1 Ağustos 2011 Pazartesi

LA FURTUNA 2

"Kaçabilen canını kurtatır"

İKİNCİ BÖLÜM

Düşüp kalkan bir aşk hikayesi var. Her tökezlediğinde yolunu bir isimle açıyor. Anahtar oluyor yoluna. Dinler arası sevdanın tarafları onlar. Gönülden taraflar.
Kutsal denilen kitaplarda bulamadıkları cesareti içlerinde buluyorlar. Allaha en yakın isimler aydınlatıyor yollarını…

-EL MELİK-
Ne seneler yaşanır, içe gömülen hikayeleriyle. Korkular uzanır içimize yatalak olur. Biz onun başını kaldırmadan korkular bizim başımızı eğer hayata. Bu döngü niyet edene kadar, içeride bir şeyler kıpırdayana kadar böyle devam eder. Niyet edilir ki; artık hiç bir şey eskisi gibi kalmayacaktır. Ancak bu yol, içinde olana hayat verir. Yoluna niyet, niyetine kuvvet verir.

22 yaşındaki Anjel; esmer, iri gözleri, uzun saçları olan- bakışlarıyla Edirne’de dikkat çeken zarif bir kızdı. Genç delikanlıların 15’inden beri peşini bırakmadığı Anjel’in Yahudi olması bir çok kısmete de geri adım attırmıştı. Gerçi Behar ailesi için de mümkün değildi, en uygunu kendi adetlerini bilen Yahudi bir damat olmasıydı. Aksinin konuşulması söz konusu bile değildi.
Çocukluğundan beri kartlara meraklı olan Anjel fal bakıyordu.
Uzunköprü’ye öyle bir yayılmıştı ki falları; kimin ne derdi varsa soluğu Behar’ların kapısında alıyor, bir çare bekliyordu. Uzunköprü’nün kızları ailelerinin eline bakıyordu evlenmek için. O yüzden Anjel’in söyleyecekleri umuttu çoğuna.
Behar ailesinin evi, geniş bahçeli iki katlı, gri bir binaydı. Girer girmez yeşil demir kapı dikkat çekiyordu. Penceredeki çiçeklere Anjel gözü gibi bakar, gül ağıcına da ayrı bir özen gösterirdi. Şeftali ağacı, zambakları, vişne ağacı babasının bu evi yaparken ektikleriydi. O da gözü gibi bakıyordu. Ailesi Edirne’den gideli tam 4 sene olmuştu. 1934’de Temmuz’un ilk günü başlayan olaylarda, Trakya Yahudilerinin ev ve mağazalarına karşı başlatılan yağma eylemi birçok Yahudi aileyi korkutup evlerini ve işlerini bırakarak kaçmalarına sebep olmuştu.
Anjel’in annesi Zimbul’un ailesi İstanbul’da yaşıyordu. Olaylardan sonra kocası Moiz ve diğer kızı Rebeka’yı da alarak İstanbul’a gittiler. Anjel, halası Elsa’yı bırakamadı. Behar ailesinin inatçı, huysuz kadını Elsa toprakları satmadan hiçbir yere gitmeyeceğini söylediğinde; çaresiz Anjel de onunla kaldı.
Babasının tuhafiye dükkanını idare etmeye çalıştılar halasıyla bir süre ama iki kadın malları alırken toptancının pahalı verdiklerini öğrendiğinde artık çok geçti, batmışlardı. Çareyi dükkanı başkasına kiralamakta buldular. O da kirayı aksatmazsa ucu ucuna geçiniyorlardı.
Uzunköprü’de yavaş yavaş çoğu Yahudi aile İstanbul’a gitmişti. Kalanlar da Anjel’e uzak oturuyordu. Ne komşuları kalmıştı etrafta, ne akrabaları. Amcaları da dört sene önce İstanbul’a taşınmıştı. Amcası tarlalarını, evini öyle kelepir fiyata satmıştı ki; giderayak bir de huysuz Elsa’yla uğraştı. Elsa direnmemekle, dik durmamakla, kaçmakla suçladı kardeşini. O günden sonra da ne İstanbul’dan gelen mektuplara cevap verdi, ne de kendi yazdı.
Anjel, halasını çok seviyordu ama inadına kızıyordu, anlam veremiyordu. Onun için herkes hayatını değiştirmişti ama halası yüzünden gidemiyorlardı buralardan. Halası izin verse; kendisi bile buralara alıcı bulmaya razıydı.
Şubat’ın kuru soğuğu Edirne’ye yeni dikilen elektrik direklerini bile yerinden oynatıyordu. Elektrik buralara geleli ne kadar olmuştu hatırlamıyordu ama bu soğuklarda bir vardı, bir yoktu. Televizyon henüz kasabaya gelmemişti. İstanbul’da zenginlerin evlerinde olduğunu öğrenmişti babasının mektuplarından. ‘İstanbul da bu kadar soğuk oluyor mudur?’ diye düşünüyordu. Anjel’in tek eğlencesi bulduğu her şeyi okumaktı. Bazen bir aşk romanı eline geçiyordu arkadaşlarından. Türkçesi iyi olduğundan okuyabiliyordu. Bazen de; Edirne Allianz okulundan öğrendiği Fransızcasıyla babasının gönderdiği yabancı romanları okuyordu.
Pier Loti’nin yazdığı Aziyade’yi Fransızca okumuştu. Romanı okuduktan sonra İstanbul’u daha da merak ediyordu. Pier Loti nasıl bir yerdi? Haliç neye benziyordu? Aşıklar yokuşunda yürümeyenlerin hiçbir zaman gerçek aşık olamayacağını duymuştu, İstanbul’a gidenlerden. Gerçekten o yoldan yürüyemezse hayatı boyunca kimseye aşık olamayacak mıydı, merak ediyordu.
Tek sevinci İstanbul’dan gelen kitaplardı. Çoğu da; ya İstanbul’da geçen aşk romanlarıydı ya da İstanbul’u anlatan şiir kitapları olurdu. Hiç görmediği İstanbul’un aşığı olmuştu Anjel. Gece gündüz gitmediği, kitaplardan okuduğu İstanbul’u resmediyordu kafasında. Denizi Çanakkale’de ki gibi hayal ediyordu. Bu yaşına kadar gördüğü tek deniz, çocukken Çanakkale’deki akrabalarının yazlığından olmuştu. 1 hafta kalmışlardı, ilk defa girdiği denizin tadını çıkarmıştı. İstanbul’da da girebilir miyim diye düşünüyordu.
Bu sene mutlaka İstanbul’a yerleşeceklerdi, öyle koymuştu kafasına.
Bahçeye çıktığında köpeği de kulubesinden çıkıp peşinden geldi. Sokak çocukları ürkek köpeği ‘korkak Yahudi’ diye kovaladıkları zaman babası almıştı eve. O günden beri de bahçede kalıyordu. Anjel, Kirpi koymuştu adını köğeğin. Dik dik tüylerinin arasından bakıyordu siyah beyaz sevimli hali vardı. İçeriden az önce koyduğu plağın sesini duydu. Kirpi'nin de en sevdiği şarkıydı. Her seferinde kuyruğunu ritme göre oynatıyordu sanki.. İstanbul’dan geçen ay ziyarete gelen babası ve amcasının getirdiği plağı görünce havalara uçmuştu Anjel.
Sopie Tucker’in plağıydı ve ‘The Man I Love’.. sözlerini ezbere biliyordu artık. O da bir gün karşılaşacaktı aşık olacağı adamla ve günlerden ne olursa olsun, karşılaştığı gün, doğru gün olacaktı.
Bugün pazartesiydi ve en azından karar vermek için doğru bir gündü.




devam edecek...

1 yorum:

  1. Daha ayrıntılı yazmanız dileğiyle... devam edin lütfen :)

    YanıtlaSil