14 Mart 2012 Çarşamba

Kamelya Gölgesi..

Altın rengi saçlarıyla, bu bahçede yürüyen bir Camelya vardı..
Ahh Camelya..
Ne uzun seneler oldu, haber alamadım. Yeşil gözleri, beyaz teni, kırmızı dudaklarıyla güneşin altın kızıydı..
Tüm kasaba öyle alışmıştık ki- ona, görmediğiz günlerde içimizi bir sıkıntı kaplar, bu kasabadan gittiğini düşünüp korkardık.
Ahh Camelya!!
Ne ufakcıktın buralara geldiğinde…
Annenin elinden tutup bize geldiğin gün, sanki dündü.
O küçük kız, gözümün önünde büyüdü..
Ahh Camelya!!
Keşke hiç gelmeseydin buralara- hiç tanımasaydık seni.. Her öğlen buluştuğumuz yazları hiç bilmeseydik..
10 koca sene oldu!!
O lanet gün, tam 10 sene önceydi..
24 Ağustos 1572…
Ne kötü bir sabahtı…
Daha gecesinde kuruyan yapraklarımın damar damar olmuş halinden ürktüm, korkudan dallarımı aşağı doğru eğdim.
Gövdemin çökeceğini sanmıştım ki; bir süre sonra gelen gürültü kökümü temelinden sarstı.
Sabaha karşı, yanımdan geçen haçlı giysililerden duydum önce. Katoliklermiş, evlerinde uyuyan bütün Protestanlara saldıracaklarmış.
Köklerimden sıyrılıp hepsinin önüne düşmek hatta ağır bedenimi önlerine devirmek istedim.
Ormanın ağaç kesen delisini ilk kez o gün aradı, yaşlı kabuklarım çaresizce..
Ama her gün ağaçları kovalayan deli bile yoktu.
Yürüyen kalabalığın arasında kalan iki haçlı gölgeme oturdu, gövdeme yaslandı. Duyduklarıma inanmak istemiyordum.
Katolik olduklarını söylüyorlardı, Protestanları öldürme emri almışlar. Ama diğerleri gibi hevesli değillerdi. Ayakları kasabaya doğru değil, geldikleri yere doğru dönmek ister gibiydi..
Daha irice olanın, karısı razı gelmemiş kocasını katliama göndermeye, “ya onlar da sen oradayken buraya gelseler” sorusu dünyasını karartmış gibi bakıyordu. Arkadaşına anlatırken içindeki endişe tüm yüzünde dolaşıyordu. Kısa bir süre sessiz kalıp, o donuk dakikalardan sonra gölgemde dua edip birbirlerine sarıldılar. Birazdan yapacakları için af dileyerek yola koyulacaklardı ki; kısa olan, olduğu yere çivilenmiş gibi tüm enerjisini ağzından çıkanlara döküyordu. “tek şartım var, kadınlara ve çocuklara dokunamam” dediğinde irice olan konuşmadan başıyla onayladı arkadaşını.
Başını öne eğip, gözündeki yaşları sildi. İkisi de sessizce ayrıldılar, yanımdan.
‘Yapmayın’ diyebilmeyi çok istedim.
Ama beni duymazlardı..
Camelya’nın evde uyuduğunu biliyordum. Yatağında gördüğü rüyalar, tanrıyla arasındaki en derin yolculuğu kesilecekti.
Tek düşündüğüm Camelya’ydı…
Kimsenin öldürülmesini istemiyordum. Ama Camelya!
Altın saçlı Camelya böyle ölemezdi!..
Ben tanrıya isyan edemem. Nasıl edeyim ki; ben ağacım.
Kamelya Ağıcıyım.
Ama tanrı bugün uyuyakalmış.. Rüzgarı bile yok.

Bir süre sonra çığlıklarla irkildim. Dallarım titredi. Çiçeklerim geceden solmuştu.. Son kalanları da seslerle düştü. Gürültüler daha da şiddetleniyordu. İmdat çığlıkları, yerini iniltilere bıraktığında bütün çiçeklerim gövdemin etrafındaki toprağa dökülmüştü.
Ölenler kadar kuruydum. Dallarım sopa gibi sertti. Ölenlerin parçaları oldu her yaprağım, onlarla birlikte hayattan döküldüm.
Her şeyin bittiğini düşünürken yeniden başka çığlıklar yükselmeye başladı. Sonra çığlıklar, başka iniltilere bıraktı yerini.
Öyle uzun zamandır buradayım ki; her iniltiden kimin öldüğünü anlıyordum. Belki de o iniltiler arasında Camelya’yı duymaya çalışıyordum. Ama en acısı, ölenlerin kokusu başka geliyordu. Mezarlığa gömülmeye giden bir ölü gibi tamamlanmış bir koku değil, yarım kalmışlığın kokusu acı oluyor. Acı acı gövdemi yakıyordu yarım kalmışlık kokusu.
Hayatı tanımanın başka başka yolları olduğunu arkamdaki çınar öğretmişti. ‘yerinden kıpırdayamayan ağaçlara, sesler ve kokular düşmüş’.. Ama ben kokudan tanıyorum hayatı..

İkinci günün akşam üstüne doğru evlerinden kaçmayı başaranlar başka ülkelere gideceğini söyleyip, etrafımızda koşuyorlardı. Evlerini terk etmişlerdi.
Camelya’yı öyle merak diyordum ki…
Onbinlerce kişinin kanının, sokaklara bulandığını gördüğümde- hiçbir yağmurun yarım kalmışlığın kokusunu- temizleyemeyeceğini biliyordum.
Günler böyle de geçiyordu.
Artık umudu kesmişken Camelya çıkageldi. Saçları hala sarıydı ama altın sarısı değildi. O Camelya’ydı ama güneşin kızı değildi artık. Katliamın üzerinden geçtiği yorgun-bezmiş, ümidini yitirmiş kız çocuğuydu. Elindeki bohçasıyla önümde durdu. Sanki O’nu merak ettiğimi hissetmiş gibi gövdeme yaslandı. “vedamı burada yapacağım” döküldü kırmızılığını yitirmiş, soluk dudaklarından. Dizlerinin üzerinde çöktü.
Meğer o gün, gelenlerden biri yardım etmiş, kaçmasına.
Ailesinden kimse kurtulamamış. Sevdiği kim varsa boğazını kesilirken görmüş. Gövdemin yanı başında ‘artık insanlardan nefret ettiğini’ söyledi.
Çocukluğundan beri evleneceğini sandığı esmer genci de öldürmüşler.
Bir daha hiçbir insanla konuşmayacağına yemin etti, gölgemde.
‘Yarım kalmışlığın kokusu boğazımı yakıyor’ dediğinde gövdem köklerinden bir kez daha sarsıldı. Bir tek ben değilmişim diye kıpırdanacak oldum. Önümde duran Camelya’nın bu haliyle gövdem daha da sertleşti.
‘Artık inancının olmadığını, inandığı ne varsa kasabada katliamın içinde bıraktığını’ söylüyordu.
Ayağa kalkmadan önce, ellerini- son kez yukarıya uzatıyormuş gibi ağar ağar kaldırdı. Gökyüzüyle yaptığı anlaşmayı bozmuşcasına kollarını toprağa doğru indirerek- gövdesine yapıştırdı. Bir daha yukarı kalkmalarını istemiyordu. Kolları kabullenmişcesine gövdesine uyum sağladı.
Kasabanın epey uzağındaki yıkıntı bir binaya kapanacağını söyleyerek, uzaklaştı.

O günden sonra- her yıl, tek bir çiçek açıyorum. Tek Kamelya!
10 yıldır, her yıl bir tek kamelya! Camelya’nın hayatı için…
Bir gün gelip, o çiçeği bulup hayata dönmesi için.. Tanrı uyuyakalsa da- ben Camelya’ya içimdeki anlaşmayı bozmadığım için.

****

Not:
İnsanların hayatlarını, inandıklarını dayatma uğruna 1572 Ağustos’unda bazı Katoliklerce, on binlerce protestana yalpan bu katliam, Paris’de başlayıp ülke geneline yayıldı.
(Saint Barthelemy Katliamı)

1 yorum:

  1. Yaşanılan felaketin kız da bıraktığı iz ve hayata aldığı tavır, malesef ölmesinin daha doğru olacağı düşüncesini oluşturdu bende..

    YanıtlaSil