30 Ekim 2010 Cumartesi

İKİ KADIN VAR

Kendileriyle gelen erkeklerle yeni devirleri açmış. O devirlerin anahtarları olmuşlar. İlk onlar inanmış o erkeklerin söylediklerine.
Arkalarına katmış herkesi. Biri Müslümanlığa, öbürü hristiyanlığa götürmüş yolu. Sevgiyle yapmışlar, aşkla kucaklamışlar dönemi.
‘Hz. Hatice’ ve ‘Meryem Ana’...

***
Bu ülkenin bazı meseleleri var içinden çıkamadığı. Hiçbir zaman gerçeğiyle yüzleşemediği. O yüzden çareyi hep karşı çıkmakta bulduğu dönemleri, kadınları, adamları var. Başka türlüsü öğretilmemiş çünkü.
Konu kadına gelince erkeklerin konuştuğu bir yer burası.
Türban, yasak, tecavüz, cinsellik vs olunca yine erkeğin dilinden dökülüverir cümleler. Karar verir, taraf olurlar üstümüze.
Hala tanımlayamadılar. Bayan mı desinler, hanım mı olalım, kadın mı?
İspata değil, dikkate ihtiyaç var görmek için. Markete gidin, televizyonu açın ya da herhangi bir arkadaş muhabbetine girin. En az bir kez, birileri hanım-bayan pardon kadın çelişkisini yaşayacaklar gözünüzün önünde.
Kafalarında bir yere oturtamadıklarını normal hayatta tanımlayamamalarından doğal bir şey yok zaten. Bu çelişkileri anormal değil. Sadece bilinç sistemlerinin verdiği error sürekli dillerinde.
Google’a girin ‘kadın’ diye yazıp arayın. Görsellerde karşınıza çıkan ilk fotoğrafa bakın. ‘vücut geliştirmiş kadın’ başlığıyla anormal kaslı biri çıkıyor. Başlığı olmasa kadın olduğu ilk bakışta anlaşılmıyor.
Sonra kadın dergilerinin hepsine tek tek bakın. Hangi sade kadının gündeminde sadece ‘o başlıklar’ var ki? Daha çok 'bayanlara' hitap ediyor!
‘kocanızı elde tutmanın 1001 yolu’… ‘Ya aldatıyorsa’?... ‘Erkeği feth etmenin ipuçları’?... ‘Nasıl evlenme teklifi alınır’? vs...
Gerçekten kocam olsa da elde tutmak için savaşmak gibi bir kaygım yok. Gittiği yere kadar yolu var, demek istiyorum. Aldatıyorsa da helalı hoş olsun bari güzeliyle yapsın! Ya da yok kaldıramam boşarım, uğraşamam demek hoşuma gidiyor! Erkeği feth etmek istemiyorum. Ben onu feth edilmemiş haliyle beğenmiştim! Ele geçirip dönüştürmek istemiyorum. Onunla kendimi kendim dönüştürmek istiyorum.
Bu fikirlerin kadınıyım...
Evet kırmızı ayakkabıları, yüksek topukları, yeni çıkan bir çok trendi merak ediyorum. Hatta deli gibi alıyorum. Ama ben o kırmızı ayakkabılarımın içinde Charles Dickens okumayı seviyorum. Yeni Agent Provocateur iç çamaşırlarım içimdeyken siyasi tartışma programı izleyip, belki de Hasan Cemal okuyorum.
Yüzümde kil maskesi varken Ahmet Altan’ın yazılarından bazılarına kızıyorum. Mini eteğimin üstündeki kitap ‘İsrail Meselesi’. Çoraplarımı çıkarırken okuduklarımı kafamda düşünüyorum. II. Abdülhamid için bazı soru işaretlerim var. Sonra, en olmadık yerlerde ekonomiyi konuşuyorum.
Belki de şarteli tamamen farklı yere çevirip sadece erkek arkadaşımın beni ne zaman arayacağına kilitleniyorum, bunu kuruyorum arada bir yerlerde.
Sınırım yok ki. İçimden çıkan ne varsa, hepsinin ayrı bir dünyası var. Onlar bile bağımsız benden.
Çeşitliyim. Çocuğum için kendimi sorgulamadan arabanın altına atabilirim. Eşimi, sevgilimi deli gibi sevebilirim. Ama bunların hepsini başka bir aşk için arkamda bırakabilirim. Lider de doğurabilirim, liderin eşi olup arkasında da durabilirim. Bana yaslanmasına izin veririm, düşmesine izin vermem. Ama belki de altından her şeyi ilk çeken olabilirim.
Bunları yapmam için kadın olmam yeterli.

Yaklaşık bir aydır okuduğum-dokunduğum herşeyle, tarihin akışını değiştiren kadınlarlayım. Fikirlerine, yaşamlarına dair ne varsa içimde.
Başta örneğini verdiğim ‘Hz. Hatice’ ve ‘Meryem Ana’, dini figür oldukları için değil, din gibi bir konuda bile zor dönemleri taşıdıkları için önemliler. Yürekli davrandıkları, cesur oldukları için önemliler. Ama tüm bu kadınların içinden dillerine, elinden kalemlerine dökülenler aynı;

''Kadını tanımadan, kadının dünyası keşfedilmeden, dünyadaki sorunların çözüleceğine inanmıyorum. '21'.yüzyılın en önemli keşifleri arasında kadınların içindeki çeşitlilik bulanacak. Ortaya çıkmasına izin verilip, kabullenilmesi ise tarihi dönemeç olacak''...

24 Ekim 2010 Pazar

'BEYAZ CEMAAT'!!!

Hayata veda edeli 3 yıldan fazla oldu. Ne zaman kafam karışsa ezbere parmaklarım numarasını tuşlardı. O da, benim bütün ezberimi bozardı. Ne beklesem başka bir şey bulurdum onun telefonlarının sonunda. Hiç aklımda olmayan düşünceler, kelimelere dökülürdü kapatırken. Sesi bile içimi rahatlatırdı. Kimse bilmedi ama biz birbirimize dair her şeyi bildik, anlattık. Sevgililerimize anlatamadıklarımızı paylaştık beraber.

‘Hala özlüyorum onu’ dediğim anlardan bir gece rüyamdaydı. Ben yollarda koştururken kendimi onun yanında buldum. Öldüğünü biliyordum ama bir o kadar da gerçekten yanımdaydı. Hemen sarıldım 'çok özledim' dedim. 'ben de özledim' derken kalplerimizi birbirine yapıştırarak sarıldık. Ağlamak üzereyken 'şimdi ağlama sana söyleyeceklerim var' dedi.
Yanına oturdum. Cüzdanından çıkardığı 5 lirayı bana uzattı. 'bunu yanında taşı! başına bir iş geldiğinde lazım olacak' dediğinde tereddüt etmeden, sorgulamadan, parayı alıp çantama koydum.
Sonra gözlerimin içine doğru daha da yaklaştı. 'bunlardan sonra dönüp aynaya baktığında iki çocuğa hamile bulacaksın kendini' cümlesi hala kulaklarımda.
Uyandığımda yanaklarıma değen gözyaşlarımla, kalbimde onu çok özlediğim duygusuyla gözlerimi açtım.

***
Tipimden herhalde! Bazen en olmadık yerlerde farklı algılanıyorum. İnsanlar ya beni yakın bulup içlerindekini dışarı salıveriyorlar ya da 'bizden değildir' dedikleri vakiidir.
2 sene önce Ankara'dayım. Uçaktan inip Çankaya Köşkü'ne doğru yola koyuldum. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu var. Ve salona henüz girmişken, ayakkabılarım ayağımı rahatsız edince bir köşede kendime yer bulup iki dakika dinlenmek istiyorum! Masalarına yanaştığım çifte selam verir vermez "Bahar hanım görüyorsunuz buralar ne hale geldi" diyorlar. 'Evet tadilat bitmemiş ne eski bakımsız' diyorum. 'Yok öyle değil buralar kimlere kaldı' olarak tekrarlıyorlar sözlerini. 'E niye geldiniz o zaman' soruma 'buraları onlara tamamen bırakacak halimiz yok' yanıtını alıyorum.
Ayakkabılarımın sıktığına mı takılayım, yoksa hem gelip hem de sövmenin en azından orada çok şık olmadığından mı yakınayım? derken!
Kendimi de ayakkabılarımı da sürükleyerek devam ettim köşk içinde yürümeye. Bu kez senelerdir tanıştığım hatta herkesin çok yakın tanıdığı bir işadamıyla konuşmaya başladım. Kendisi iletişim sektörünün müdavimi.
işler nasıl diye sorduğumda; 'kötü Akp geldi hiç iyi gitmiyor, işlerimizi hallettiremiyoruz' anlamında bir şeyler söyledi. Nasıl hallettirdiği kısmı eminim ayrı bir haber ve yazı konusu olur ama mesele şu an bu değil.

Bir ‘beyaz türk’ masalıdır gidiyor...
Ama bir masal düşünün ilk söyleyeni yaşamıyor. İçini dolduran ne? doğru düzgün bilinmiyor. Kapsama alanı hiç belli değil. Ama o masal devam ediyor. Yaz günlerinde kahramanlarından ötürü uykuya dalan bu masal, kışın sayfalara manşet oluyor.
Yazanı çizeni her hafta ayrı bir manifesto yayınlıyor köşesinden ‘beyaz cemaate’. Yıkılmadık ayaktayız minvalinde kalem oynatılıyor.
Sonuç tabii ki yok. Tartışmadır diyorsunuz ama yürüyüp bile gidemiyor. Kavramı da ortada kalmış, yazanı da. Okuyanını ise hiç sürüklemiyor artık.
Merak ediyorum!
Bir kavrama daha ne kadar tutunabilir ki insan ısrarla?
Hele de bu kavramın içi boşaltılmışsa!
Dolayısıyla içi boşaltılan bir çok şey gibi mesela bu ‘Beyaz Türklüğü’ de TMSF'ye devretsek alır mı acaba?

***
Gelelim 3 yıl önce ölen kişiye.
Gazeteci Ufuk Güldemir.
Beyaz Türklük kavramı, rahmetli Ufuk'un icatlarından en popüleri oldu.
Kendisi anılan türde bir 'beyaz türk' de değildir üstelik. Elazığ doğumlu orta direk bir ailenin çocuğu. Hatta maddi imkanlara çok sonraki yıllarda kavuşur. Ne burjuva kökleri, ne de asil soyu vardı. Suyun öteki yakası bile değildi.

Ama yaratıcıydı, çok çalışkandı, fırlamaydı, zekiydi. Kendi kendini var eden aykırılardan oldu. Bazen tutunamadı. Bazen tutunduğu yerden fırtına kopardı. Peşinden gitmeye tereddüt etmediğim, haber iştahına hayran olduğum Ufuk'un çocuğudur ‘beyaz türk’ kavrami.

Habertürk'un kurulduğu ilk günlerde yayınlayacak kaset olmadığından İstiklal Marşı’nı yayınlamıştık bir gün ve Ufuk ekranın altına 'İstiklal Marşı TRT'ye bırakılmayacak kadar önemlidir' yazmıştı.
Hiç bir şeyin kimsenin tekelinde ya da özelinde olmadığını anlatmaya bayılıyordu.
Sonra herkes oturup düşünürdü. Çok iyi bilirdi açıkları, boşlukları ve ihtiyaçları.
Ama her seferinde başka hikayelerle tekrarlardı 'hiç bir şey kimsenin tekelinde değildi'. Hatta kurallara-maddelere bağlayamazdınız o bundan nefret ederdi.
Beyaz Türk kavramı, ilizyoner değil vizyoner özgür düşüncelerin çocuğuydu.
O bir zekadan bahsetti. Onun beyaz türkleri yaratıcı, fırlama, çalışkan, eğlenmesini de bilen, ortaya farklı bir bakış açısı koyabilen, cesur, entelektüel zekaya sahip, ön yargılarından sıyrılmış, herkesi dinleyen ve bir araya getirebilen, komplekssiz ve herkesin konuşmasına tartışmasına izin veren bir beyaz türklüktü. Geldiği yere köyünü getiren değil, geldiği yerde kendini daha da ehlileştirebilendi. Bir burjuvasi kulübü hiç olmadı Ufuk'un beyaz türkleri. Beyaz Cemaat değildi anlattıkları. Ya da cemaate mensup beyazlardan hiç olmadı. O yüzden kendisi de bir beyaz türktü.

Şimdi beyaz türk tartışmalarına bakın.
Hal böyleyken, en iyisi bu kavramı TMSF’ye devredelim belki oradan bir alan çıkar!

21 Ekim 2010 Perşembe

'GERİYE KALAN'...


‘An gelir’ nasıl olsa ya hatırlanır ya da unutulur her şey. Belki de o anlar öyle bir iz bırakır ki arkasından, değişimin bayrağı gibi ortalarda dolaşır. Siz bile engel olamazsınız.
Zaten öldünüz. Nasıl olacaksınız ‘’Ağam’’?

Hakkında yüzlerce yazı, haber ve kitapları olan bir yaşanmışlığın hayatındayım. Öleli çok oldu. Ama onun doğrularına, yanlışlarına şahitlik eden, yollarına düşen öyle bir şeyi arkasından bıraktı ki… O hala hayatta.
Kanıt gibi, anıt gibi hala ayakta!
Üstelik ruhunu değiştirmeyi başaran da, değişimin simgesi de bir tek o olmuş.

Türkiye’nin dördüncü Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, nam-ı diğer ‘Ağa Cemal’ ve en son kendisinin kullandığı makam arabası, 1952 model Cadillac Fleetwood’dan bahsediyorum.
Araba aslında Adnan Menderes döneminde gelmiş Türkiye’ye. Dönemin makam arabası olarak Adnan Menderes’e ne kadar kısmet oldu binmek hiç bilinmiyor.
Tek bilinen, karanlık dönemin en yakın tanıklarından bu araba. Asılan, asan ellerin kapısına, camına dokunduğu koltuklarına oturduğu gerçeğin ta kendisi.

Tarihi Cadillac’ın şimdiki sahibi yakın bir tanıdığım. Kendisinin arabaya sahip olduğunu öğrenince hemen görmek istedim.
Türkiye’nin, Cumhuriyetinden darbelerine uzanan yolda lastik çevirmiş, içi dışı siyah karamsar makam arabası yerine karşıma bembeyaz bir Cadillac Fleetwood çıktı. Motoru yenilenmiş her tarafı orijinal parçalarla değiştirilmiş. Rengi beyaza boyanmış.
Darbelerden yorulmuş ama beyazlarını giymiş.
Arabayı önce 90’lı yılların başında maliye satışa çıkardığında Bostancı’nın arka taraflarındaki oto sanayide bir tamirci almış. Cadillac’ı toplayamayınca, arkadaşım hurda halinde yanında sandıklarıyla beraber tamirciden almış arabayı. Üstelik torpido gözünden ve arabanın içinden çıkan sürülerce fareyle birlikte.

Bebek’den Balıkçı Hasan’a kadar sahil şeridini bu arabayla gezdik.
Cadillac, bütün gözleri gülüşleri üzerine toplamayı başaran, üstündeki bütün ağırlıktan silkinmeyi başarmış hafif bir araba oluvermiş.
Bu günlerde en çok yabancı misafirlerini karşılıyor hava alanından. İçine binen yabancı misafirleri ise heyecanla ‘cumhurbaşkanı’nın arabasıyla geldik’ diye şaşırıyor.

52 model Cadillac bütün parçaları Amerika’dan gelerek baştan yaratıldı.
Ama onun hikayesi bununla bitmiyor.
Bir Adnan’dan başka bir Adnan’a değemeyen ‘teğeti’ onu bugünlere taşıyor. Menderes döneminde gelen Cadillac, siyasete tövbe edercesine başka bir Adnan’a teslim etmiyor kendini bu kez.
Şahibeli olduğu ifade edilen trafik kazası sonucu hayatını kaybeden Adnan Kahveci, arkadaşımdan bir gün önce Bostancı’da görmüş Cadillac’ı meğer!
‘‘Çok acelem vardı, o gün gidemedim almaya, ertesi gün gittiğimde de satılmıştı kaçırdım’’ diyor. Arkadaşım arabayı kendisinin aldığını söyleyince Adnan Kahveci şaşırıyor. Bu diyalogdan kısa bir süre sonra ise Türkiye’nin en karanlık yıllarının başında gelen 1993 yılında hayatını kaybetti Kahveci.

***
Savaş meydanlarına sığamayan ve 1960 darbesiyle ülkenin başına gelen ‘Ağa Cemal’i görev bekler. Türkiye’nin dördüncü cumhurbaşkanı olur.
Yıkımın, darbenin ardına inşa edilir ne var ne yok.
Bu karanlıktan kendini kurtaranlar ise dönemin Sokak ‘Cadillac’ları olur.

14 Ekim 2010 Perşembe

YERLİ, YERSİZ HATTA GEREKSİZ!

Açıklamaları görünce, ilkokulda bir kez şahit olduğum ama benden önceki nesillerin zihinlerine kazınan bir ‘gelenek’ canlandı bende.
‘‘Yerli Malları Haftası’’!
Hatta şiiri de ‘yeli malı yurdun malı herkes onu kullanmalı’ gibiydi.
İlkokul birince sınıfta gördüğüm enteresan manzaranın bende bıraktığı tek hasar, fındık ezmesi alışkanlığıyla sınırlı kaldı allahtan!
En şanslılarıydım sanırım, fındık ezmesiyle sıyrılıp başka yaralar almadan, bu zihniyetin akımına kapılmadan yırttım. Ama zihniyetin çelişkileri peşimizi hiç bırakmadı. Çoğumuzun farkındalık ve muhakeme kasları çok erken yaşlarda gelişiverdi.

Bir ülke düşünün izlenebilen tek televizyon kanalı var. Bu kanalda yabancı çizgi filmlerle büyüyen çocuklarına, okulda ‘yerli malı yurdun malı’ edebiyatı çekiliyor!.
Üstelik yerli malları haftasında herkesin nedense evden bir şeyler getirmesi icat edilmiş ama yiyeceklerin yanında coca cola içiliyordu.
Ya da çantalardan çıkan ‘kinder’ yumurta çikolatalar, yerli malı haftası kutlamalarını daha da ilginç kılardı!
Çocuklara soran olsa ‘kinder mi yerli mi, nedir diye’?
Bilmeyenler tadına bakacaklar haliyle. Olay bu kadar basit. Tadına bakmak.

Bir de dönemin korkunç bir canlandırması vardı. Parasını çikolataya kaptırdığı ifade edilen bir çocuğa, parası olmadığı için hiçbir meyva yanaşmayıp ‘parasız çocuk bizden uzak dur’ işkencesi resmi ellerin ürünüdür bu ülkede!
Meyve yeme alışkanlığım sırf bu yüzden oturmamış olabilir! Şüpheliyim!
O günler geride kaldı kalmasına ama mirası hala aramızda. Yani o zihniyet hala var.

Tüm bunları yazdıran vesilenin tabii ki bir hikayesi, bir de kahramanı var.

Olay, CNR Expo Fuar alanında düzenlenen 13. Uluslararası Metal İşleme ve Teknolojileri Fuarı’nda (TATEF 2010) geçiyor.
Kahraman ise Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün.

Fuarda bir çok iş makinesi bulunuyor ama özellikle CNC (torna tezgahının bilgisayarlı teknolojik versiyonu) tezgahların ön plana çıktığı bir fuar.
Ve bu cnc tezgahların çoğu, hatta yüzde 99’u ithal. Almanya, Japonya, Çin ve bir çok ülkeden tırlar ya da gemilerle geliyor. Fiyatları da özellikle KOBİ’ler için ciddi yatırım. Büyük işletmeler ve fabrikalar ise tek tek satın almayıp toplu siparişler veriyor.
Bu makineler öyle basit makineler de değil. Uğraşır didinirseniz tesisi kurup silah bile üretirsiniz. O yüzden her isteyene de satılmıyor. İthalatı ayrı bir işkence. Akreditifi, gümrüğü, bankası ömür törpüsü.
Özellikle üreticiler ve distribütörler, makineyi ne için kullanacağınıza dair detay istiyorlar, alıcıların tesisleri geziliyor. Kimsenin bu makinelerle silah yapılması istenmiyor ve bunun için üreten de, satan da takipçi.
Makineleri kullandığınız sürece distribütörle evleniyorsunuz artık. Çünkü yedek parça ve servis ihtiyacınız hep olacak.

Sözün özü; kuracağınız sisteme dikkat etmezseniz batarsınız! Amaç yerli almak olamaz, işlevsel olmak zorunda. Eğer akıllı işletme sahibiyseniz.
Bunların hepsini zaten çoğu patron gayet iyi biliyor.
Bana bu konuda ehliyet ruhsat soranlar için; liseyi makine teknik, üniversiteyi ekonomi okudum. Lise ve üniversite yıllarım bu firmalarda staj yaparak ve okul ya da yaz dönemlerinde çalışarak geçti. Fuarlarını da çok iyi bilirim.

Konumuza dönelim.
Bu ülke ithal malların hatta sigaraların yasak olduğu günleri de yaşadı. Yadırgamıyorum da. Kolay ülke olunmuyor. Her dönemin kendi zorlukları olduğunun da farkındayım ve eskiden yaşadığımız yerli malları haftasını da yargılamıyorum. Olabilir o dönem öyle düşünüldü, gerekmiş de diyebilirim.
Ama zihniyet için aynı şeyleri söyleyemiyorum. Çünkü o zaman ‘biz rüzgar yaratmıyoruz, rüzgar bizi yaratıyor’ resmi çıkıyor ortaya.
Hep olduğu gibi!
Bu rüzgar da bazen güzel esiyor ama fırtına da var. Zihniyeti taaaa oralardan taşımakla değirmen dönmüyor!

Dolayısıyla Bakan Nihat Ergün'ün bu fuarı ziyareti esnasında söylediği “Makine ithalatına anlam veremediği” ifadelerini nereye oturtacağımı hala düşünüyorum…
Yabancı markaların distribütörleri en azından Türk! yoluna mı girsem, yoksa paranın menşei mi olur kolaycılığını seçsem, çıkamadım işin içinden!

Serbest Piyasa seni ne zaman anlayacaklar acaba?

8 Ekim 2010 Cuma

KADIN YERSE!

''Kadınlar daha cesurdur. Kadınlar daha korkusuzdur''...
Durun daha bombası var.
''21. yüzyılda bütün diktatörleri kadınlar yıkacak''!!!

Buna verilecek cevap basit. Yeni yüzyıl erkeği, önce kendi içindeki erkeği yıksın. Kendisinin yarattığı diktatörleri de alıp yıkıntısıyla götürsün.
Sonra yeni erkeğini yaratsın, biz razıyız. Kendini bilsin razıyız.
Sorunlarımızın böylece çözülmüş olacağını epeydir biliyoruz.
Bunun altını çizelim.
Kadını göreve çağırır gibi seslenişlerin bilinçaltı yansıması nedir biliyor musunuz?
Çocukken mahallenin bazı erkek çocukları en ufak bir korkuda anneeee! diye bağırır, annelerine sığınırlardı. Ya da evde vazo kırıldığında anneleri arkasını toplardı. Yadırgamıyorum da. O erkeklerin hayatındaki kadınları hep böyle arkalarını topladı. Onlar için fark etmez ki… Ha bir vazoyu kırıp annesine toplatmış, ha diktatörler yaratıp peşine kadınları yollamış.

Şimdi bir düşünün. Türban, başörtüsü ve adı her neyse konu hakkında konuşanlara bakın.
Erkekler!
Bu konuda ki manşetlere bir göz gezdirin! Kimlerin elinden çıkmış?
Erkekler!
Yasağı kaldırıp, koyanlar kim?
Erkekler!
Bunun için ortalığı ayağa kaldırıp ververeye verenler kimler?
Erkekler!
Türban kavgasını pişirip pişirip siyasi, sosyal platformda kullananlar kim?
Erkekler!
Peki türbanı ya da başörtüsünü takan kimler allah aşkına?
Kadınlar!

Bu erkekler bizi çok düşünüyor galiba!
***

Bazı yazar, çizer, siyasi vs. erkekler her nedense bu aralar türban, baş örtüsü kadın meselesi ne bulursa dümdüz gidiyorlar. Kadını neredeyse ‘demokratik açılım paketi’nin içine koyacaklar!

Meğer biz daha beter dışlanıyormuşuz!

Gazetelere bakıyorum. Kadınların önemine dair bazı samimiyetsiz vurgular ve acayip söylemler var. Hani içimizdeki cevheri yeni keşfettiler desek değil. Bu kadar naif olamayacağım. Adem yalnız gelmedi ki, Havva da yanındaydı. Dolayısıyla ortak tevellütlerimiz, tarihimiz hatta savaşlarımız var.
Sonra yüzyıllardır bizi abuk subuk konularla oyaladılar.
En sonunda da iş hayatının bir çok kilit noktası onlardan sorulur oldu.
Kadın olarak iş hayatında ilk yıllar bizi pohpohladılar, teşvik ettiler.
Ne zaman ki merdivenleri atlamaya başlayıp onlara yaklaştık, her defasında ya aşağıya ittiler ya da basamağın birine sabitlediler. Öylece oralarda bıraktılar.
Örnek vermeme gerek yok. Doğru soru; Bugün medyada genel yayın yönetmeni kaç kadın var?

Ertuğrul Özkök’ü okuyorum. Kadının daha cesur daha cüretkar olduğunu bir kez daha hikayeleştirmiş. Yasaklara ruhuyla isyan eden kadınlara tapmış. 'Kadının özgürlük duygusunu sokakta bastırsanız bile, o heyecan evin içinde fışkırıyor' diyerek, kadınları aksiyona davet ediyor.

***

Bunlara konsantre olmadan bir gece önce de rüyamda Ertuğrul Özkök’ü gördüm. Bize gelmiş, yazılarından konuşuyorduk. Çok hoş görünüyordu rüyamda. İki dakika duramayıp o yazılarında anlattığı cesur, cüretkar kadına dönüşeceğim anda uyandım!
Tıpkı kadınlara anlatılan masalların sonu gibi oldu…

Özkök’ün yazısına tekrar odaklanıyorum. Kadınlığın cesaretine vurgu yapıyor, korkusuzluğuna aşık. Ama şu diktatörleri yıkacağımız kısmında duruyorum!
Soruyorum.
Niye başladığınız işi yarım bırakmak istiyorsunuz ki?
Bu kadar iddialı soruyorum.
Eğer ortada bir diktatör varsa! Bu sizin değiminizle ‘erkek egemen bir dünyada’ ortaya çıkmış olmadı mı?
Niye kendinizden şikayet ediyorsunuz?

Şimdi ‘eteklerin’ arkasına sığınmanın ne alemi var. Siz işinizi yarım bırakmayın. Çünkü, bizim dünyamızda yıkmak yok, yapmak var. Parçalamak yok, birleştirmek var. Güç kavgası yok, fırsat eşitliği var. Bizim kapitalist dünyamız yok etmekten geçmiyor. Üretip var olup, var etmekten, geçiyor.

Ortada yıkılacak bir şey olduğu kesin ama bu kadınların yıkacağı diktatörlük falan değil. Erkeklerin kendi içindeki erkeği yıkıp yenisini yapmanın zamanı.

Bir erkek biliyorum beraber olduğu kadını başka bir hayata götürecek kadar cesareti vardı. Zirveye beraber tırmanıyorlar.
Bir erkek biliyorum kendi dünyasının içinde kayboldu. Hayatını ayrılıklar besliyor. Her işi, her ilişkisi yarım. Sıkıştığında tek becerisi sadece kendisini o yoldan çekebilmek oluyor...
Başka bir erkek ise bu aralar eteklerin arkasında kendine yer arıyor…

3 Ekim 2010 Pazar

TEK FOTOĞRAF

‘‘Bundan sonrası yok. Gerçekten aradığım yerdeyim. Aradığım noktadayım ve hep
o aradığım kişiyleyim’…
Bir kadın ya da adam düşünün ki dünya üzerinde bu sözleri cümlelerine katmasın. Ya da bu sözlerin peşine takılmasın!
Mümkün değil! Hepimiz sözlerin peşine takılıyoruz. Onlarla kurguladığımız dünyaya atlıyoruz. O dünya bizim inançlarımız oluyor, tapıyoruz. Sonra da daha ötesi yok deyiveriyoruz.
Ama var!
Birbirlerini tanıdıklarında bu ‘inancın’ peşine takılan iki kişi biliyorum.
Ama öyle bir yerde takıldılar ki inançları bile onların daha sonrasına gitmesine engel olamadı. Çünkü kural bu. Her zaman daha sonrası vardı. Yapılacak tek şey ise birbirlerinden vize alabilme cesaretiydi.
Üstelik bunu ‘tek bir fotoğraf’ başardı.

***
‘‘O’nun herhangi bir fotoğrafını getirin. O gözlerde olup olmadığımı söyleyeceğime ve bunun da doğru çıkacağına söz veriyorum’’.

Lal, erkek arkadaşından ayrıldıktan sonra onun Facebook’da değişen profil resmine baktı. ‘Kendimi o gözlerde bulamadım. Anlatılacak, tarif edilecek bir yanı yok ama bulamadım’. diye telaşla Merve’yi aradı. ''Beni bu kadar kısa süre içinde unuttuğunu sanmıyorum ama bir gariplik var. O fotoğrafta ben yokum. Benim hiçbir parçam o gözlerde değil'' diye içinde isyanı, üzüntüyü, hayal kırıklığını taşıyan kesik bir sesle konuştu. O anlattıkça Merve’nin boğazı düğümlendi.

***
Arabadayım. Radyoda Ajda Pekkan, ‘Sen Mutlu Ol’ çalıyor. Nişantaşı trafiğinde yazıyorum. Az önce, daha ilk defa giydiğim beyaz tişörtüme kahve döktüm.
İsyanlardayım!
Sinirlenmek için trafiği mi bahane etsem, kahveyi mi kararsızım.
Birde içimde bir enerji var. Henüz boğazıma takılı duruyor. Ajda’nın şarkısıyla hatırlıyorum olanları. Patlayacak birilerini bulmam lazım diye şöyle sağıma soluma bakınıyorum ama sağımdaki simitçi bile gözümden ruh halimi anlamış gibi hızlıca geçiyor yanımdan.
Sonra bakıyorum ışıklarda 50 saniye gözlerimi kapatmak için zamanım var. Kendime şans veriyorum. 50 saniye içinde sakinleşmek zorundayım.
Gözlerimi kapatır kapatmaz önce dudakları geliyor, gözümün önüne. Sonra ellerini düşünüyorum.
Derin derin nefes alıyorum 10 saniyem daha var…
Arkamdan gelen korna sesinden yeşil ışığın yandığını anlayarak açıyorum gözlerimi. Aşkkkk içimde. İçim kıpır kıpır. Kalbimi tutamıyorum. Arabayı bırakıp şöyle sokaklarda koşa koşa bağırayım diyorum. Kontağa elimi bile koyamadan telefonum çalıyor.
Arayan Lal!
‘Lal bana iyi haber vereceksin yoksa kapat telefonu’ diyorum.
Sesi kesiliyor. Önce yutkunuyor, sonra benim anlamamı istemediği için, ‘pardon boğazım’ pozlarına girip, anlatacaklarını araya sıkıştırmak ister gibi ‘hayır’ deyip, telefonu kapattı bir anda.
Gözümden gelen yaşları tutamadım... Kalbim sızladı. Hem benden hem Lal’dan…
Lal bu kez çıkamadı işin içinden!

Lal benim canım. En sevdiklerimden. İlkokuldan beri ilk göz ağrım dediğim arkadaşlarımdan. Merve’yi lisede tanıdım. En temkinlimiz, bizi taşıyan orta direğimiz oldu hep.

***
Eren, yurtdışından döneli epey oldu. Merve’nin doğum gününde tanıdık hepimiz Eren’i. İki senedir beraberdiler Lal’le. Tanıştıklarından iki ay sonra New York’a yerleştiler. Bayıldılar bu tesadüfe. Aynı eve taşındılar. Aynı hayatı yaşadılar.
Lal müzisyen. Hayatla olan bağını sözler ve ritimler tamamlıyor. Çabuk kırılır ama çabucak da tamir eder kendini. Kin tutmaz. Dünya lezzetlisi yemekler yapar.

Eren, bankacı. New York’da yabancı bir bankaya transfer oldu. Hayat felsefesi ‘The Fountainhead’ yani sıkı bir Ayn Rand’çı. Mantıklı parçaları hepimizin dünyasına köprü gibi. Yakışıklı hiç değil ama pırıltılı bir zekası var. İlginç biri. Kendilerine New York’da içinde her şeyin ‘keyif’ olduğu bir dünya kurdular.
İkisi de ‘‘bundan sonrası yok’’ diyordu. Ortak slogan belledirler bu cümleyi.
Aylarca onlardan şahane e-mailler, smsler aldık. Merve de, ben de farkında olmadan onların ‘inancına’ kapıldık, inandık.

Lal bir gün Merve’yle beni aradı. ‘Konserim var’ diyince atladık apar topar Miami’ye gittik. Eğlenceli geçen 1 haftanın ardından biz döndük. Lal bir hafta daha kaldı.
Bir gece yemek sonrası katıldığı partide Smith’le tanıştı. Lal, Smith’e bir şeyler hissetti. İçilen birkaç kadehin ardından da eve yalnız dönmedi. Tahmin edileni yaşadılar.
Lal sabah uyandığında Eren’i aradı. Yaşadıklarından pişman ama yanında Smith var. Dayanamayıp her şeyi Eren’e anlattı. Yalan katmak istemedi ilişkisine. ‘Sadece bir zevkti, bundan sonrası yok hala geçerli’ deyiverdi. Eren, daha cümlesi bitmeden terk etti Lal’i. Telefonu suratına kapattı.

Birbirlerinden kopamayacak kadar büyük özlemle ve kavgayla birkaç defa buluşup seviştiler ama her defasında Eren evi terk etti. Affetmedi Lal’i.
Çok özledim diye geldiği gecelerin sonunda bile Lal’a söylenip kalktı yataktan.
Hakaretler yağdırdı. Her şeyi mahfetmekle suçlayıp nefret etti ondan. Defalarca sevişti ama yine nefretle terk etti evi.

En sonunda Eren bu durumdan sıyrılmanın başka bir yolunu buldu. Lal’e çok acı veren bir yol da olsa, birileri hayatına devam etmeliydi.
Eren, New York’da ikisinin de senelerdir tanıdığı ama Eren’in nispeten daha samimi olduğu July’a evlenme teklif etti ve birkaç ay içinde evlendiler.
Lal perişan!
‘Ne yaptıysam ikna edemedim, adam evleniyor’ diyip telefonu kapattığında, Nişantaşı trafiğinde yine sular durmadı gözümde. Birkaç gün sonra eve Eren’in davetiyesi geldi. Düğün Amerika’da.
Lal apar topar İstanbul’a döndü. Hava alanından canlı cenaze aldım.

Eren ise evlendi. Aradan geçen iki senede bir kızı oldu. Bu arada bir süre sonra Eren yeniden transfer oldu ve İstanbul’a yerleştiler July ile.

***
Arkadaşlarımla Milano’ya gitmek için havaalanında beklerken Eren’le karşılaştım.
Eren beni görür görmez sarıldı. Onun kollarının arasında, Lal’i taşıdığımı hissettim üstümde. Ben yoktum sanki. Garip oldu.
O da bir toplantıya gidiyormuş, İtalya’ya. İkimizin uçağına daha 1 saat vardı.
Bir süre öyle her şeyden konuştuk. Sonra bir sessizlik oldu ve ardından Eren,
telefonundan kızının fotoğraflarını gösterdi. Ben de telefonumdaki bazı fotoğrafları gösterdim. Arasında 2 gün önce Lal’i çektiğim fotoğraf da vardı. Yakından Lal’in yüzünün bütün ifadelerini ele veren, güzel bir gülüş yakalamış fotoğraf.

Eren, fotoğrafa bakar bakmaz tebessüm ederek telefonumu aldı. Biraz ileride duyamayacağım bir mesafeye doğru yürüyerek telefonla konuşmaya başladı.
Tahmin ettim ama inanamadım! Sonra telefonumu bana verip hiç bir şey söylemeden ‘uçağa yetişmem lazım’ deyip yanımdan ayrıldı.
Lal’i aramış. ‘Resmindeki gözlerinde kendimi gördüm, sadece bunu söylemek istemedim’ demiş.

***
Eren boşandı. Ama Lal’le beraber değiller. Her ikisi de bu olaydan 1 ay sonra kendilerine benzeyen başka birilerine aşık oldular.

Tamir etmek istemediler, sıfırlamayı başarabildiler. Sadece daha ötesine geçebilmeye vize aldılar birbirlerinden. Üstelik havaalanında.

‘Tek fotoğraf’tan yola çıkarak…




(Martı’nın Günlüğü, BF)