu gibi oldu…

Özkök’ün yazısına tekrar odaklanıyorum. Kadınlığın cesaretine vurgu yapıyor, korkusuzluğuna aşık. Ama şu diktatörleri yıkacağımız kısmında duruyorum!
Soruyorum.
Niye başladığınız işi yarım bırakmak istiyorsunuz ki?
Bu kadar iddialı soruyorum.
Eğer ortada bir diktatör varsa! Bu sizin değiminizle ‘erkek egemen bir dünyada’ ortaya çıkmış olmadı mı?
Niye kendinizden şikayet ediyorsunuz?

Şimdi ‘eteklerin’ arkasına sığınmanın ne alemi var. Siz işinizi yarım bırakmayın. Çünkü, bizim dünyamızda yıkmak yok, yapmak var. Parçalamak yok, birleştirmek var. Güç kavgası yok, fırsat eşitliği var. Bizim kapitalist dünyamız yok etmekten geçmiyor. Üretip var olup, var etmekten, geçiyor.

Ortada yıkılacak bir şey olduğu kesin ama bu kadınların yıkacağı diktatörlük falan değil. Erkeklerin kendi içindeki erkeği yıkıp yenisini yapmanın zamanı.

Bir erkek biliyorum beraber olduğu kadını başka bir hayata götürecek kadar cesareti vardı. Zirveye beraber tırmanıyorlar.
Bir erkek biliyorum kendi dünyasının içinde kayboldu. Hayatını ayrılıklar besliyor. Her işi, her ilişkisi yarım. Sıkıştığında tek becerisi sadece kendisini o yoldan çekebilmek oluyor...
Başka bir erkek ise bu aralar eteklerin arkasında kendine yer arıyor…

3 Ekim 2010 Pazar

TEK FOTOĞRAF

‘‘Bundan sonrası yok. Gerçekten aradığım yerdeyim. Aradığım noktadayım ve hep
o aradığım kişiyleyim’…
Bir kadın ya da adam düşünün ki dünya üzerinde bu sözleri cümlelerine katmasın. Ya da bu sözlerin peşine takılmasın!
Mümkün değil! Hepimiz sözlerin peşine takılıyoruz. Onlarla kurguladığımız dünyaya atlıyoruz. O dünya bizim inançlarımız oluyor, tapıyoruz. Sonra da daha ötesi yok deyiveriyoruz.
Ama var!
Birbirlerini tanıdıklarında bu ‘inancın’ peşine takılan iki kişi biliyorum.
Ama öyle bir yerde takıldılar ki inançları bile onların daha sonrasına gitmesine engel olamadı. Çünkü kural bu. Her zaman daha sonrası vardı. Yapılacak tek şey ise birbirlerinden vize alabilme cesaretiydi.
Üstelik bunu ‘tek bir fotoğraf’ başardı.

***
‘‘O’nun herhangi bir fotoğrafını getirin. O gözlerde olup olmadığımı söyleyeceğime ve bunun da doğru çıkacağına söz veriyorum’’.

Lal, erkek arkadaşından ayrıldıktan sonra onun Facebook’da değişen profil resmine baktı. ‘Kendimi o gözlerde bulamadım. Anlatılacak, tarif edilecek bir yanı yok ama bulamadım’. diye telaşla Merve’yi aradı. ''Beni bu kadar kısa süre içinde unuttuğunu sanmıyorum ama bir gariplik var. O fotoğrafta ben yokum. Benim hiçbir parçam o gözlerde değil'' diye içinde isyanı, üzüntüyü, hayal kırıklığını taşıyan kesik bir sesle konuştu. O anlattıkça Merve’nin boğazı düğümlendi.

***
Arabadayım. Radyoda Ajda Pekkan, ‘Sen Mutlu Ol’ çalıyor. Nişantaşı trafiğinde yazıyorum. Az önce, daha ilk defa giydiğim beyaz tişörtüme kahve döktüm.
İsyanlardayım!
Sinirlenmek için trafiği mi bahane etsem, kahveyi mi kararsızım.
Birde içimde bir enerji var. Henüz boğazıma takılı duruyor. Ajda’nın şarkısıyla hatırlıyorum olanları. Patlayacak birilerini bulmam lazım diye şöyle sağıma soluma bakınıyorum ama sağımdaki simitçi bile gözümden ruh halimi anlamış gibi hızlıca geçiyor yanımdan.
Sonra bakıyorum ışıklarda 50 saniye gözlerimi kapatmak için zamanım var. Kendime şans veriyorum. 50 saniye içinde sakinleşmek zorundayım.
Gözlerimi kapatır kapatmaz önce dudakları geliyor, gözümün önüne. Sonra ellerini düşünüyorum.
Derin derin nefes alıyorum 10 saniyem daha var…
Arkamdan gelen korna sesinden yeşil ışığın yandığını anlayarak açıyorum gözlerimi. Aşkkkk içimde. İçim kıpır kıpır. Kalbimi tutamıyorum. Arabayı bırakıp şöyle sokaklarda koşa koşa bağırayım diyorum. Kontağa elimi bile koyamadan telefonum çalıyor.
Arayan Lal!
‘Lal bana iyi haber vereceksin yoksa kapat telefonu’ diyorum.
Sesi kesiliyor. Önce yutkunuyor, sonra benim anlamamı istemediği için, ‘pardon boğazım’ pozlarına girip, anlatacaklarını araya sıkıştırmak ister gibi ‘hayır’ deyip, telefonu kapattı bir anda.
Gözümden gelen yaşları tutamadım... Kalbim sızladı. Hem benden hem Lal’dan…
Lal bu kez çıkamadı işin içinden!

Lal benim canım. En sevdiklerimden. İlkokuldan beri ilk göz ağrım dediğim arkadaşlarımdan. Merve’yi lisede tanıdım. En temkinlimiz, bizi taşıyan orta direğimiz oldu hep.

***
Eren, yurtdışından döneli epey oldu. Merve’nin doğum gününde tanıdık hepimiz Eren’i. İki senedir beraberdiler Lal’le. Tanıştıklarından iki ay sonra New York’a yerleştiler. Bayıldılar bu tesadüfe. Aynı eve taşındılar. Aynı hayatı yaşadılar.
Lal müzisyen. Hayatla olan bağını sözler ve ritimler tamamlıyor. Çabuk kırılır ama çabucak da tamir eder kendini. Kin tutmaz. Dünya lezzetlisi yemekler yapar.

Eren, bankacı. New York’da yabancı bir bankaya transfer oldu. Hayat felsefesi ‘The Fountainhead’ yani sıkı bir Ayn Rand’çı. Mantıklı parçaları hepimizin dünyasına köprü gibi. Yakışıklı hiç değil ama pırıltılı bir zekası var. İlginç biri. Kendilerine New York’da içinde her şeyin ‘keyif’ olduğu bir dünya kurdular.
İkisi de ‘‘bundan sonrası yok’’ diyordu. Ortak slogan belledirler bu cümleyi.
Aylarca onlardan şahane e-mailler, smsler aldık. Merve de, ben de farkında olmadan onların ‘inancına’ kapıldık, inandık.

Lal bir gün Merve’yle beni aradı. ‘Konserim var’ diyince atladık apar topar Miami’ye gittik. Eğlenceli geçen 1 haftanın ardından biz döndük. Lal bir hafta daha kaldı.
Bir gece yemek sonrası katıldığı partide Smith’le tanıştı. Lal, Smith’e bir şeyler hissetti. İçilen birkaç kadehin ardından da eve yalnız dönmedi. Tahmin edileni yaşadılar.
Lal sabah uyandığında Eren’i aradı. Yaşadıklarından pişman ama yanında Smith var. Dayanamayıp her şeyi Eren’e anlattı. Yalan katmak istemedi ilişkisine. ‘Sadece bir zevkti, bundan sonrası yok hala geçerli’ deyiverdi. Eren, daha cümlesi bitmeden terk etti Lal’i. Telefonu suratına kapattı.

Birbirlerinden kopamayacak kadar büyük özlemle ve kavgayla birkaç defa buluşup seviştiler ama her defasında Eren evi terk etti. Affetmedi Lal’i.
Çok özledim diye geldiği gecelerin sonunda bile Lal’a söylenip kalktı yataktan.
Hakaretler yağdırdı. Her şeyi mahfetmekle suçlayıp nefret etti ondan. Defalarca sevişti ama yine nefretle terk etti evi.

En sonunda Eren bu durumdan sıyrılmanın başka bir yolunu buldu. Lal’e çok acı veren bir yol da olsa, birileri hayatına devam etmeliydi.
Eren, New York’da ikisinin de senelerdir tanıdığı ama Eren’in nispeten daha samimi olduğu July’a evlenme teklif etti ve birkaç ay içinde evlendiler.
Lal perişan!
‘Ne yaptıysam ikna edemedim, adam evleniyor’ diyip telefonu kapattığında, Nişantaşı trafiğinde yine sular durmadı gözümde. Birkaç gün sonra eve Eren’in davetiyesi geldi. Düğün Amerika’da.
Lal apar topar İstanbul’a döndü. Hava alanından canlı cenaze aldım.

Eren ise evlendi. Aradan geçen iki senede bir kızı oldu. Bu arada bir süre sonra Eren yeniden transfer oldu ve İstanbul’a yerleştiler July ile.

***
Arkadaşlarımla Milano’ya gitmek için havaalanında beklerken Eren’le karşılaştım.
Eren beni görür görmez sarıldı. Onun kollarının arasında, Lal’i taşıdığımı hissettim üstümde. Ben yoktum sanki. Garip oldu.
O da bir toplantıya gidiyormuş, İtalya’ya. İkimizin uçağına daha 1 saat vardı.
Bir süre öyle her şeyden konuştuk. Sonra bir sessizlik oldu ve ardından Eren,
telefonundan kızının fotoğraflarını gösterdi. Ben de telefonumdaki bazı fotoğrafları gösterdim. Arasında 2 gün önce Lal’i çektiğim fotoğraf da vardı. Yakından Lal’in yüzünün bütün ifadelerini ele veren, güzel bir gülüş yakalamış fotoğraf.

Eren, fotoğrafa bakar bakmaz tebessüm ederek telefonumu aldı. Biraz ileride duyamayacağım bir mesafeye doğru yürüyerek telefonla konuşmaya başladı.
Tahmin ettim ama inanamadım! Sonra telefonumu bana verip hiç bir şey söylemeden ‘uçağa yetişmem lazım’ deyip yanımdan ayrıldı.
Lal’i aramış. ‘Resmindeki gözlerinde kendimi gördüm, sadece bunu söylemek istemedim’ demiş.

***
Eren boşandı. Ama Lal’le beraber değiller. Her ikisi de bu olaydan 1 ay sonra kendilerine benzeyen başka birilerine aşık oldular.

Tamir etmek istemediler, sıfırlamayı başarabildiler. Sadece daha ötesine geçebilmeye vize aldılar birbirlerinden. Üstelik havaalanında.

‘Tek fotoğraf’tan yola çıkarak…




(Martı’nın Günlüğü, BF)

26 Eylül 2010 Pazar

TÜBİTIRLAK

Değişim herkes için nereden başlar hiç bilinmiyor. Ama bazen Türkiye için bir oradan bir de buradan başlıyor. ‘Nereden tutturursak’ geni aktifleşiyor bazı zamanlar. Profesyonel, işinin ehli, her adımı kuralına uygun atan profiller de var. Ama kısa yol sevenler, naif yürekler hatta realiteyle sürrealite arasında gidip gelenler de…
Bu arada değişim moda olmuşken benim hayatımda da bir şeyler değişiyormuş, doktorum söyledi. Çünkü vücudum sebepsiz yere bazı garip tepkiler veriyormuş. Örneğin aniden nabzımın iddiayla 125’e dayanması, benim soluğu 10 dakika içinde acil serviste almam ve neticede hiç bir şeyin çıkmaması yeterli referansmış.
En azından doktoruma göre ‘vücudum değişime adapte oluyormuş.
Tıpkı Türkiye gibi…
Bir bakıyorsunuz en garip olayda nabız yükseliyor. Sonra bakıyorsunuz endişe edilecek bir şey yok. Ama genel tabloda değişiklikler var.

Şimdi paylaşacağım durum ise tüm bunların arasından sıyrılan, kafasını çıkaran başka gelişme. Aslında durumu kaleme alalı epey olmuştu.
Ama bir şey eksikti. Araştırdım, birkaç kişiye sordum. Hiç birinden tatmin edici cevaplar alamadım. Hatta bazıları bu organizasyonu destekler nitelikte fikirler verdi. İçim hala rahat etmedi.
Biliyorum bir şey var, bir gariplik var ama ne?
Derken beklenen sözler Cumhurbaşkanı Gül’den geldi.

Önce konuyu anlatayım. Bundan birkaç hafta önce internet haber sitelerinden birinde bir haber kafamı karıştırdı.
Başlık; ‘Tübitak’tan beyin göçünü tersine çevirmek için ABD’ye çıkarma’…
‘‘İstikamet Türkiye’ sloganıyla önümüzdeki aralık ayında düzenlenecek kapsamlı etkinlikte süper beyinlerin Türkiye’ye dönmeleri istenecek’’. Yani tersine beyin göçü teşviki için elden ne gelirse yapılacak.

Hayatı teknoloji ve bilimin etrafında dönen bir arkadaşıma danıştım.
Aldığım cevap daha da kafamı karıştırdı. Seneler önce bu beyinlerin ne şartlarda oralara gidip tutunma çabalarını da unutmuş değiliz.
Arkadaşım; beyin göçünün geçmişte Türkiye şartlarında kaçınılmaz hale geldiğinden bahsetti. Özellikle hem siyasi hem de zihniyet standartlarının onların çalışmalarına destek değil, köstek olabilecek durumlar yarattığını söyledi. Ama sonra ‘bence de buraya dönmeleri iyi fikir’ dedi. Nedenini sormadan açıkladı. ‘Çünkü Türkiye artık bir çok yatırım ve projenin arkasında ve onların ‘know how’ına ihtiyacımız var’ demesi benim kalemimi biraz daha bekletmeme sebep oldu.
Hala sorularım var!...
Tabii ki dönmek isteyen dönebilir. Ama popüler başlıklar ve özel organizasyonlarla bunu cazip kılan adımlar, non-profesyonel ve çok naif. Çünkü zaten dinamiklerin işaret ettiği yerlerde olacaklar. Olmaları da gerekiyor.


Bunları düşünürken, parçaları yerine tam oturtamayıp, konuyu bir süre daha akışına bırakmıştım.

Bu akşam koltuğuma uzanmış halde Ipadimden okuduğum bir habere kadar!

Cumhurbaşkanı, ABD gezisinin Boston ayağında 80’e yakın Türk akademisyenle akşam yemeğinde bir araya geliyor. Açıklamalarıyla da konuyu reel bir boyuta taşıyor. Her şeyden önce inandırıcı ve net.
Abdullah Gül; ‘’Tabii sizlere kolaycılığa kaçıp, ‘beyin göçü oldu, dolayısıyla bu kadar kıymetli insanlar Türkiye’ye gelin’ deme kolaycılığını göstermeyeceğim’’.. diyor. Ardından ‘Türkiye çok değişti, gelirseniz başımızın üstünde yeriniz var ve buraya sizin gibi gelen gençlere destek olun’ gibi nazik açıklamalarını da ekliyor Cumhurbaşkanı.

Gördüğüm bu haberle mantıklı bir cevap bulduğuma sevinip, şu noktada buluşabiliyorum.
‘Zihniyet standardı’…
Değişimin dinamiklerini yaratmak daha esaslı bir çözüm geliyor. Projelerle ortaya çıkmak, o beyinleri projeler için çağırmaktan bahsediyorum.
Kendileri için değil. Projeler için, buluşulabilecek ortak noktalar ve üretim için.

Yani karnaval gibi çıkılacak bir tur yerine, onların burada olabileceği dinamikleri ortaya koyabilmekten bahsediyorum.

25 Eylül 2010 Cumartesi

‘‘PATİNAJDAN TEKAMÜLE’’

Son konuşan biraz ağır konuştu. Hem dikkatleri başka yöne çekti, hem de herkese bir nevi ayar verdi.
Başbakan Erdoğan’dan bahsediyorum. Dikkatle izliyorum canlı yayını. Tepkisini sakin, inişli çıkışlı bir üslupla dile getiriyor. Bağırmıyor ve böyle bir ton kullandığı için de her geçen dakika biraz daha içine giriyorum sözlerinin.
Seçtiği kelimeler, vücut dili, bakışları herşeyi göz hapsimde.
Kimin ne yapması gerektiği algısını resim gibi net masanın üstüne koyan bir başbakan. Önce bunu görüyorum. Sonra içeriğe daha çok odaklanıyorum.
Tophane olayı için gereğinin yapıldığını söylüyor ama bunu yapanlara da direkt açık bir mesaj özellikle yollamıyor.
Trabzon ve Van’daki ayinlerde yöre halkının gösterdiği anlayışa teşekkür ediyor. Yani Tophane’ye de diyor ki ‘efendi olun!’. Üstelik bunu mesajı alan tarafın anlayacağı dilden yapıyor.

***

Çok sevdiğim bir tanıdığımın ofisindeyiz. Bazı yabancı misafirleri de var. Atmosfer biraz kokteyl havasında, haliyle her şeyden konuşuyoruz.
Söz yine dönüp dolaşıp bu aralar kaçamadığım referandum tartışmalarına ve Türkiye’ye gelince, arkadaşım ‘sana bir e-mail göndereceğim bunu görmen lazım’ dedi.
E-maile bakıyorum. Le Monde Türkiye Muhabiri tarafından yazıldığı belirtilen bir analiz. İçeriğinde;
‘’Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor.
Bu ülke korkulduğu gibi, ırka ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı.
Daha korkunç ve daha temel bir bölünmeye gidiyor.
Cumhuriyet boyunca süren "kültürel bölünme".
‘Bu artık iyice kesinleşti’ diyerek de daha ilk paragrafta altını çiziyor aslında anlatmak istediklerinin.
Analize devam ettikçe ‘peki darbe olursa ne olur?’ sorusundan sonra okumayı bırakıyorum. Hatta ciddiye de almıyorum. Çünkü hayatımda bu yıl duyduğum kadar çok darbe kelimesini ve senaryolarını daha önce duymadım. Bilinçaltıma daha fazla işlemesinden korkuyorum. Benden sonraki nesillerin, çocuklarımın da bu kelimeyle barışık olamayacağını sanıyorum.

Sonra dikkatim tekrar canlı yayında konuşan başbakana kayıyor.
Erdoğan bir anda herkesi 1994 yılına götürüyor. ‘Belediye başkan adayı olduğumdan beri yaşam tarzlarına müdahale edecekmişim şeklindeki yalan haberlerden artık bıktım. Çok bayatladı’ diyor. Tophane olayının medyada büyütülmesine kızarken 8 senedir AKP’nin iktidarda olduğunu hatırlatıp ‘Türkiye’de mahalle baskısı yoktur’ diye konuşmasına damgasını vururcasına ses rengini değiştiriyor.

Basının yaptığı haberleri eleştirirken de lafı öğle bir yere getiriyor ki!
Hani ‘amiyane’ bir söz vardır. Çok ağır lafların yutulamadığı, hazmedilemediği hatta ne yapılacağı bilinemediği anlarda ‘Al bir kaya nereye dayarsan daya’ diye çıkıverir ağızdan. Böyle soğuk duş etkisi yapabilecek bir kavram kullanıyor.
Başbakan tarihi sözleri bırakıyor o an dilinin ucundan. Artık geriye dönüşün olmadığının da farkında.

‘Tekamül etmiyorlar, patinaj yapıyorlar’ diyor basına.

Basının Menderes dönemine ait zihniyetle iş yaptığının altını çizerek; ‘Menderes’e atılan başlıklar aynı, zihniyet aynı, değişen bir şey yok. Çıkarıp arşivlerden aynı şeyleri yazıyorlar’. sitemini ekledikten sonra peşine bağlıyor bu sözleri.

Şimdi bu cümleyi kimin söylediğini ve nasıl söylediğini bir uzaklaştırın kendinizden. Tamamen anlamına odaklanın.
‘‘Tekamül etmiyorlar, patinaj yapıyorlar!’’…
Başbakan doğru söylüyor. Günlerdir süren referandum tartışmalarından ne anladınız?
Hala darbe tartışılıyor. Hala İslam tartışmaları var. ‘Evet diyenler şöyle ama hayır diyenler de böyle’ şeklinde yapılan etiketlemeler var. Herkes yine taraf ve birbirini suçluyor. Bazı yazarlar artık eksen tanımıyorlar, her anlamda dümdüz gidiyor. Bazıları da eline bayrağı almış alenen koşuyor gittiği yere kadar.

Türkiye’nin ‘kültürel bölünme’ yaşayacağı varsayımında olanları ve darbe paranoyaları taşıyanları bir kenara bırakıp, başka bir bakış açısı koyabilsek!
Patinaj yapıldığı zaten ortada. Ama bununla yüzleşebilecek yürekler ya da kalemler çıkabilecek mi tekamül için? Yani başbakan 'yüzde 42 için çalışma yapıyoruz niye hayır dediler merak ediyoruz' derken basın da kalan milyonların traji için araştırma yapıyor mu niye bu kadar az okunuyoruz diye?

21 Eylül 2010 Salı

AHLAK DERKEN?

Beş yıl önce soğuk bir pazar günüydü. Trafik yoğun, hava koşulları zorlu, ve aynı gün İstanbul trafiğini felç etmeye yeten Fenerbahçe-Galatasaray maçı vardı. Arkadaşlarım trafikten dolayı 1 saat sonra ancak gelebileceklerini haber verdiklerinde, beklemek için en yakın alış veriş merkezinin içindeki kitapçıya girdim. Rastgele açtığım ve şuan ismini hatırlayamadığım kitapta önüme gelen cümleler, hayatıma davet edilmiş gibiydi.
İnsanın üç hali vardır diyordu kitap. 'Olduğu gibi, olduğunu zannettiği gibi ve olmak istediği gibi’...
O günden sonra her insana yaklaşımımda referansım oldu bu bakış açısı.
Şimdi paylaşacağım durumu da bu zemine oturtunca en azından birinde istikrar olsa diyorsunuz.! İster istemez.

Bir Haber kanalının yeni dönemdeki tartışma programlarından ‘…..’u izliyorum.
Atılan başlık, 'Ahlak elden gidiyor mu?’
Başlığın temsil ettiği içeriğe bakıyorum. Acaba bir yolsuzluk mu tartışılıyor yoksa birilerinin hakları mı elinden alınmış?
Hayır!..
Ekrandan dizi görüntüleri geçiyor. Fatmagül’ün Suçu Ne? İle Beren Saat ve Küçük Sırlar ile Sinem Kobal’ı görüyoruz bol bol.
Beren Saat’in ve Sinem Kobal’ın böyle bir tartışmanın görüntüsü olmaktan çok hoşlandıklarını sanmıyorum. Tabii dizinin bu kadar tartışılması ayrıca reytingleri açısından olumlu. Önümüzdeki hafta daha çok izlenecektir hiç şüphem yok. Ama benim takıldığım kısım başka. Başlık!.

‘‘Ahlak Elden Gidiyor mu?’’

Zannedersiniz 'kutsal ahlak kitabı' var tv’nin elinde ve birazdan açıklayacaklar.
Ve biz madde madde bileceğiz artık ne ahlak içi ya da ahlak dışı…
Gayrı meşru ilişkileri ahlak dışı olarak açıklayan bazı konuklarsa dizilerin
toplumu özendirdiğini iddia ediyor.

E çikolata reklamları da beni özendiriyor. Üstelik diyetisyenim de tembih etmişti. ‘İzleme ve özenme’ diye. Tüh! Büyük işkence!.. Ben kime anlatayım derdimi?.. Çikolata firmaları mı çikolata üretmesin, yoksa reklamları mı yapılmasın? Ya da belki benim aklım başımdadır ve yememe tercihimi kullanabilirim.

Hala bekliyorum bir yerlerden ‘bu tartışma şaka’ gibi bir şeyler çıksın ama yok.
Tartışma ara ara aynı eksen üzerinde dönüyor. ‘Eskiden daha masumduk’.
Evet fakirdik de, toplum olarak üstelik. Hatta ne dizi çekilebiliyordu ne de film.
Öyle evde sobanın başında oturuyorduk. Tek kanal ne yayınlarsa el mahkum izliyorduk. Bunu mu özlediniz? Anlamadım. Zenginleşmemizde ve çeşitlilik üretilmesinin zararı ne?
Günlerdir referandumu tartışıyoruz. Referandum sonrasında sivil insiyatifi, değişimi ve toplum olarak zenginleşmeyi savunuyorsak ki bence mantıklı. O zaman bir haber kanalı, ahlakın çerçevesini dizilerdeki cinsellik üzerinden çiziyorsa bu tartışma, hangi yıllara ve tam olarak hangi döneme hitap ediyor, ben çıkaramadım.

Kanalı değiştirmek üzereyken sunucunun sorusuna istinaden biraz daha bekliyorum.
‘Cinsellik ve şiddetin hala neden ekranlarda kullanıldığı’ soruluyor. Hatta epey ileri gidilerek ‘bunu vermenin başka yolu yok mudur’ sorusu dökülüyor ortaya.
Tabii yabancı yapımlardan bahseden yok bu arada.

Merak ediyorum ‘the tv’ veya arayış sahipleri; ahlakı ne zamandır yatak odaları, etek ve pantolonların içinde arıyor?
Ya da daha farklı sorabilirim. Haber yapmaya ne zaman başlayabilirsiniz tam olarak?

Hayatta olanın ekrana yansımasından daha masum ne olabilir ki… İyi ya da kötü ama birileri bunu yaşamış. Tabii ki tvde daha abartı gözükebilir çünkü ortada prodüksiyon diye bir şey var. Yaşanmışlığı cazip kılıp izletme kaygısı var. Rekabet var. Serbest piyasa var.

Aslında sorun, inanmasalar da bunu söylemelerinde. Zihniyette yani. Onlar hayatın ekranlardan çıktığına inanmak istiyor, trendleri televizyonun belirlediğini sanıyorlar.
Halbuki çıkış noktası her zaman hayatın ta kendisi oluyor.
Haber, dizi, sinema, program ne olursa olsun hayattan ayrı değil. Ayıramazsınız. Hatta yazı yazarken bile hayatın dışına çıkamazsınız.
O zaman biz neden kendimizden bu kadar rahatsızız?

Başta dediğim gibi insanın üç hali. Olduğu gibi, olduğunu zannettiği gibi ve olmak istediği gibi. Hangisi olduğuna siz karar verin.