31 Temmuz 2011 Pazar

LA FURTUNA

“Kaçabilen canını kurtarır”

“Tanrının sevmediğini peygamber sopa ile kovalarmış.. Peygamberin sopa ile kovaladığını biz ne yapsak yeridir!...”
1934 yazında Edirne böyle bir hak görme haliyle tanışmış. Birkaç haftadır fısıltı gazetesi de boş durmamış elbet. Halk evlerindeki konuşmalar, kahvehane sohbetleri hep aynı yöne gider olmuş. Yahudilerin ticaretten topladıklarını altına çevirip- tenekelerle sakladıklarına inanılmış.
Kimileri ise ‘bizim sırtımızdan kazanıyorlar’ diye daha da galyana getirmiş birbirlerini.
Bir söylentiye göre ise; Bulgar gazetesinde “Atatürk’e bakmayın ki gravat takıyor, onun kulakları eşek gibi uzundur.” yazısının dilden dile dolaşmasıyla olaylar iyice tırmanmış. Çünkü bu lakırdıları Yahudilerin çıkardığı yayılmış.
Moiz Behar dedesinden bellediğini dükkanına gelenlere de söylermiş; “Bu topraklar zordur. Sanırsın kaynaştın yerleştin, yoktur senden iyisi. Ama kafanı daha kaldırmadan ensenden düşmüş bulursun kendini. Bu topraklara kim ayağını değmişse zordur. Havası- suyu demez bırakmaz, yakar adamı bu topraklar.” O yüzden çıkan söylentilerden korktuğunu anlatır olmuş herkese.

Yahudilerde pederşahi aile düzeni vardır. Kadınları yüzyıllardır saygıda kusur etmez, dudaktan dökülen ikiyi- üç etmezmiş. Behar’ların evinde de erkeklerin sözü geçermiş.
Çocuklar, eşler, kız kardeşler bir yana ailenin erkekleri ne derse o imiş. Kadınları güçlü erkekleri ise çalışkan bütün Behar ailesi nicedir Edirne, Uzunköprü’de yaşıyordu.
Ne savaşlar görmüştü sülalesi ne padişahların gidişine şahitlik etmişti büyükleri. Sevdikleri, sevmedikleri derken Cumhuriyet’in ilanına sevinmişlerdi. Ancak kimilerine göre Türk ulusu’ kavramını yaratmak için Yahudi düşmanlığına da gerek vardı. Amerika’da çok sayıda etnik grup mevcuttu, göçmenler topluluğuydu. Kilimini kapan bu ülkeye gitmişti. Buna rağmen ‘Amerikalı’ şuuru yerleşmişti. Müşterek menfaatler yetiyordu. Ama Amerika örneği görülmedi.” Moiz Behar dükkanında bunları anlatıyordu gelenlere.
Ancak, Ankara’da devletin başında bulunan bazıları Edirne’de yaşayan kimileriyle kolay yolu seçerek, Alman milliyetçiliğinin peşine takıldı. Trakya’da yaşayan Türkler, kolayca dolduruluşa getirildi. Bir arada yaşamanın mümkün olmadığı olaylar birbirini tetiklemeye başladı. Olayları kışkırtanlar arasında Edirne Öğretmen okulundaki Nihal Atsız ve yazılarıyla Yahudi esnafı canından bezdiren Cevat Rıfat Atilhan, Moiz Behar için insanlıktan nasibini alamamıştı.

1 Temmuz 1934’de Milli İnkilap dergisinde yer alan bir yazıda; Uzunköprülü Osman oğlu Rasih, Edirne halkını Yahudileri evlerinden kovmaya davet ediyordu.
’’Edirne kan ağlıyor… Edirne’nin şanlı cumaları cumartesi oldu artık. Saray içinin serin rüzgarları eskisi gibi uğuldamıyor. Söğütlerin koyu gölgelerinde kahramanlık hikayeleri anlatılmıyor, orada Musa oğulları günlük kazançlarını hesaplıyor…
Onlar dünyanın en soysuz milletidir. Onun için Tanrı onları her vakit ezilmeğe mahkum etmiştir. Tanrının yaptığını kul bozamaz. Bundan büyük adalet mi olur?.. Niçin onları başımızın üstünde taşıyoruz? Kanımızı emdikleri için mi?
Çingeneyi niçin Yahudiden alçak görüyoruz? Cephede omuz omuza göğüs gerdiğimiz için mi?.. Türk dostuna dost, düşmanına düşman olmasını bilir. Düşmanı dost tanımağa katlanmak: Ya menfaat gözetilerek yapılan bir ahlaksızlık veya korkaklığa delalet eder… Bunların her ikisi de Türk’e yabancı mefhumlardır. Hakikat her vakit için hakikattir. Tanrının sevmediğini peygamber sopa ile kovalarmış.. Peygamberin sopa ile kovaladığını biz ne yapsak yeridir!...”
2 Temmuz 1934 günü taş, sopa ve ‘Yahudilere Ölüm!’ haykırışlarıyla Yahudi mahallelerini basan grup- mağazaları, evleri yağmalayıp, Yahudileri dövüp İstanbul’a gitmelerini emretti. Yahudi mahalleleri günlerce yağmacı çetelerin kontrolünde kaldı. Şehirde kalan Yahudileri bulmak için Edirne’yi baştan aşağı tarayan çeteler korku salıyordu.
Parası olan Yahudiler trenle İstanbul’a kaçarken, fakir olanları ise ya açık arazide konakladı veya yaya olarak İstanbul’a hatta Yunan sınırına kaçmak zorunda kaldılar.
Şehirde mahsur kalan az sayıda Yahudi ise dehşet içinde evlerinde saklandı. Yağmacı çeteler bakkal, manav ve fırıncıları tehdit ederek Yahudilere yiyecek ve ekmek satmamalarını emretti.
3 Temmuz günü estirilen terör havasının şiddetinin iyice artmasıyla; Edirne Emniyet Müdürlüğü de aynı gün Yahudilere 48 saat içinde şehri terk etmelerini emretti.
Gerekçe ortak dil gibiydi, yetkili makamlar ağız birliği etmişlercesine; ‘halk istemezse biz de duramayız’ diyordu.
Bu gelişmeler üzerine Kırklareli’nde cereyan eden olaylardan haberdar olan ve aynı durumla karşılaşmak istemeyen Edirneli aileler eşyalarını, evlerini ve hatta tıka basa mal dolu mağazalarını Müslüman esnaf ve tüccara bedava denebilecek meblağlara sattı ve 4 Temmuz sabahı trenle İstanbul’a kaçtılar.
İnönü’nün aynı gün Mecliste yaptığı konuşmada; ‘gerekli önlemlerinin alınacağına dikkat çekilerek, kaçanların geri dönmelerini istedi’.. Ancak Edirne Valisi olayların bastırılması için bu talimatı uygulamadı. Edirne’nin Yahudi ileri gelenleri 5 Temmuz sabahı İstanbul’daki akrabalarından hükümetin olayların bastırılmasını emrettiğini bildiren telgraf aldıklarında, Vali’ye giderek hükümetim emri uyarınca Emniyet güçlerinin kendilerini korumasını istediler. Hiçbir şeyden haberi olmadığını söyleyen Vali, olayların Yahudilerin Türkçe konuşmamalarından dolayı meydana geldiğini söyleyiverdi. Ancak Vali saat 17:00’de Başvekil İsmet İnönü’nün TBMM’de yaptığı konuşmasını radyodan dinlediğinde ve teftişe gelineceğini öğrendiğinde Yahudi cemaatinin ileri gelenlerine Ankara’dan talimat aldığını açıkladı. Ancak Ankara olayların durdurulmasını emrettiğinde iş işten geçmişti.
Olayların son bulmasında rol alan telgraf, Yahudi cemaatinden Yalova’da bulunan Atatürk’e iletildiğinde Atatürk derhal kargaşanın son bulmasını emretti.
Olaylarda Behar ailesinin kapısına dayandıklarında kocaman bir kalasla kırdılar dış kapıyı. Bahçede hangi ağaç, hangi çiçek varsa bırakmadılar. İçeride de hangi eşya varsa alıp gitti yağmacılar. ‘Verecek eşyanız yoksa, verecek bir kızınız vardır’ kışkırtmalarını duyuyorlardı saklandıkları yerden.
Beklemekten gizlenmekten başka çareleri yoktu. Onları yan evdeki Fatma Nine saklıyordu. Kalabalığın geleceğini gündüzden haber almış meğer ihtiyar, akşam pencere kenarında beklemeye koyulmuş. Bir yandan dua ediyormuş bir yandan da olur da kalabalık gelirlerse duvarın oradan bağıracakmış Behar’lara..
Fatma Nine kalabalığı görür görmez Behar ailesine haber verince tüm aile yan eve sığınmış.
Olayların yatışmasını Fatma Nine’nin evinde bekleyen Behar’lar ortalığın sakinleşmesinin ardından İstanbul’un yolunu tutmuşlar. Karısının akrabalarının yanına kadar gidebileceklerini anlatmış Moiz bütün gece. Anlatmış anlatmasına ama; huysuz kız kardeşi Elsa’yı ikna etmeye yetmemiş. Kızı Anjel’i de geride bırakarak İstanbul’a gitmişler. Elsa ve Anjel- iki kadın başlarına Edirne’de kalmış. Anjel’in gidemeyen tarafı baskın gelmiş yıllara, bütünleştiği tek şey İstanbul aşkı olmuş.


devam edecek...

2 yorum:

  1. Gerçekten çok beğendim. Kırılmasın kalemin...

    YanıtlaSil
  2. Yazi yazmak aclik gidermeye benzer bazilari icin. Bazan junkfood ile karin doyurursunuz. Gazetecilikte cogu kere gunluk haber pesinde fazla edebi deger tasimayan ama haber nitelikli yazilar yazariz. Gunluk/haftalik kose yazilarinda da boyle.

    Bazan da kaliteli bir lokantada, muzik dinleyip bir kadeh icerek iyi bir yemek yersiniz. Bu da edebi degeri olan yazi yazmak gibidir. Her gun olmaz, ama isin hizini kesmeden, belirli bir tempo ile bu yetenek gelistirilebilir. Benim akademik/bilimsel yazilarim hep bu gruba girer.

    Ilk gruba ise meslek yasantimda yazdigim yuzlerce haber ve yorum yazilarim girer. Karniniz doyar ama yaziniz pek iz birakmaz, yani size kimse atifta bulunmaz.

    Basladiginiz bu guzel satirlara devam edin lutfen.

    Kolay gelsin.

    Tevfik

    YanıtlaSil