24 Ekim 2010 Pazar

'BEYAZ CEMAAT'!!!

Hayata veda edeli 3 yıldan fazla oldu. Ne zaman kafam karışsa ezbere parmaklarım numarasını tuşlardı. O da, benim bütün ezberimi bozardı. Ne beklesem başka bir şey bulurdum onun telefonlarının sonunda. Hiç aklımda olmayan düşünceler, kelimelere dökülürdü kapatırken. Sesi bile içimi rahatlatırdı. Kimse bilmedi ama biz birbirimize dair her şeyi bildik, anlattık. Sevgililerimize anlatamadıklarımızı paylaştık beraber.

‘Hala özlüyorum onu’ dediğim anlardan bir gece rüyamdaydı. Ben yollarda koştururken kendimi onun yanında buldum. Öldüğünü biliyordum ama bir o kadar da gerçekten yanımdaydı. Hemen sarıldım 'çok özledim' dedim. 'ben de özledim' derken kalplerimizi birbirine yapıştırarak sarıldık. Ağlamak üzereyken 'şimdi ağlama sana söyleyeceklerim var' dedi.
Yanına oturdum. Cüzdanından çıkardığı 5 lirayı bana uzattı. 'bunu yanında taşı! başına bir iş geldiğinde lazım olacak' dediğinde tereddüt etmeden, sorgulamadan, parayı alıp çantama koydum.
Sonra gözlerimin içine doğru daha da yaklaştı. 'bunlardan sonra dönüp aynaya baktığında iki çocuğa hamile bulacaksın kendini' cümlesi hala kulaklarımda.
Uyandığımda yanaklarıma değen gözyaşlarımla, kalbimde onu çok özlediğim duygusuyla gözlerimi açtım.

***
Tipimden herhalde! Bazen en olmadık yerlerde farklı algılanıyorum. İnsanlar ya beni yakın bulup içlerindekini dışarı salıveriyorlar ya da 'bizden değildir' dedikleri vakiidir.
2 sene önce Ankara'dayım. Uçaktan inip Çankaya Köşkü'ne doğru yola koyuldum. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu var. Ve salona henüz girmişken, ayakkabılarım ayağımı rahatsız edince bir köşede kendime yer bulup iki dakika dinlenmek istiyorum! Masalarına yanaştığım çifte selam verir vermez "Bahar hanım görüyorsunuz buralar ne hale geldi" diyorlar. 'Evet tadilat bitmemiş ne eski bakımsız' diyorum. 'Yok öyle değil buralar kimlere kaldı' olarak tekrarlıyorlar sözlerini. 'E niye geldiniz o zaman' soruma 'buraları onlara tamamen bırakacak halimiz yok' yanıtını alıyorum.
Ayakkabılarımın sıktığına mı takılayım, yoksa hem gelip hem de sövmenin en azından orada çok şık olmadığından mı yakınayım? derken!
Kendimi de ayakkabılarımı da sürükleyerek devam ettim köşk içinde yürümeye. Bu kez senelerdir tanıştığım hatta herkesin çok yakın tanıdığı bir işadamıyla konuşmaya başladım. Kendisi iletişim sektörünün müdavimi.
işler nasıl diye sorduğumda; 'kötü Akp geldi hiç iyi gitmiyor, işlerimizi hallettiremiyoruz' anlamında bir şeyler söyledi. Nasıl hallettirdiği kısmı eminim ayrı bir haber ve yazı konusu olur ama mesele şu an bu değil.

Bir ‘beyaz türk’ masalıdır gidiyor...
Ama bir masal düşünün ilk söyleyeni yaşamıyor. İçini dolduran ne? doğru düzgün bilinmiyor. Kapsama alanı hiç belli değil. Ama o masal devam ediyor. Yaz günlerinde kahramanlarından ötürü uykuya dalan bu masal, kışın sayfalara manşet oluyor.
Yazanı çizeni her hafta ayrı bir manifesto yayınlıyor köşesinden ‘beyaz cemaate’. Yıkılmadık ayaktayız minvalinde kalem oynatılıyor.
Sonuç tabii ki yok. Tartışmadır diyorsunuz ama yürüyüp bile gidemiyor. Kavramı da ortada kalmış, yazanı da. Okuyanını ise hiç sürüklemiyor artık.
Merak ediyorum!
Bir kavrama daha ne kadar tutunabilir ki insan ısrarla?
Hele de bu kavramın içi boşaltılmışsa!
Dolayısıyla içi boşaltılan bir çok şey gibi mesela bu ‘Beyaz Türklüğü’ de TMSF'ye devretsek alır mı acaba?

***
Gelelim 3 yıl önce ölen kişiye.
Gazeteci Ufuk Güldemir.
Beyaz Türklük kavramı, rahmetli Ufuk'un icatlarından en popüleri oldu.
Kendisi anılan türde bir 'beyaz türk' de değildir üstelik. Elazığ doğumlu orta direk bir ailenin çocuğu. Hatta maddi imkanlara çok sonraki yıllarda kavuşur. Ne burjuva kökleri, ne de asil soyu vardı. Suyun öteki yakası bile değildi.

Ama yaratıcıydı, çok çalışkandı, fırlamaydı, zekiydi. Kendi kendini var eden aykırılardan oldu. Bazen tutunamadı. Bazen tutunduğu yerden fırtına kopardı. Peşinden gitmeye tereddüt etmediğim, haber iştahına hayran olduğum Ufuk'un çocuğudur ‘beyaz türk’ kavrami.

Habertürk'un kurulduğu ilk günlerde yayınlayacak kaset olmadığından İstiklal Marşı’nı yayınlamıştık bir gün ve Ufuk ekranın altına 'İstiklal Marşı TRT'ye bırakılmayacak kadar önemlidir' yazmıştı.
Hiç bir şeyin kimsenin tekelinde ya da özelinde olmadığını anlatmaya bayılıyordu.
Sonra herkes oturup düşünürdü. Çok iyi bilirdi açıkları, boşlukları ve ihtiyaçları.
Ama her seferinde başka hikayelerle tekrarlardı 'hiç bir şey kimsenin tekelinde değildi'. Hatta kurallara-maddelere bağlayamazdınız o bundan nefret ederdi.
Beyaz Türk kavramı, ilizyoner değil vizyoner özgür düşüncelerin çocuğuydu.
O bir zekadan bahsetti. Onun beyaz türkleri yaratıcı, fırlama, çalışkan, eğlenmesini de bilen, ortaya farklı bir bakış açısı koyabilen, cesur, entelektüel zekaya sahip, ön yargılarından sıyrılmış, herkesi dinleyen ve bir araya getirebilen, komplekssiz ve herkesin konuşmasına tartışmasına izin veren bir beyaz türklüktü. Geldiği yere köyünü getiren değil, geldiği yerde kendini daha da ehlileştirebilendi. Bir burjuvasi kulübü hiç olmadı Ufuk'un beyaz türkleri. Beyaz Cemaat değildi anlattıkları. Ya da cemaate mensup beyazlardan hiç olmadı. O yüzden kendisi de bir beyaz türktü.

Şimdi beyaz türk tartışmalarına bakın.
Hal böyleyken, en iyisi bu kavramı TMSF’ye devredelim belki oradan bir alan çıkar!

3 yorum:

  1. keike daha sık yazsanız...

    YanıtlaSil
  2. Kaleminiz yazdıkça güçleniyor, durmayın...

    YanıtlaSil
  3. yazılarınız çok güzel,içten ve içi dolu..

    Feyzan Keçeci

    YanıtlaSil