27 Şubat 2019 Çarşamba

Aldatma Edebiyatı


“Uçurumdan yuvarlandım, üzerimden tır geçti, boksörün biri beni eşek sudan gelinceye kadar dövdü, Çin işkencesine maruz kaldım. Hiç tanımadığım adamlar beni kaçırıp etlerimi lime lime etti. Birileri saçlarımı koparırken diğerleri tırnaklarımı tek tek söktü. Üzerime koca bir dağ devrildi, yük treni raydan çıkıp son hızla yüzüme çarptı ve kocaman bir gök taşı kafama düşüp beni yakıp kül etti.

Yani aslında ben aldatıldım.

Hem de hunharca ve senelerce. Onu öldürmenin eşiğinden döndüm. Gözüm öyle dönmüştü ki, her şeye ve herkese rağmen kurtulmak istedim ondan. Kendimi ondan kurtarmanın tek yoluydu yok etmek. Tanıdığım bazı kadınlar, yaşadığım şeyin çağın virüsü gibi bir şey olduğuna inanıp susmamı tembihledi. Onlar da öyle yapıyordu. Kimileri ise talihimin kötü olduğuna kanaat getirdi. Fakat kimse çıkıp da temeli en baştan yanlış atılan derme çatma hayatlara sığınıyoruz halimiz böyle perişanlık demedi.
‘Ben aldatılacak kadın mıydım’ sorusu artık vücudumun bir parçası gibi üzerime yapıştı. Aynı soru bir müddet sonra “ben aldanacak kadın mıydım” diye beynimde yankılansa da, sokakta alnıma çalınmış kara bir leke gibi sanki her geçen yüzümü okuyordu. Gariptir, yaşadıklarım için bir tek kendimi suçlamıyordum ama inandığım her kese lanet okuyordum. Öyle ki, biri dönüp adres sorsa, onu bile suçlamak istiyordum. Senin yüzünden! Belkide sen adres sormasan olmayacaktı tüm bunlar. Haliyle pembe hayallerim mora dönmüş, dişi kuş olamadan yuvam kentsel dönüşüme uğramıştı. Adım Esra. Yeni boşandım. Yok kocamı başka bir kadınla basmadım. Öyle bildiğiniz anlamda aldatılmak değil benimkisi. 45 yıl boyunca yaşanan her şey benim bizzat kendimi aldatmamdan ibaret. Başka biriyle olarak falan değil. Ben düpedüz kendimi gerçeklerden kaçırarak aldattım. Kendime hiç şans vermedim.”


Esra, benim hayali karakterlerimden biri. Hatta bu aralar en çığırtkanı. Henüz hayata geçmemiş romanın bir parçası deyin yahut zaman zaman yazdığım kısa hikayelerin bir yerinde olsun fark etmez. Her nereye aitse, sesi o kadar gür ki, hikayeden önce belirdi. Kadın ve erkek arasındaki aldatmanın çok ötesinde bir dram yaşıyor. Hayat boyu inandığı her şey yıkılmış, sarsılmış. Elbette ona bir şey olmuş. Aslında muhtemelen o yaşına kadar da çok şey olmuştur ama artık sonuncusu onu devirebilmiştir. O yüzden sesi çok yüksek çıkıyor. Kendini duyabilmek istiyor. Çünkü meselesi en başa kadar uzanıyor. Fakat yüzeysel bir zeminde tırmalamıyor. Sahiden çok gürültülü bir düşüş bu. Ve aynı zamanda bu çağın kendisi oluyor Esra... Kadın, erkek fark etmeksizin kaçındıkları her şeyle beraber kendilerini derinden aldatan insanlara anlatacak sağlam bir hikayesi var….
O vesile aldatmak ve aldatılmak bu yüzyılda, kadın erkek düzleminde kalamayacak kadar derinlikli bir konu. Cinsiyet ayrımı ya da ahlaki bakış sadece ilizyon yaratıyor.
Dünya edebiyatı ise önceki yüzyılda kadının aldatmasını trajedi olarak kabul ettiği için Tolstoy’dan Anna Karenina, Gustave Flaubert’in kaleminden ise Madam Bovary gibi müthiş roman karakterlerine sahibiz. Dişi kuş olan kadın, kutsal yuvasını kirletip anneliği hiçe saydığından haliyle olaylar trajik hale geliyordu. Yani kadının içsel çelişkilerinin iç yüzüne gitmek yerine yaşadığı hezeyanlar vurgulanıyordu. Tarihi biraz daha yakına çektikçe “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” romanındaki Tomas, kız arkadaşını aldatmadan yapamaz ama ne hikmetse biz aldatan erkeğin trajedisi yerine, ikinci plana atılan yan kadının dramını okuruz.
Televizyonlarda izlediğiniz saray entrikalarında bile padişahın düzenini sorgulamak bir yana kadınların birbirlerine çektirdiği işkenceler konu olur.
Ve her seferinde aldatmak ve aldatılmak meselesiyle sadece yüzleşmek durumu vahimleştirir aslında. Olayın kendisine bakan olmaz.
Birçok insan ise aldatmaya idare ederek iştirak eder. Hayatı, kendini, sevgilisini, kocasını, karısını idare eder. Ve bunun orta yol olduğuna çoktan ikna olmuştur. Oysa idare etmek ne bir orta yoldur, ne de bir yöntem. Nihilizm, varoluş, deizm, egozim, hatta idealizm gibi felsefik bir meseledir. Aldanmış olan ise uyumaya devam eden biricik kendimiz oluruz.



13 Şubat 2019 Çarşamba

Kıçtan Sesler Korosu

Başlık için tereddüt etmeyin yazıyı okuduktan sonra sizin için de poponuzun sesi değerli hale gelecek. Zira ben de şoktayım.
İnsan varoluşuna verdiğim değer itibariyle kendi iç sesimin o kadar da aşağıdan gelmesini anlamlandıramadım. Aslında dürüst olmak gerekirse hala kabul etmiş değilim.
En azından henüz!
Zor günlerden geçiyoruz. Fakat zor günler bile hiçbir vakit anlamını bu kadar boşaltmamıştı. Öyle görünüyor ki, anlamsızlık yeni yüz yılın baş edemeyeceği en büyük problemi olacak.
Durun meseleye geliyorum. Bilgi, zihnimin tüm kıvrımlarında yıkıcı bir etkiyle dolaştığından, hangi dozda ne aktarmalıyım ondan emin değilim...
Öyle ya da böyle insanlık maskesinin hepimizden kaçıp gitmek üzere olduğu günlere yürüyoruz. Adem ve Havva sayesinde insana atfedilen onca yüce değer, dinler, inanç, yaşama amacı ya da adına her ne derseniz deyin veriler, önümüzdeki yüzyılı ve tüm doğru bildiklerimizi tuz buz edecek kadar radikal geliyor.
Tabii ki kafamızı kuma gömüp, bulursak en sevimlisinden bir köy seçip tüm bu anlamsızlık çukurundan kaçmak da mümkün. Fakat bunu yapabilmek bile bir dolu seçenekten vazgeçmenizi gerektirebilir.

Durum şu ki;
yeni bilim dilinin size şunu söylediğini düşünün. Bugüne kadar bildiğin sen var ya, aslında sen gerçekten o değilsin. Sen nesin, kimsin? Bundan da emin değiliz. Ama sen bildiğini sandığın kişi hiç değilsin. Açıklamaları böyle dinleyince çok iyi hissettirmiyor. Açıklama ruhani de değil üstelik. Çünkü o boyuttan gelen bilgilere de duvar gibi bir duyarlılık geliştirdik.
Yeni veriler bize diyor ki; aslında sen de algoritmiksin.
Aslında çevresel dinamiklerin ve çağımızın içimizde cirit attığı saçmalığı bir gerçek olarak yüzümüze tokat gibi indiriyor. Yoksa biz sistemin olmamızı istediği kişiler haline mi geldik? Bir anlamda evet. Diğer anlamda arada kaçaklar da var. Özgün parçanız nerede ya da var mı? İşte onlar kaçaklar, sistemde barınamayanlar, devrim ya da reform yapanlar. Eser niteliğinde işler çıkarabilecek kadar asi olanlar.

Daha detaylı anlatmak lazım. Teknoloji, hayatımızdaki yerini derinleştirdikçe bilim de eş zamanlı olarak kulağımıza başka gerçekleri fısıldıyor. En dikkat çeken haliyle duygularımızın insana has, ruhani bir özellik olmadığını ve herhangi bir özgür irade teşkil etmediği yönünde yapılan çalışmalar var.
Aksine hayatta kalmak ve üremek için hızlı hesaplar yapabilmemizi sağlayan biyokimyasal mekanizmaların askerleriyiz. Yani gücünü sezgiden, esinden ya da özgürlükten değil hesaplamalardan alan bir sinir ağımız varmış.

Tehlike karşısında korku duymamızın sebebi, beyindeki milyonlarca nöronun çabucak gerekli verileri hesaba katıp ölüm riskinin yüksek olduğu sonucuyla ilişkili. Öfke, suçluluk ya da bağışlama gibi ahlaki duygular da grup içi işbirliğini sağlamak için evrimleşmiş sinirsel mekanizmalardan kaynaklanıyormuş. Tüm bu biyokimyasal algoritmalarımız ise milyarlarca yıllık evrim sürecinde yontulmuş.

Genellikle duyguların birer hesaplama ürününden ibaret olduklarını fark edemiyoruz. Çünkü bu seri hesap işlemi farkındalık eşiğimizin çok altında bir yerde cereyan ediyor. Beyindeki hayatta kalma ve üreme olasılığını işleyen milyonlarca nöronu hissedemediğimizden yılanlardan korkmamızın, cinsel eş tercihimizin ya da politika hakkındaki fikirlerimizin esrarengiz bir özgür irade sebebiyle ortaya çıktığı yanılsamasına düşüyoruz.

Fakat vahim olan şu ki; meğer bize yüreğimizin sesini dinlememiz gerektiğini söyleyen liberalizmin ta kendisiymiş. Yani cevapları aradığın içindeki ses değil.

Bu bakışa göre liberalizm, duygularımızın özgür irademizi yansıttığını düşünmekte yanılıyor olsa da bugüne kadar duygularımıza göre hareket etmek uygulamada işe yarar bir yöntem oldu. Çünkü duyguların sihirli ya da hür bir yanı bulunmasa da ne okuyacağımız, kiminle evleneceğimiz ve hangi partiye oy vereceğimiz hakkında karar vermek için kainattaki en iyi yöntem buydu! Bundan her zaman emin olmasam da sanırım buydu demem gerekir.
Ve dolayısıyla duygularımı benden daha iyi anlayabilecek hiçbir harici sistem yoktu.

Kalbimin sesi acaba kimin sesi?

Bu soruyu önümüzdeki yıllarca sıkça sorabilir cevabı da uzun bir süre ya da hiç bulamayabilirsiniz. Çünkü size yüksek bir özgüven ve yanında epey derine inecek kadar fazla bir cesaret gerekiyor.

Yine de özgür irademin olduğunu iddia etmek her açıdan mantıklı çünkü benim kararlarımla şekillendirdiğini sanmak bana iyi geliyor. Ve kimse bunu göremiyor. Yani yabancılar içimde neler olup bittiğini ve nasıl karar aldığımı hiçbir şekilde anlayamazken gizli dahili alanımı kontrol ettiğim yanılsaması içinde yaşamayı sürdürebilirdim. Ama artık emin değilim! Çünkü bilgi zehir gibi sistemime girdi. Ve henüz nereye koyacağımdan şüpheliyim. Sisteme kızgın mıyım? Genlerime bile kızmam ya da hiç tanımadığım atalarıma sövmem bundan daha mantıklı olabilir. Çünkü liberalizm, insanları yüreklerinin sesini dinlemeyi yönlendirmekten başka çaresi olmayan çaresiz bir sistem. Doğrusu mu yapılmış oldu? Sorunun kendisi bile doğru değil ama artık iç sesim de o kadar içeride ve içten değil gibi…

Bu durumda; zekâ, normalde sorun çözme becerisi, bilinç ise acı, neşe, zevk gibi duyguları hissedebilmek olurken liberal dünya bizim nöronlarımızı tahrip etmeye nereden başlamış olabilir?

Muhtemelen Sanayi Devriminin ardından ve İkinci Dünya Savaşı döneminde. En korktuğumuz ve en coşkulu anlarımızda.

Suç yine insanın kendisinde mi? Belki kısmen. Özellikle bir dolu şeye rağmen kullanamadığı iradesi çığ gibi büyüdükçe sistem hedefine ilk kez insanı bu şekilde koyuyor. Tüm işlevlerinden arındırmak üzerine… Üstelik gözetim rejimlerinde yaşayacak olan yeni insanlık önümüzdeki yılların bilim kurgu filmi değil gerçeğin ta kendisi olacak.

Size, Yuval Noah Hariri’nin kitabından okuduğum bilgileri harmanlayıp damıtarak aktarıyorum. Çarpıcı tespitlerin bulunduğu bu kitabın ana fikri, elbette abartıyorum ama sanki insanın kalıbını hiçbir zaman dolduramadığı, bu saatten sonra da buna gerek kalmadığı gibi de okunabilir.