4 Ağustos 2011 Perşembe

LA FURTUNA 3

"Kaçabilen canını kurtarır"


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Ensar, 25 yaşına basalı daha iki gün oldu. ‘Şubat’ın en soğuk karlı günlerinde Eyüp’ün Pier Loti yokuşundan inmek ömrümden ömür alıyor’ diye söyleniyordu, sabahın köründe. Hele de Bakkal Hasan’ın olduğu köşeyi dönmek en zoruydu bu soğukta. Bakkalın evinin yanları boş olduğundan daha fazla rüzgar alıyor, soğuğu sanki mahallenin içine işliyordu. O günlere ‘Hasan soğuğu bastırdı yine’ diye isim koymuştu Ensar.
Eyüp, Bostan İskelesi’ndeki kahvenin önünde çırak Hüseyin’le buluşur beraber yola düşerlerdi.
Kapalıçarşı’ya giderken kardan kapanan yollarda güç bela işe varıyorlardı. Soğuk bir yana; kimi yollar öyle dar- öyle karanlık olurdu ki; iki erkek utanmasa tir tir titreyerek birbirlerine sarılıp, çıkarlardı aydınlık caddelere. Üşümüş numarası yaparak hız verirlerdi adımlarına. Ensar bazen türbelerin arasından geçerken Hüseyin’i korkutur garip hikayeler uydururdu. Çırağın arkasından ‘bak gördün mü evliya türbeden çıkıp bize el salladı’ dediğinde Hüseyin tir tir titrerdi.
Bu pazartesi sabahı babası olmadan çıktı evden, soğuk havalarda babası dayanamazdı onca yolu yürümeye. Bugün de Hüseyin’le güç bela vardılar, Kapalıçarşı’ya.
Geniş dükkanları vardı. Kapalıçarşı’da merhum Şeyh Rüstem dedesinin dükkanıydı. Ensar küçüktü dedesi öldüğünde, dükkanı da onlara kaldı. Başka oğlu, kızı, torunu yoktu dedesinin. Ama soyu sopu- etrafı genişti. Eyüp’de Ensariler’den olduğu söylenirdi. Kaşgari Dergahı’nda geçmişti ömrü. 1925 yılında Tekke ve zaviyeler kanunu gereği tekkeler kapatılınca Şeyh de fikirlerini siyasete aktarmaya karar vermişti. Yakın dostu İsmet İnönü onu partisine davet edince; daha bismillah deyip başlayamadan başı beladan kurtulmadı. Millet ve şeriat- İslami hukuk ve medeni kanunlar dert oldu sohbetlerine. Biri bir uçtan tutsa, öteki diğer tarafından çekiştirdi. İsmet paşa millet dedikçe, Şeyh de şeriat dedi. En sonunda ‘sen Cumhuriyet’e karşı mısın be adam’ diye İsmet paşa elini masaya vurunca, araya girenler de ayıramadı. İpler tamamen koptu. O günden sonra, Şeyh Rüstem hiç giremediği siyasete, dönmem diye yemin etti. İşe güce koyuldu. Kapalıçarşı’daki dükkanında ufak tefek hediyelik eşyalar satarken İsmet’i tanıdı.
Öksüzdü anası babasını kaybedeli uzun yıllar olmuştu. Ama zanaati vardı. Kuyumculuğa hakimdi İsmet. Kızını da İsmet’le evlendirdi Rüstem. Birkaç sene sonra da İsmet İnönü’ye söylene söylene gözlerini kapayıp gitti buralardan. Ensar 11 yaşındaydı dedesi öldüğünde.
Yıllar geçtikçe dedesine benzemeye başladı. Şeyh Rüstem’in torunu deyince koca çarşıda parmakla gösterilirdi. Koca çarşı dedesinin O’nun zanaatine başka bir anlam kattığını iyi bilirdi.
Babasının ne kadar umurunda değilse, dedesinin gururunu taşımak da sanki Ensar’ın görevi gibi üstlenip öyle ağırlıyordu geleni gideni. Dükkana astığı dedesinin eski bir fotoğrafının önünden konuşur müşterileriyle, bir şekilde gelen gidenin ‘dedene ne kadar da benziyorsun’ cümlesini duymak istiyordu. Ama bir müddet sonra vücuduyla dedesinin fotoğrafını tamamen kapatıp kendi var oluyordu. Ezberlemişti artık bu hareketi. Üstelik defalarca prova etmişti. Dedesinden daha ileri gidebileceğini ispatlamaktı amacı. Hırsı onu türlü türlü numaralara yönlendiriyordu.
Çarşı esnafı; ‘kalbi temiz çocuktur ama gel gelelim çok hırslıdır önüne babası çıksa tanımaz’ diye konuşuyordu arkasından.
Topluluk önünde iki kelimeyi bir araya getiremeyen Ensar ise konu yaptığı takıları olunca bülbül gibi şakıyor ama laf kızlardan evlilikten açılınca kızarıp bozarıyordu.
Dükkana gelen müşteriler arasındaki genç kızlardan biri öylesine adını sorsa heyecandan ne yapacağını şaşırıyor, kelimeler ağzından çıkmıyordu. Devreye çırak Hüseyin giriyordu o anlarda. Cankurtaran gibi yetişiyordu utangaç patronunun imdadına.
Onu koca çarşıdan ayıran en önemli özelliği ise genç yaşına rağmen Allahın isimlerini takılara işleyen tek ustaydı. Dedesinden aldığı eli, babasından aldığı zanaati takılarına işliyordu. Koca çarşıda buna başka niyetlenen çıkmamıştı. Zamanında Şeyh Rüstem dede sağlığında birkaç tanıdığına şifa olsun diye hediye ederdi. Ama kendi yapamaz İsmet’e yazar, verirdi. Ensar hem kendi bilir, hem de kendi işlerdi. Dedesinden aldığı eğitimi de sağlamdı.
Ensar’a gelen müşteriler bazen ondan değişik isimler istese de, O yine kendi bildiği ismi yapıp verir. Üstüne geleni de; ‘Sen Allahın hangi adının neye iyi geleceğini iyi mi bilirsin. Ben şeyh torunuyum benden daha mı eminsin’ diye paylardı.
‘Hepsi Allahın ismi karışmayın işime’ diye hizaya dizerdi sanki çarşıyı.
Uzun boyuyla diklendiğinde, kaşlarını çatıp, renkli kocaman gözlerini açtığında ikna edemediği kalmazdı. Çarşıda kime sorsan ‘dedesi de böyle inatçıydı. Karar verdi mi önünde kimse duramazdı. Bakalım bu ne işler açacak başımıza’ deyip bir adım geri dururlardı Ensar’dan.
***
Hüseyin’le dükkana vardıklarında önce kapının önünü süpürdüler sonra beraberce dükkanın tozunu aldılar. Bugün kalabalık olacaktı. Bir dolu müşteri gelip takıları seçecekti. Birkaç zengin müşterisi hariç; müşterilerin çoğu siparişlerini kıştan verir, bahar gelip düğünlere yetişene kadar da anca öderlerdi. Takılarını teslim alana kadar da taksidi biterdi. Aylardan Şubat olunca siparişler epey birikmişti.
***
Bir senedir Ensar’ın gözü 50 metre ilerideki başka bir dükkandaydı. İşleri yolunda gitmeyen, karısıyla İstanbul’u terk eden sevilen esnaflardan birine aitti dükkan. Büyük ayıptı çarşı esnafı arasında, gidenin malına göz koymak. Beklenir, hatta muhafaza edilir, birinin gözü kaysa dükkana- diğeri ‘edep yahu adam gideli ne kadar oldu’ diye çıkışırdı, keserdi önünü.
Çarşı’nın en güzel dükkanlarından biri olunca kurt esnaf anlıyordu kim peşinde, kim değil. Hem yeri güzel, hem de içi genişti dükkanın. ‘dedem buraya kadar getirdiyse ben de oraya taşıyacağım işi büyüteceğim’ diye niyet etmişti bir kez Ensar, ‘dönmem artık’ diyordu her dükkanın önünden geçişinde.
***
Ensar sabah her şeyi tek tek kontrol etti, sonra bütün takıları tezgahın alt gözüne yerleştirip yine yukarıdaki boş dükkana bakmaya gitti. Her sabah kolluyordu orayı. Olur da biri tutmaya kalkar aniden diye korkuyordu. Önce o tutacaktı hazırlamıştı her şeyi, kendi harçlıklarından bile ayırmıştı kenara. ‘Niyet ettim, bu sene bir şeyler değişecek hareketlenecek’ diyordu her sabah içinden.
Bu sabah da kimseler gözükmüyordu dükkanın camından. Ama kapının önüne yaklaştığında bir hareketlilik gördü ileride. Usulca yaklaşıp anlamaya çalıştı, ihtiyarın dükkanını kiralamak için birilerine göstermeye başladığını anladı. Hiç bir şey demeden usulca dükkana döndü. Hüseyin’i çay almaya gönderdi.
Tezgahın arkasındaki kırık çekmeceyi açtı. Yıllardır kimse kullanmıyordu orayı. bir şeyleri saklamak için en güvenilir yerdi. Babasından gizli biriktirdiği paraları saydı. Akşam eve gidince konuyu bir şekilde babasına açacak, ikna edecekti onu. Karşı çıkarsa da biriktirdiği paraları koyacaktı masaya. Kendine söylemek istemiyordu ama o dükkanı ne pahasına olursa olsun kaçırmayacaktı. ‘Vazgeçemeyeceğim şey yok. Erkek olmanın zamanı geldi’ diyordu.
Ya Melik.. Ya Melik.. Ya Melik.. içinden geçirdi, dedesinin öğrettiği usülde. Niyetinden önce derin nefes alacak Ya Melik’i içine dolduracak niyetini görene kadar da kaybolacaktı bu isimle. Böyle öğretmişti dedesi.
’’Yapabilirim. Yeter ki dükkanın kapısından gireyim, gerisi kolay…’’
Dedesinin ‘hangi işe başlarsan kararlarını pazartesi ver. Pazartesi hayırlı iş günüdür öğüdünü hatırladı..
Bugün pazartesiydi ve en azından karar vermek için doğru bir gündü.



devam edecek... (devamı 7 Ağutos pazar)

1 yorum:

  1. Kanalları öylesine gezinirken ağzınızdan "Ben daha farklı şeylerle uğraşıyorum; roman yazıyorum bloğum var!" Kanalı değiştirmedim. İlginç! Bu kadın roman yazıyor! Biraz daha seyrettikten sonra bu romanı okumalıyım dedim. Çoğu sayfayı okudum. Konu güzel. Umarım yayınlarsınız. Başarılar.

    YanıtlaSil